28 Ağustos 2011 Pazar

Elleri Kırılan Suriyeli Karikatürist Ali Ferzat



Suriye'li tanınmış karikatürist Ali Ferzat,maskeli bazı adamlar tarafından zorla kaçrılarak bir araca bindirildi."Bir daha çizemesin diye" elleri kırıldı ve feci derecede dövüldü.Maskeli adamların Beşir Esat'ın adamları olduğu herkesin malumuydu.Bu şekilde dövülmesinin nedeni internet sitesinde yayımladığı yukarıdaki karikatürü idi.İsyancıların elinden kaçan Kaddafi'ye Beşir Esat otostop çekiyordu bu karikatürde.Suriye yasalarına göre Devlet Başkanının karikatürünü çizmek yasaktı.Ali Ferzat bu yasağı dinlemeyince gerekeni yapmışlardı.Yalnız kimliklerini gizlemeleri son derece anlamlıydı.Yakında Esat rejiminin yıkılacağını ve kendilerinden hesap sorulacağını biliyorlardı.

Ülkemizin  pek yaman solcuları, Libya ve Suriye'de olanların emperyalist oyunlar olduğuna ve Esad ve Kaddafi önderliğinde verilen devrimci ve ilerici güçlerin mücadelesinin insan hakları kisvesi altında kirletildiğine inanıyordu  ciddi ciddi. Nato ve öteki emperyalist güçler bu işe karışıyor ya.Böyle olunca bizim  "kerameti kendinden menkul ve hikmetinden sual olmayan solcular",hemen bir takım şablonlar oluşturmaya başladılar.Esat direnen halkların halkların kalesi,direnişçiler de satılmış hainler.İlginç olan şeyse Esat'ın kafasındaki ile bu "sol" fikirlerin birebir örtüşmesi.Oysa o emperyalist güçlerin bu işe bulaşmasında bizzat rol olnayan Esat'ın, Kaddafi'nin kendisi.Adam gibi çekilmediler,özgür seçimleri vaad etmediler,bunun yerine statükoyu sürdürmek için canavarlıkta sınır tanımaz hale geldiler..Eh böyle olunca emperyalist güçler "insani" neden bulmakta zorlanmadılar.

Direnişiler emperyalistlerden yardım istedi diye ne diye satılmış hainler olsunlar ki? "Gelmeyin,Esat bizi paşa keyfi nasıl istiyorsa öyle boğazlasın" mı diyeceklerdi?"Peki bu anlı şanlı solcularımız gidecekler miydi yardıma direnişçiler kendilerinden yardım istese idi.Gitmezler çünkü onlar safça "alevicilik" oynuyorlar.Esat sonrası muhtemelen sünnilerin çoğunlukta olduğu bir yapı oluşacak,çoğu sözde solcunun hazmedemediği şey bu.Oysa bu devrimci hareketlerin, Batı ittifakı ve İsrail köpeği de dahil,uzun zamanla olsa da emperyalizmi alt etme ihtimali var.Bu ihtimal var çünkü "Arap Baharı",bu tabandan gelen ve bizim anlamakta zorlanacağımız kadar köklü ve derin bir uyanışın işaret fişeği.Velhasıl orada bizim mercimek kafalı solcuların anlayamadığı kadar köklü ve derin bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmekte olduğunu düşünüyorum...

Bizim külyatmaz solculardan TKP'liler  İndepedent gazetesini kaynak göstererek Libya direnişini yabancıların çıkardığı ternesini yumurtladılar..Ulan sanki tek bir ülkede oluyor bu.Salgın gibi her yere sıçrıyor işte..Türkiye bile nasibini alacak bu rüzgardan zamanı gelince.Bunu fırsat bilen batılı güçler de balıklama atlıyorlar rüzgarın yönünü kendi çıkarlarına çevirmek için.Ortada bir otorite boşluğu ve kaos varken,onların  seyirci kalmalarını beklemek saçmalıktı.Sözde insani  gerekçelerle müdahalede bulundular,ama o diktatörlerin öz halkına ihanet eden tavırları,batılı emperyalistlerin insani gerekçe  kılıfı için de yeterince neden oluşturdu.Ancak arap baharında son derece derin ve köklü bir toplumsal dönüşümün emarelerini sezmemek mümkün değil.Nasıl ki bundan sonra babadan oğula geçen saltanat sürücüleri bu halkları çekip çeviremeyecekse,inanıyorum batı emperyalizminin sadık köpeği de olmak istemeyecekler.Arap baharının gezegenimize getirdiği değişimi kavrayabilmek için daha zaman gerekli,daha beklemek gerekli..

25 Ağustos 2011 Perşembe

Kaddafi Rejiminin Yıkılışı ve Arap Baharı



Nihayet Libya'da Kaddafi rejimi yıkıldı.Çöl vampiri Kaddafi'nin yakalanması da an meselesi.Ülkesini bir parça seven bir insan olsaydı,İsyanları gaddarca yöntemlerle bastırmak yerine adam gibi özgür genel seçimlerin yapılacağı vaadinde bulunurdu.Ne yazık ki onun zalimce yöntemlerle iktidarını sürdürmeyi göze alması,Batılı emperyalist güçlerin eline büyük koz verdi ve sözümona 'insani gerekçelerle' bu ülkeye  müdahalede bulundular.Nato,Birleşmiş Milletler ve AB'nin ne için müdahalede bulundukları belli:Kuzey Afrika'da öngöremedikleri ve sonradan önlem almaları mümkün olmayan siyasi herhangi bir oluşumun vuku bulmasınının önüne geçmek.Kendi kontrolleri altında bir geçiş ve yeniden yapılanmanın olmasını istiyorlar.Petrol piyasasının kontrolünü ellerinde tutmak,İsrail'i ve Batının çıkarlarını tehdit eden devrimsel oluşumları engellemek amaçları...Şimdiki hedefin Suriye olmasının nedeni de aynı.Ancak ne olursa olsun,Arap ülkelerine gerçek bir demokrasinin yerleşmesi yönünde çok önemli devrimsel atılımların miladı olacak Arap Baharı.Uzun bir süreç sonunda Batılıların emperyalist çıkarları da tehlikeye girecek,İsrail'in kendine demokrat filistin halkına kan ve zulüm diktatörlüğü de son bulacak.Fakat bunun için uzun ve sancılı bir sürecin geçmesi gerekiyor.Devrimsel atılımlar bir anda meyvesini vermesi beklenmemeli.

Arap Baharı,zamanla ne Suudi Arabistan ne de İran gibi yobaz diktatörlükleri ayakta bırakacak.Bunun ardından el kaide gibi faşizan oluşumların müslüman/arap dünyasında egemen siyasi anlayış haline geleceğini düşünenler yanılıyorlar. Bu yanılgının arkasında araplara ve müslümanlığa karşı oryantalist önyargıların büyük payı var zaten.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Feryad

  Kafka'nın kocaman dev bir böceğe dönüşen kahramanı Samsa'yı bilmeyen pek azdır her halde.Dönüşüm, kendi kimliğini ve özgün varoluşunu koruma yönünde girilen bireysel bir savaş ve bu uğurda uğranılan yenilginin alegorisi olarak da yorumlanabilir.Birey topluma karşı eli kolu bağlı,çaresizdir.Çünkü onun infazı,koruma alanı olması gereken aile kurumu içinde gerçekleşmektedir.Gregor Samsa'nın ailesi, onun dönüşümünü kabul etmez,düzelir diye beklerler,fakat bunun mümkün olmadığını anlayınca ölümüne karar verirler.Bu büyük etkileyici hikaye,modern edebiyatta ailenin sorgulanmasının mihenk taşı oldu.Bu tür yapıtlar dönüp dolaşıp Dönüşüm'ü referans yaptılar kendilerine. Natalie Bettelheim "Howl" adlı kısa filminde akla Dönüşüm hikayesini getiren bir hikaye anlatmaya soyunmuş.Bir kadın,bebeğinde bir takım değişimler seziyor,bunları görmezden gelmeye çalışıyor,fakat daha sonra bu durumla başa çıkmaya çalışıyor.En sonunda bu durumu kabul etmek zorunda kalsa da,bundan sonrası ile nasıl başa çıkacağına dair soru işaretleri ile başbaşa bırakıyor izleyiciyi.Bu animasyon bir başka yönden kurt adam'a ve metamorfoz temalı korku filmlerine gönderme yapıyor.Hikaye ürkütücü,iç acıtıcı.Bir annenin bebeğinde tahmin edemediği bir değişim gözlemlemesi ve bu durumla başa çıkamamasının verdiği acı.Bir bebek bir annenin ayna imgesi ise,bu imgenin iç kanatıcı bir suliete dönüşmesi.Neyse..Korkutucu bir hikaye gibi görünen,fakat aslında iç acıtan bir hikayenin olduğu bu animasyonu izleyelim şimdi.

23 Ağustos 2011 Salı

Kadına Şiddet

Kadına karşı şiddet,evrensel bir sorundur ve ne yazık ki dünyanın her yerinde vardır.Ama bizim toplumumuzda dünyanın her yerinde görülenden daha fazla bir şey vardır.Polisinden savcısına,din adamından öğretmenine kadar her mertebede normal sayılan,erkeğe ihsan edilmiş bir hak gibi algılanan bir olgudur...Bu nedenle davaların sonuçsuz kalmasında,polisin olay yerine hep geç gelmesinde,zorbaların kovuşturulmamasında, şiddetin toplumca normal karşılanmasının büyük payı vardır...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Acının Betimlenmesi

Resim :Bessonov
Kadın korkunç bir şekilde asılmış,ama acısını görmeyelim diye saklanmış yüzü .Adam sanki eziyet etmiyor da normal birşey yapıyormuş gibi yüzünde vakur bir ifade.İnfazcılar bir dans gösterisi mi izliyorlar?Kadının bedeni gayet estetik,seksi,mükemmel...Acıdan daha başka bir şeye,haz ve şehvete davetiye çıkarır gibi.Burada korkunç gözüken hiç birşey yok.Demek ki trajik olan şeyi belli bir takım göstergeler yardımı ile algılayabiliyoruz.İfade,jestler ve davranışların dramatize edilmesi sayesinde.Duygularımız manipüle edilmedikçe olup bitenlerin içindeki trajediyi algılayamıyoruz.Belki sanatçı bizim bu gerçekle yüz yüze gelmemizi istediği için Akedemik görselleştirmeye ve mükemmelleştirmeye başvurdu...İnsan olarak algı dünyamızdaki bu kusur nedeni ile hakikate ulaşmakta zorlanıyoruz.Gerçekliğin pornografiye dönüşmesi tehlikesi her zaman mevcut.Acaba sanatçı pornografiye savrulmadan trajik olanı nasıl ifade eder?Bu da sanatın önemli bir sorunu...

21 Ağustos 2011 Pazar

Chopin'in dokunuşları

Pkuczy'nin bu mükemmel çiziminde Chopin piyano çalıyor.Piyanosu elektrik tellerine bağlı.Çok uzaklara,çağının ötesine enerji taşıyor.Sanatın o yüce büyük enerjisini.Büyük,soylu,fazla bir karşılık ummadan yapan yüreğin ve aklın santralinden doğan o mucizevi,o bitmez tükenmez  hazineyi.Boşuna yaşamamamız gerektiğini ...Bütün yıkıcılığına rağmen, insanın her şeyi yeniden kurabileceğini,daha iyi dünyalar yaratabileceğini..
Elektrik ve elektronik Chopin gibi büyük sanatçıların eserlerini herkes dinleyebilsin diye icad edilmedi.Fakat bu büyük sanatçıların eserlerini her yere ve herkese taşıma misyonunu yerine getiremese idi,inanın teknoloji pek de işe yaramazdı...

Savaşın Gerçek Galibi...


Karikatür :Pkuczy

Karikatür bizi anlatıyor sanki.Ne kadar zor ülkemiz için barış!...Ne kadar uzağına düştük halkların kardeşliğinin..."Üç kişi onlar öldürdü ise beş kişi de biz öldürelim,onlara gününü gösterelim" diyenler bu kadar güçlü bu kadar her şeye hakimken, barışın hayalini bile kurmak imkansız denilecek kadar zor.Bizim ülkemizde akbabalardan ve başka türlü leş yiyicilerden başka hiç kimse zafer kazanamayacak...Görelim bu gerçeği artık....

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Kan Davası


Bu kan ne zaman dinecek?Türk tarafı diyor ki PKK silah bırakmadan bu bitmez.Ama diğer taraftakiler,silah bırakıp eylemsizlik kararı aldığımızda bile devlet operasyon yapmaktan vazgeçmediği için silah bırakmıyoruz diyorlar.Kimsenin itiraf etmek istemediği gerçekse,ortada bir kan davası olduğudur."Kana kan,intikam!"diye son olaylardan sonra çığlık ve nara atanlar,kendilerini vatanseverlik yalanı ile uyutmaktadırlar.Kan gütmekten vazgeçmedikçe bu kaos ve vahşet ortamı belki 30 yıl daha son bulmayacak,daha analarımız çok gözyaşı dökecektir.

Durmak Yok!...Ölmeye,Öldürmeye devam...

Bugün yine şehit haberleri...Dişler bileecek,ağıtlar yakılıp,hamasi sözler eşliğiğinde intikam yeminleri edilecek..Sonra ne olacağı belli.Geniş çaplı operasyonlar,Kandil dağına bombalar yağdırılıp terörist ölü sayısının çokluğuna bağlı olarak,canavarın yüreğine su,pardon kan serpilecek...Sonra ne olacak?Pkk tarafından misillemeler,dehşete düşüren kanlı pusu ve baskınlar,intihar saldırıları,sivilleri hedef alan kanlı eylemler..Sonra yeni askeri operasyonlar...Bu hikayeyi ezbere bliyoruz.Ama belki de bıkmıyoruz,doyamıyoruz ve bu nedenle otuz yıl daha seyretmeye hazırız.Bu kanlı oyundan zevk alan olduğunu sanmıyorum.Ruh hastalarının bile "yeter artık sıkıldım" diyeceği kadar uzun zaman geçti çünkü.Bu kan gölünün üzerinde hiç bir zafer inşa edilemez.Ne Türkiye'nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü,ne de PKK'nın peşinde olduğu söylenen Bağımsız Kürt Devleti,bu kan gölünün üzerinde hayatta  kalamaz artık;Herkes herkes,yeter artık,bitsin artık dediği halde bu her geçen gün anlamsızlaşan kan davasından kimse vaz geçemiyor.Karşı tarafa verilen zaiyat ve öldürülen insan sayısı üzerine kurulu bir kanlı oyun,kimseye hiç bir zafer vaadetmiyor artık.


Anlaşıldı,bir otuz yıl daha böyle devam edecek.En sonunda böyle savaşılamayacağı,böyle iğrenç bir bağımsızlık,vatan,millet,namus  şeref kavgası yapılamayacağını herkes kabul edecek...Sonra karşılıklı gül uzatmalar,sonra karşılıklı iltifat ve kur yapmalar. "Hayret meğerse anlaşmak bu kadar basitmiş" denilecek...Ama canavar doymadı henüz...Kan davasının ne zaman doyuma ulaşacağı ,herkesin normalleşmesi için daha ne kadar cinnet gerektiği önceden bilinemez...Öyle ise bu kanlı oyuna devam...Üç ölü benden,beş ölü senden....


16 Ağustos 2011 Salı

Yaşlanmak üzerine...


Geçmişin üzerine kıskançlıkla kapanmak,gençlikte ve çocuklukta zevk edindiğin şeylere tapınmak,geçmişle ilgili gerçek olmayan hayaller kurup sahte efsaneler yaratmak..Bütün bunların gösterdiği şey,dünyanın bozulması,çürümesi değil, senin yaşlanmakta olduğundur...

İETT otobüsünde şortlu bir sporcuya bir adam, herkesin gözü önünde dayak atıyor.Kimsenin gıkı çıkmıyor,adam indikten sonra ağlayan kıza kimse destek çıkmadığı gibi, inerken arkasından "sen de kaşındın!" diye bağırıyorlar..Ne yazık ki gerçek Türkiye ve gerçek Türk insanı bu...giyim kuşam ve yaşam tarzı üzerinden tüm toplumu baskı altında tutmaya kalkan taşra vandalizmini iktidara taşıyacak bir "asansör" işlevi gördüğü için bu günkü hükümet bu kadar oy aldı..yoksa birilerinin sandığı gibi Türkiyeye çağ atlattığı için değil

Yeni Bİr DÜnya

Günümüz dünyasında bir Amerika vatandaşının aşırı tüketen obezliğinin de,Afrika'nın belli kesimlerinde açlıktan kırılanların da nedeni,aşırı tüketim fikri üzerine kurulu üretim anlayışıdır.Aşırı üretim ve tüketim üzerine kurulu siyasi ve iktisadi sistem reddedilmedikçe,günümüzün dünyasında gerçek bir sosyalizm asla mümkün olamayacaktır.

Bırakınız yıkılsınlar,bırakınız çöksünler!...

Dünyanın en müsrif ülkesi ABD'nin kredi notu azıcık düştü diye yaratılan paniğe bakınız!...Bu büyük emperyalist gücün vatandaşların obezliğinin sürüp gitmesini, refah ya da istikrarımız(!) adına şart koşuyorlar hepimize.Oysa dünyamızın kurtuluşu için Abd iktisadi sisteminin çökmesi şarttır.Bu güç ayakta kaldıkça insanla barışık,doğa ile uyumlu bir dünya asla kurulamayacaktır...Adam Smith gibi söylemenin zamanı çoktan gelmiştir :Bırakınız yıkılsın,bırakınız çöksün!...

Bağcıyı Dövmek!...


Yeterli delil olmasa bile, eldeki belgelere göre fenerbahçe küme düşürülebilecekken,federasyon ligin şaibeli bir şekilde başlamasını göze alıp iddianameyi beklemeye karar verdi.İddianameden sonra da diyecekler ki,davanın sonuçlanmasını bekleyelim.Anlaşıldı bunların amacı üzüm yemek değil bağcı dövmek.Şike operasyonu değil Aziz Yıldırım operasyonu imiş bu bir çok Fenerbahçelinin iddia ettiği gibi...

31 Temmuz 2011 Pazar

Hrant Dink Davası...



Tarihimizin en utanç verici olaylarından biri de Hrant Dink'in katledilmesi idi.Hem bu cinayetin nedeninden dolayı,hem de bu cinayetin sistematik bir şekilde tasarlanp uygulanması nedeniyle.

Cenazesine gidemedim,ama yüreğim"hepimiz Hrant'ız,hepimiz Ermeniyiz!"diye bağıranların yanındaydı.Türk olmamdan utanç duyduğum bir gündü onun katledilişi.Cinayeti işleyenlerin bunu bütün türklüğe maletmek istemesindeki gayretkeşlik nedeniyle utanç duyuyordum.Ayakkabısındaki delik nedeniyle utanç duyuyordum.O delik,bu memleketin barbar/eşkiya muktedirleriyle hiç bir ilişkisi olmadığının açık bir belgesi idi;paraya,güce ve iktidara adanmamış bir gövdenin böyle kanlar içinde yatmasından utanç duyuyordum.Cinayet sonrası kulağımıza gelenler utancımı daha da artırıyordu.Bütün deliller,bunun bir sistematik devlet cinayeti olduğunu gösteriyordu.Tetikçi ve tezgahçılar maşadan başka bir şey değildi.Ama cinayete giden yola kırmızı halı serenler yargılanmaktan muaf gibiydiler.Onlara kimse dokunamıyor,kimsenin gücü yetmiyordu.

Şimdi tetikçi 23 yıl hapis cezası aldı.Tezgahçı da yaşı nedeniyle müebbet alacak.Polis muhbiri olduğu söylenen kişi de.Polis ve istihbaratçılarsa terfi ettiler,daha önemli görevlere getirildiler.Tam da ermeni soykırımı iddialarının yapılış şeklini minimize eden bir şey yok mu bu cinayette?Bir Ermeni tahrik ediyor,birileri ona saldırıp katlediyor.Suçlu var mağdur var...Bir tek şey eksik.Bütün bunların müessibi olan devlet.Ermeni soykırımı iddialarını destekleyen belgelerin olmayışı ya da yetersiz oluşu Devletin"asılsız ermeni iddiaları" argümanına dayanak oluşturuyordu ya. Hrant Dink katliamında her şey gözümüzün önünde olup bittiği halde belge yok deniliyor.Devlet temizdir deniliyor.Oysa her şey gözümüzün önünde oldu.Deliller bile gözümüzün önünde karartıldı....

29 Haziran 2011 Çarşamba

29 Haziran 2011 Çarşamba


Bu havalar ne zaman ısınacak sahi?Şu anda gece yarısını geçti.Üşüdüğümü hissediyorum.Hava raporuna bakılırsa,Akçakoca'da yarın ve öbürgün çok bulutlu.Sağanak yağış olasılığı da yüksek.Hayli yağışlı geçen yaz mevsimini hatırlıyorum,ama böylesi hiç olmamıştı daha önce.Yaz mevsiminde nadir olarak yağiş olmasına alışığım Ankara'dan.Fakat geçen haftadan gördüğüm kadarıyla Ankara gibi kurak bir şehir bile hiç alışık olmadığı bir yaz mevsimi geçiriyor.Bulunduğum yer,Akçakoca,Karadeniz kıyısında olması nedeniyle yaz yağışlarının olağan olduğu bir yer.Ama gel gör ki,yaz mevsiminde soğuk ve yağışlı havalar bu denli inatçı değildi.Bir gün yağıyorsa ertesi gün mutlaka yerini temiz ve pırıl pırıl bir havaya bırakırdı.Şimdilerde soğuk inatlaşıyor.Bu olağandışı hava şartları,Akçakoca ekonomisinin belini büktü zaten.Fındık tarımı çöktü resmen.Ağaçlarda beklenilen fındık miktarının onda birinin bile olmadığını söylüyor üreticiler.Fındık olmayınca bütün bir Akçakoca ekonomisi tepe takla oluyor.Çünkü esnafın para kazanması fındık üreticisinin durumuna bağlı.Akçakoca'nın uzun bir sahil şeridi ve hatırı sayılır bir turizm ekonomisi olmasına rağmen,turizmin ilçe ekonomisine katkısı son derece düşük.Nedeni yaz mevsiminin yağışlı olması,denizin çok dalgalı ve tehlikeli olması nedeniyle pek tercih edilmemesi.Zaten olumsuz hava şartları nedeniyle bir iki aylık turizm kazancı beklentisi de boşa çıkmış durumda.Fındık çiftçileri kemer sıkarak kendi yağında kavrulmaya çalışacak.

Olumsuz hava şartlarının küresel ısınma ile ilgili olduğu yaygınca paylaşılan bir kanaat.İlginçtir,insanlar soğumayı bile küresel ısınmaya bağlıyorlar!...Belki de kresel iklim dengesinin bozulmasına bağlıdır bu kötü havalar.Ama mevsimlerdeki kararlılığın bozulması da olabilir.Bu durum insanlık tarihi boyunca zaman zaman yaşanmış.Ortaçağ Avrupası'nda mini buzul devri adı verilen bir dönem yaşandığı söyleniyor.30 yıl boyunca havalar çok kötü gitmiş.Yaz ayları düpedüz yok olmuş.İnsanlar evlerine kapanmış,evlerinde vakit geçirir olmuşlar.Bu arada salon kültürü diye bir şeye yol açmış bu süreç.Kağıt oyunları,danslı eğlenceler ve buna benzer bir çok şey,bu 30 yıllık süreçte icad olunmuş.Demek ki mevsimlerdeki kararsızlığı her zaman küresel iklim değişimine bağlamak doğru değil.

Yağmurlu hava bana bazen huzur verir.Yağmur tıpırtısı eşliğinde sıcak bir yatakta uyumak gerçekten de sakinleştirebilir insanı.Ama yağmur uzun ve şiddetli olursa,bu tam tersine ruhsal dengeyi bozabiliyor.Sinema ve edebiyat,yağmurlu havaları hüzün ve melankolinin ifadesi olarak kullanmış.Aklıma Clint Eastwood'un "Aşk Hikayesi" adlı filmde Meryl Streep'e sırılsıklam bir kedi gibi yalvaran bakışlarla baktığı sahne geliyor.Hele şairlerin şiirleri her şeysiz olur da yağmursuz asla...Fakat bana şu sıralar romantizm hayli ağır geliyor.Yaz tatilimi geçirmek için izin almıştım.Denize girme planım vardı,olmadı.Yarın yağmasa bile soğuk olacak biliyorum.Eve kapanıp bilgisayarın başında zaman geçirme dışında fazla bir seçeneğim yok ne yazık ki....

Beğendiğim Bloglar: Eskiz Defteri...


Bu kız kardeşimin blogu.Henüz yeni başladı yazmaya.İyi yazabileceğini bildiğim için onu ben teşvik ettim blog oluşturmaya.O zaten hep meraklı idi yazıp çizmeye..Biz üç kardeştik.Yani ana bir baba bir kardeşler demek istedim.Başka kardeşlerim de var.Onları öz be öz olanlardan ayırt ettiğim sanılmasın.Biz üç kardeştik derken,birlikte büyüdüğümüz kardeşleri kastediyorum.Baba bir anne ayrı ablalarımız evli oldukları için ayrı bir dünya kurmuşlardı.Bu açıklamaları yapıyorum ki,eğer Ablalarım okurlarsa,ayrımcılık yapıyorum sanıp alınmasınlar...İşte üç kardeş;Ayşe,Sinan ve ben...En küçük kardeşim Sinan ile bolca kitap okur,okuduklarımızı yüksek sesle tartışırdık.Ayşe'yi adam yerine pek koymazdık(!) bu nedenle O,bizim tartışmalarımızı gizli gizli dinler,defterine bir şeyler yazardı.O defteri de bizden bucak bucak saklardı.Elimize defterini geçirdiğimizde vay haline...Yazdıkları ile dalga geçerdik.Aman Tanrım,ne zalim çocuklardık!Fakat bir gün yazılarını ciddi bir şekilde okuduğumda,onun hakkında yanıldığımı,gayet güzel yazdığını anladım.Sonra evlendi,çoluk çocuk sahibi oldu,yazmaya fırsat bulamadı pek.Ama çok sıkıntılı zamanları olduğunda yazı yazmaya can simidi gibi sarıldığını biliyorum.Fakat bunları geliştiremedi,çünkü paylaşamadı.Şimdi web ortamında herkesin yazıp çizdiklerini paylaşma imkanı mevcut.Galiba telefon ve televizyon gibi icadların yaygınlaşması ile yitirdiğimiz yazılı kültür,internetin yaygınlaşması ile birlikte yeniden doğuşunu yaşıyor.Gelgelelim,blog yazarlığı pek önemsenmiyor.Okunan ve izlenen bloglar,sevgili bulmak ve çevre edinmek derdindeki insanların özel hayatlarını çarşaf gibi döktükleri,ya da bolca görsellik,atraksiyon ve atmasyonlarla destekledileri görkemli hayatlarını büyük bir kibirle teşhir ettikleri blog yazıları....Ya da  moda,incik boncuk,yemek tarifi  sayfaları...Kız kardeşim  hayatından derlediği  anı parçacıkları ile dünyaya bakışını,yaşam anlayışını ortaya koymaya çalışıyor.Biraz imla ve dilbilgisi hataları olsa da,başlangıç için oldukça iyi.Rahat yazmakta önemli bir faktör de klavyeye alışkın olmak.O klavye ile yazmaya henüz alışık değil.Buna alıştıkça yazıları daha da güzelleşecek.

Bloguna göz atmak isteyenler şu bağlantıya tıklamalı :Eskiz Defteri

Ankara Dünyanın Neresinde Yer Alır?


devin uyanışı | izlesene.com


Bu kısa film New York  ya da Los Angeles gibi şehirler örnek alınaak yapılmış.Dev adamlarla minik adamlar aynı ortamı paylaşıyorlar bu şehirde.Cüce adamların içine koskoca bir yemek işleme fabrikası kurdukları yer,dev adamlardan birinin pizzasının artığı..Minik adamlar her yeri sarmışlar.Ama onların yarattığı uygarlık dev adam için çöplük,kokuşma ve kirlenme anlamına geliyor.Bir elektrik süpürgesi sipariş ediyor ve minik adamların (haşere ve böceklerin!)  oracıkta kurmuş oldukları kent, kısa bir zamanda silinip süpürülüyor.

Hollywood'un hızlı kurgu ve görsel efektlerine,manipülatif müziğine karşı bir antipatiniz yoksa zevkle izleyebileceğiniz türden bir kısa film.Bu film beni türlü türlü düşüncelere sürükledi.Devasa metrpollerdeki  içindeki sınıf mücadelesi,bu savaşta güçlerin  eşitsiz ve adaletsiz dağılımı üzerine düşünmeye  davet ediyordu bizi.Birileri orada sonsuza kadar sürebilecek bir yaşam tarzı bir kültür yapabilir,ama eninde sonunda oranın asıl sahibi olanlar bundan rahatsızlık duyarlar ve yıkıp tarumer ederler onu...

Geçen hafta Ankara'nın göbeği Kızılay'ın caddesinde turlarken bu film aklıma geldi.6 ya da 7 yıl öncesine kadar bu şehirde yaşamıştım.Şimdi ise buraya ne kadar yabancılaşmış olduğumu hissetmek doğrusu çok şaşırtıcı idi.Beton yığınları,uğuldayıp duran bir kalabalık,sinir bozucu klakson sesleri ve havayı sürekli kirleten egzoz dumanları.Burada yeni bir yaşam kurulabileceği,yepyeni bir mutluluk inşa edilebileceği konusunda hiç bir umut vermedi bana.Ankara filmdekine benzer devasa yapıların olduğu bir metropol değil.Ama yine de ürkütücü.Hele ki ondan aldığınız sayısız yarayı içinizde taşıyorsanız.Yaşadığım her an,asla kendimi içinde hissetmediğim,hep kıyısında dolaştığım bir şehir.İnsana sayısız vaadlerde bulunup yalnızlığa mahkum eden bir şehir.Çocukluğumda çok büyük bir şehir sayılmazdı:ama artık Ankara  çok büyük,merkezini yitirmiş bir şehir.Tıpkı büyük metropoller gibi, zenginler banliyolere kaçarken yoksul ve orta sınıflar şehrin merkezine doğru hareket ediyor.Fakat hala sorgulanamayan asıl şey,sürekli büyümesine karşın,nasıl bunca zamandır küçük,tutucu bir memur şehri olarak kalabildiği...Küçük yerlerde yaşamaya başladığımdan beri bireysel varoluşun,özgür düşünce ve yaşama biçiminin ancak büyük şehirlerde var olabileceğini farketmiş olmama rağmen,Ankara gibi bir şehirde yeni bir hayata başlanabileceğine inanmıyorum.Büyük şehirlere değil kastım;Ankara'ya.Ne yazık ki sevemedim seni bir türlü,ey şehir!...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Korsanlar Prensi!...


Rodney Pike'ın photoshop ile yaptığı karikatür/forto-maniplasyon'ları o kadar hoşuma gitti ki,ben de bir Jonny Deep/J. Sparrow yapayım dedim.Pike'ınkiler kadar mükemmel olmadı.Ayrıca photoshop izleri belli.Zaten Rodney Pike'a yetişebileceğimi hiç sanmıyorum.Gene de fena olmadı.En azından Jonny Deep'in suratındaki o hınzır ifadeyi yansıtabildim sanıyorum.

Rodney Pike'ın olağanüstü güzel çalışmalarına göz atmak için blogunu ziyaret etmeniz şiddetle tavsiye olunur :http://rwpike.blogspot.com/

26 Haziran 2011 Pazar

İnsanlığın dünyası daha az vahşet mi içeriyor?


Oğlum büyüdükçe soruları çoğalıyor.Onun büyümesi ile sorularının güçlüğü de artıyor.Hayvanların birbirini yemesi,ona normal geliyordu,besbelli ki son zamanlarda bunun trajik bir şey olduğunu fark etmiş."Neden hayvanlar birbirini yiyorlar?" diye soruyor.Aslında tam ifade edebilse sorusu şöyle olacak belki:"Neden hayvanlar birbirini yemek zorundalar?"Çocuk büyüdükçe ölümün de son derece trajik bir şey olduğunu seziyor çünkü.Bir hayvanın bir başka hayvanı yemek için öldürmek zorunda olduğunu kabul edebilse de,ölen bir yaratığın bir daha yaşama dönemeyeceğini sezgisel olarak kavramaya başladı.Bunları biliyorum,anlıyorum.Elimden geldiği kadar ona dürüst yanıtlar vermeye çalışıyorum,ama bu soruya cevap vermekte zorlanınca,yalan söyleyerek "kıvırıyorum"."Hayvanlar yaşamak için birbirlerini öldürmek zorunda olsa da,biz insanlar başka canlıları öldürmeyiz..Biz marketten alırız yiyeceklerimizi" diyorum:-))

Gün gelecek aslında ona kocaman bir yalan söylediğimi fark edecek.Çünkü herkes gibi o da bir gün,başka canlıları yok etmek konusunda insanlarla hiç bir yaratığın boy ölçüşemeyeceğini anlayacak.Dünyamızın ne büyük bir vahşet ve yok etme dürtüsü üzerine kurulduğunu fark etmemizi engelleyen şey,markette ya da pazarda,tüketim ürünlerinin son şekli ile karşılaşmamız.Örneğin sucuk ya da salam,şekli,kokusu ve ambalajı ile aslında hayvanın öldürülmesi sonucunda bu hale geldiği gerçeği ile yüzleşmemizi engelliyor.Onların hayvan ölüleri olduğunu bilsek de,pazardaki son şekilleri hayvanların çektiği acıyı göz ardı etmemizi sağlıyor.

Bir arkadaşım vardı, ismi Zafer.Ne yazık ki yıllar önce intihar edip yaşamına son verdi.Bir gün bize et yememe konusunda aldığı kararı açıklamıştı.Neden böyle bir karar aldığını sorduğumda,hayatımızın güçlünün zayıfı kendi çıkarlarına göre ezip yok etmesi mantığı üzerine kurulu olduğunu,et yemeyi reddederek bu yok etme zinciri dışına çıkmak istediğini söylemişti.O zamanlar bu mantık biraz ,abartılı gelmişti bana.Çünkü fikrimce evcil hayvanları besleyerek onların doğada mümkün olmayacak kadar sayılarının artmasını sağlıyorduk, falan.Aslında bu gün artık Zafer'in düşüncesinin haklı olduğunu itiraf etmek zor gelmiyor bana.Gerçekten de güçlünün zayıfı ezip yok etmesi mantığı üzerine kurulu bir dünya bu.Ama aslında kapitalizmin getirdiği bir şey bu.Çünkü modernlik öncesi toplumlar,örneğin kızılderililerin kültürüne göre her şey kutsal,her şey yaşama ve var olma hakkına sahipti.Kızılderili onları avlasa da,Kızılderili kültürü onların yaşama alanlarının baki kalmasına büyük önem veriyordu.Aslında kızılderililer değil sadece,dünyanın büyük küçük dinlerinin hepsi de,onlara bir kutsallık mertebesi vererek aşırı avlanma ve tüketilmelerinin önüne geçmeye çalışmıştı.Fakat kapitalizm,her şeyi metalaştırdı,karlılık dışında hiç bir şeyin var olma hakkını tanımak istemedi.Yalnızca hayvanların aşırı tüketilmeleri ve avlanmaları söz konusu değil artık.Kapitalizm,sonraya hiç bir şey bırakmayacak kertede yıkıp yok ediyor dünyayı..ve bizler pazarda onların ambalajlı en "şirin" hallerini görüyoruz.Onların ne büyük bir vahşet ve yıkımın "nihai ürünü" olduğunu göremiyoruz.Çünkü pazarda malın sahte bir değeri ile,yani fetişizmi ile karşılaşıyoruz.

Şimdiye kadar solcular kapitalizme karşı çıktılar.Bir takım özgürlük kaygıları ya da geleneksel değerleri nedeniyle sosyalizm fikrine karşı çıkmış olanlar da dahil,herkes, dünyamızı büyük bir yıkım ve felakete sürükleyen kapitalist değerleri reddetmek zorunda artık.Nasıl olur bilmiyorum,ama kapitalist pazar ekonomisi dışında yeni bir model,doğanın denge ve uyumu fikri üzerine kurulu kızılderililerin kültürüne benzer bir kültür ve değerler dünyası yaratmaya mecburuz artık...



Accra, Gana bir banliyösü...Yasa ve yasadışı yollardan gelen Batılı ve uzakdoğulu zengin ülkelerden gelen elektronik dijital atıklar burada işleniyor.Onların(Ganalıların) çevrelerinin nasıl kirletildiğini,sağlıklarının nasıl tehdit edildiğini;geleceklerinin nasıl ellerinden alındığını görmek için izleyiniz...Evet o dijital oyuncakların pazardaki cicili bicili hallerini görüyoruz.İşte bu videoda kimlerin nasıl bir bedel ödemekte oldukları gerçeği var.

25 Haziran 2011 Cumartesi

Güncel Sanat olaylarını sıcağı sıcağına takip etmek için...


Sanatla ilgilenen bu sayfa takipçisi arkadaşlara artgalerim.com sitesine bir göz atmalarını tavsiye ediyoruz.Güncel sanat olaylarını video kliplerle veren bu site,çok kapsamlı bir Tv güncel sanat kanalı niteliğinde.Bu siteden ayrıca on line olarak tablo siparişi yapmak da mümkün.Yalnız görsel ve sahne sanatları değil edebiyat ve yayıncılık dünyası ile ilgili gelişmelere yer verildiğini de belirtelim.Ben bu siteyi fevorilerime ekledim.Her gün göz atıyorum ve oldukça yararlanıyorum.

Siteye ulaşmak için .artgalerim.com

24 Haziran 2011 Cuma

Cennetteki Gözyaşları


Bu resim,çekti götürdü karmaşık duygulara beni.Vuland diye bir imza var üstünde..Kimdir bilmiyorum.Salvador Dali resimlerine benziyor.Gerçeküstücülük akımının etkisi olmadığını söylemek imkansız.Dalininkiler kada karmakarışık bir kompozisyona sahip olmasa da ,oldukça yalın görünse de, açıklamak zor yine de bu resmi.Sizlerde nasıl duygular uyandırdığını bilemem ama bende hüzün yarattı.Sanki geçmişte yaşadığım bir duygu ile ilgili resim bu.Karşıda yanardağın tüflerinde,birbirine sarılmış iki sevgilinin resmi.Önde bir denizkızı var,bir kayaya sarılmış.Yüzünü göstermemiş,ama ağladığı belli.İleride,şahlanan bir at var.Beyaz,çok güzel görünümlü bir at.Denizin dibinden mi fırlamış?Etrafına köpükler ve binlerce su damlacığı saçmış...Denizkızı kayaya sarılıp ağlarken,bir akvaryumda gibi görüyoruz onu.Deniz birden bire kesilmiş,aniden görünmez bir duvar oluşmuş gibi.Dipte,balıklar ve katil balinalar.Sağduyuya aykırı bir şekilde betimlenmiş sanki bu balinalar.Olduklarından daha küçük görünüyorlar...

Volkanın tüflerinde görülen birbirine sarılmış iki sevgili,ağlayan deniz kızının hiç bir zaman gerçek olmamış bir hayali belki de.Patlayan,acı veren,yaşanıp gerçek olamadığı için ızdıraba dönüşen bir hayal .Sanki orada her şey var,her şey mükemmel,sanki orası bir cennet de bir tek şeye yer yok orada gibi,aşka yer yok sanki!Cennet neden böyle bir yer olmasın ki?.Ademle Havvanın aşk yüzünden kovulduğu yer değil mi cennet?Ancak bu dünyada arzularına gem vurmuş,yaşamını ertelemiş,duygularını feda etmiş,nefsini zincirler altında tutan insanların girdiği yer değil mi cennet?Kutsal metinlere bakılırsa cennet,bu dünyadaki fedakarlıkların karşılığının ödüllendirildiği yer.Kutsal kitaplara  bakılırsa,dünyada günah sayılan şeyler orada helal olacak.Öyle ise Ademle Havva neden kovuldu oradan?Neden sürgün gittiler dünyaya?Neden cenneti yeniden kazanmak için tövbe ve nefsi müdafaa üzerine kurulu bir hayatı seçtiler?Demek ki,cennet de öyle her isteğin olabileceği bir dünya değil.Demek ki,cennetin de kuralları var.Demek ki dünyadaki yaşantısı ile bu kuralları bozmayacağını ispat edenler kabul ediliyor oraya. Demek ki orada da ızdırap var.Orada da gözyaşları dökülüyor.

Bu tabloyu ben yapmış olsa idim "Cennetteki Gözyaşları" koyardım adını sanırım.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Geçmiş Zaman Olur ki...



Uploaded with ImageShack.us

Bir yerden hatırladınız mı bu karikatürü?Bunu ben çizdim çizmesine;ama buluş bana ait değil.İlk kimin çizdiğini bilmediğim,ama değişik çizerler tarafından tekrar tekrar çizilmiş bir karikatür...Ta çocukluğumdan hatırlıyorum..Ne gülmüştüm!..Aradan geçen zamana rağmen bir şey kaybetmemiş komikliğinden.Başka başka çizerler tarafından tekrar çizilip yeniden üretildiğine göre bunu görüp sevenler unutulmasını istemiyor olmalılar benim gibi...Ben unutmuştum aslında,teyze kızı hatırlatmıştı bana,"böyle bir karikatür vardı,hatırlıyor musun abicim?" demişti.Bunun unutulmasının haksızlık olacağına inandığım için yeniden çizdim.Eskiden gülüp geçerdim,altı üstü bir karikatürdü o zamanlar benim için.Ama artık neden komik olduğunun da cevabını bulmak zorunda hissediyorum kendimi.

İntihar acı bir olay,her zaman hüzün yaratır,ama burada işin komik bir tarafı da olabileceği izlenimi yaratılmış.Balonla intihar eden balığın davranışının,adamınki ile mükemmel bir simetri halinde olması,belki de komikliğin başlıca nedenidir.Sanki şaka yapar gibi bir anda suyun içinden çıkıp adamın yaratacağı ızdırabı dengeleyen bir kuvvet gibi balık..Adam taşın ağırlığı ile dibi boylayacak..Yalnızca ölümü değil ruhun çöküşü ve sağlıklı bir psikolojinin alt üst olmasını da simgeliyor taş.Oysa bunun tam karşıtı olan şey,yani hafiflik , bir balık tarafından aynı amaçla kullanılıyor!Denge ve simetri diye düşünüyorum buradaki komikliğin nedeni...Mizah, güldürürken dünyayı toz pembe bir şey yapmıyor,ama sertin karşısına yumuşağı,ağırın karşısına hafifi koyarak dengesi bozulmuş dünyaya denge getirmeye çalışıyor.Yeryüzünü katlanılır bir yer haline getiriyor...




Uploaded with ImageShack.us

Bu da 25 yıl öncesinin bir Hasan Kaçan karikatürü..Üstat bir zamanlar böyle birşey çizmiş olduğunu unutmuştur muhtemelen,ama görse idi hatırlardı..Keşke görse bunu,ne sürpriz olurdu kendisine!Koca burunlu adam ve kadınlarını sevmeyen var mıydı bilmem ki Hasan Kaçan'ın?Tanıyanlar kendisinin gündelik hayatta da oldukça komik bir adam olduğunu söylüyorlar.İlk mizah dergisi okumaya başladığım zamanların hatırası bir karikatür..O zamanlar şimdikiler gibi pipisi falan çizilmezdi adamların.Bu sınırlama karikatürdeki komikliği azaltma bir yana artırmış.Sanki gerçekten de elbisesi ve pipisi olmayan bir insan türü varmış gibi bir durum oluşmuş burada.Pipisini teşhir eden öteki adamsa,besbelli bundan büyük gurur duyuyor.Fakat pipisi ve giysileri olmayan adam öyle bir cevap veriyor ki,teşhirci dehşet içinde,yaptığına yapacağına pişman bir vaziyette kaçıyor.

O zaman gülüp geçtiğim bu karikatür üzerinde şimdi biraz düşününce,pipisi ve elbiseleri olmayan adamın toplumun kıyısına savrulmuş,iktidardan yoksun bırakılmış,kaybedecek zincirleri bile olmayan insanları simgeleyen bir figür olabileceğini düşünüyorum...Teşhirci adamsa zenginlik,güç ve iktidar sahiplerinin tarafında duruyor.Adamın teşhirine karşı elbisesiz ve pipisiz adam,kaybedecek şeyi olmayanlar nasıl davranıyorsa,öyle davranıyor :Derisinin altındakini,ölümün ve hiçliğin ürkütücülüğünü gösteriyor.

Hasan Kaçan bu karikatürü çizerken oturup bunları düşünmedi elbet.Tıpkı Karacaoğlan'ın dizelerini yazarken aruz ve ölçü kurallarını kitabi olarak bilmek zorunda olmadığı gibi.Ama o,kaybedenleri iyi tanıyan bir adamdı..UNUTMAMALI Kİ,KARİKATÜR ASLA SADECE BİR KARİKATÜR DEĞİLDİR...

12 Haziran 2011 Pazar

11 eylülü hatırlamak...



Uploaded with ImageShack.us

Aradan 10 yılgeçmiş hatırlamakta biraz zorlanıyorum..Usamenin adamları olduğu söylenen kişiler Abd'yi buna benzeyen bir şekilde vurdulardı..Öyle mi oldu idi gerçekten?.Gerçekler ortaya çıkınca en tutucu Amerikalıların bile dudağını uçuklatacak şeyler mi vardı yoksa?...Usame değil de bu gerçekler gömülmek istendi belki okyanusa..Aslına bakarsan ben 11 eylül saldırılarını El Kaidenin gerçekleştirdiğine de,Abd'nin ve Cia'nın 10 senedie Usamenin nerede olduğunu bilmediğine de bir türlü ikna olamadım...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Derin denizlere gömülen korku



Usame Bin Ladin'i öldürdüğü söylenen CIA'in cesedini denize gömmesinin nedeni,adına türbe yapılıp şefaat dilenilmesini engellemekmiş.Amerikalılar Usame'nin bir direniş sembolü ve figürüne dönüşmesinden ödü patlıyor besbelli.Fakat kendini Usame ilan edenlerden,Usamenin aslında ölmediği hatta ölümsüz olduğu iddialarının vereceği ilhamdan nasıl koruyacak acaba?Usamenin, deniz Tanrısı Neptün gibi elinde üç dişli yabası ile dirilip cihat ilan etmesi için mi gömdüler onu oraya?..(Dikkat:Üç dişli yaba yalnız mitolojik denizler tanrısı Neptün'ün değil şeytanın/mefistonun da simgesidir aynı zamanda!)Bir cinayet işledikten sonra delilleri yok etmek için cesedi denize atan o klişeyi nasıl da çağrıştrıyor bu olay dikkatinizi çekti mi?Acaba hangi sırlar gömüldü Usame'den başka denize?Katil olduğu söylenen kişi hiç bir açıklama yapılmadan infaz edildiğine göre,Usame'nin aslında Amerikanın hesabına çalışan biri olmadığına nasıl inanacağız?11 eylül saldırılarının aslında CIA tarafından planlanıp Dünyanın çeşitli yerlerini işgal etmek için bahane yaratıldığı iddialarının gerçek olup olmadığını nasıl sınayacağız?"Adalet yerini buldu" demiş Obama;Irakta öldürülen onbinlerce masum insan hangi adaletin yerine getirilmesine hizmet etti acaba?...

Usame gibi kanlı katilleri nur yüzlü peygamberlere dönüştürecek kadar zalimlik yaptıklarını ne zaman fark edecekler sahi?...(Filistin yetmeyecekse Irak'a yaptıkları yeterli...)

21 Nisan 2011 Perşembe

Sakine vicdanımızın ölçüsü olsun...



Uploaded with ImageShack.us

Arap uyanışının Libya versiyonunda,Kaddafi adam gibi çekip gitmesi gerekirken alçakça davranmayı seçti ve halkını katletme konusunda hiç bir sınır tanımayacağını ortaya koydu.Bunu fırsat bilen BM Barış(!)Gücü ve Nato yıldırım hızı ile müdahale kararı alıp Libya'yı bombalamaya başladılar.Bu saldırganlığın arkasında büyük bir olasılıkla Kaddafi'den çok,Arap halkının uyanışından duyulan endişe rol alıyordu.Arap uyanışının nereye gideceği belli değildi:Belki bu hareketler zamanla büyük bir toplumsal devrime doğru ilerleyecek,belki de Arap dünyası kapitalist emperyalist dünya düzeninden kopmayı tercih edecek,petrol kapitalist emperyalist zincirin halkalarını kırmak için önemli bir işlev üstlenecek,İsrail'e karşı büyük bir kuşatma çevirme başlayacak,zamanla bölgedeki İsrail/Amerikan hegemonyası sona erdirilecekti.Bu olasılıktan korkan Batılılar barbar diktatörün hışmından mazlum insanları koruma bahanesi ile Libya'ya saldırdılar.Bu saldırganlığı desteklememizi istiyorlar,bunu sağlayabilirlerse,ileride yapacakları başka saldırıları için de meşru gerekçeleri olacak.Bu gayretkeşliğe rağmen,ben Arap ülkelerindeki ayaklanma ve isyanların,büyük arap uyanışının fragmanları olduğuna inanıyorum.Bu uyanışın büyük toplumsal devrimlere kadar uzanması belki de on yılları alacak...Fakat emperyalistlerin hiç de arzu etmedikleri sonuçların ortaya çıkacağı konusundaki inancım çok kuvvetli.

Bunlar olup biterken "Sakine" meselesi nereden çıktı diyebilirsiniz..Hatırlayalım:Sakine Muhammedi Aştiyani,sevgilisi ile bir olup kocasını öldürdüğü gerekçesi ile yargılanıp Recm cezasına çarptırıldı.Bu olaya karşı uluslararası tepkiler artınca İran'daki infaz gecikti.Bir ara Sakine'nin gizlice asıldığı söylentileri ortaya çıktı.Sonra Sakine'nin oğlu,yabancı basına demeçler verdi.Annesinin suçlu olduğuna inandığını,ancak Babasından sonra onu da kaybetmek istemediğini,bu nedenle idamına karşı çıktığını söylüyordu.Sakine ise oğlunun yabancı basına demeç vermesine çok kızmıştı.Şu sıralar ne oluyor acaba?Sakine korku ve ızdırap içerisinde verilecek cezanın infazını bekliyor.

Sakine'nin akıbeti konusunda yaygın olan kanaat,İran rejiminin onu idam etmekten vazgeçmeyeceği.Çünkü İran rejimi onun suçlu olduğuna,şeriat hukukuna göre bu suçun bağışlanması,hatta hafifletilmesinin mümkün olmadığına karar vermiş durumda.Recm olmazsa asılarak idam edilecek.İran adaletinin yuuşayacağı en son nokta,asılmak sureti ile infazı...

Batı'da onun suçlu olmadığına,haksız ve adaletsiz bir yargılama sonucunda bu cezaya çarptırıldığına inanan çok.Bir kısım medya da,suçlu olsa bile verilen idam cezasının çok ağır olduğunu,batıdaki gibi ağır hapis cezası ile cezalandırılmasının doğru olacağını savunuyor.

Ya siz?Sakine'nin suçlu olduğuna inanıyor musunuz?Bunu gerçekten yapmışsa,sevgilisi ile bir olup da kocasını planlayarak öldürmüşse ne olmalı onun suçu?O da bunun bedelini canı ile ödemeli mi?Yoksa bizdeki gibi ağırlaştırlmış müebbetle mi cezalandırılmalı?

Diyelim ki gerçekten suçlu.Bunu neden yapmış olduğunu araştırıp ortaya koymak vicdan ve adaletin gereği değil midir?Acaba oğlu,annesinin suçlu olduğuna inanmasına rağmen,asılmasına neden gönlü razı olmamıştır.Annesi olduğu için mi?Bir evladın ebeveyni hakkında herkes gibi düşünemeyeceği için mi?Ya oğul annesinin koca şiddeti karşısında çektiği büyük ızdıraplara tanıklık etmişse?Annesinin kapana kısılmış halinin farkında ise?Izdırap ve işkenceye dönüşmüş bir hayattan kurtulamadığı için yasadışı bir aşka kurtuluş umudu ile sarıldığını görmüş,hissetmişse?Bütün suçunun insan yerine konulmak ve insan gibi yaşamak arzusu olduğunu,acı içinde kıvranan ruhunu yatıştırmak için cinayet dahil her şeyi göze aldığını biliyorsa?
İran adaletinin varacağı en son nokta recm yerine asma.Ya sizin vicdanınızın varacağı en son nokta ne?

Recm cezası verilen Sakine Aştiyani

16 Nisan 2011 Cumartesi

Çıplak Zaman



Bilgisayarda dijital müzik yapmaya devam ediyoruz..Adını tesadüfen koydum :Çıplak Zaman..Kimbilir hangi eserin ismi idi bu?Norman Maier'in romanının adı mı diye düşündüm..Ama onun adı Çıplak ve Ölü idi...Amaç müzik yapmaktı...İsim tamamen rastlantısal(Belki evrende hiçbir şey rastlantısal değildir..Her şeyin nedeni,bilinçdışının o karanlık sınırlarının ötesinde gizlidir...Her neyse..Bu da bir deneme...Ama bir gün gerçekten mükemmel bir müzik yaratacağım,sözüm söz...

14 Nisan 2011 Perşembe

Bobiler Örg'ün yeni iğrençlik klasiği :Ağlama Duvarı!.



Photoshop, gif maker ya da premierre gibi programları kullanmayı iyi kötü becerebiliyor,hatta bir takım amatörce sanatsal çalışmalar yapıyorsanız bobiler.org adlı sitenin adını duymuş olma ihtimaliniz yüksek.Bilmeyenler için basitçe açıklama gerekirse,amatör çizerlerin,webmaster ya da reklamcıların ticari amaç gütmeyen yapıtlarını yayımladıkları bir site Bobiler.org.Daha önce adı embesil.org imiş...Çok başarılı olup büyük bir ziyaretçi kitlesi kazanmş bir site.Her gün onlarca,yüzlerce "monte" yayımlanıyor ve binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor.Bu kadar büyük bir trafiğin altından kalkabilmek kolay iş değil tabii.Bunun için çok sayıda admin çalışıyor, sunucular için binlerce lira bedel ödeniyor olmalı.Ama biraz girip çıkan,kurcalayan insanlar,bu çarkın nasıl döndürüldüğünü anlamakta gecikmez.Bobiler örg,kendi çapında hiç bir sitenin ya da portalin alamayacağı kadar reklam alıyor.Muazzam reklam geliri olduğunu ve bu siteyi işletenlerin de reklamcılar olduğunu düşünüyorum.Belki finanse ettikleri bir reklam şirketleri de vardır...

Zenginin malı züğürdün çenesini yorar derler ya...Benim gözüm yok,umurumda da değil ne kadar kazandıkları.Fakat buradan indirdiğim resimleri facebooktaki sayfamda yayınladığım halde kaynak göstermiyorum.Hatta bobiler.örg logosunu photoshopta temizledikten sonra yayımlıyorum.Buna çalma mı dersiniz ne derseniz deyin,umurumda değil.Çünkü çok haklı bir nedenim var.Bu siteye ziyaretçi göndermek istemediğim için bu şekilde davranıyorum. Kaynak göstermek istemememin nedeni bobiler.org'de aşırı bir şekilde reklam bulunması,kelimenin tam anlamıyla bir "spam" ve reklam çöplüğü olması.Alanen reklamlardan bahsetmiyorum,gizli reklamlar var,güya amatörler tarafından yapılmış "monteler" gibi gözüken oysa aslında reklam olan sinsi spamlar...Merak edeniniz varsa "salak reklamlarla dalga geçmece" adlı konuyu tıklayıp "montelere" göz atsın.Yüzlerce firmanın yüzlerce reklamını görecekler.Elbetteki bunlar amatör işler sanıldığı için maliyeciler falan da olayı bilmiyorlar..Sadece bu konuya değil,detaylı bir araştırma ile yarım saat içinde en az 300 tane gizli reklam ve spama rastlamak mümkün...Bu reklamlar o kadar sinsi ki,bu spam çöplüğüne ziyaretçi göndermek istemediğim için kaynak göstermiyorum.Fakat çokça ziyaret edip bu sitenin "montelerini" kullanmamın nedeni,burada zaman zaman şaşırtıcı yaratıcılık örneklerine ve mizaha rastlamam.Çoğunlukla 12-16 yaş grubundan olduğunu tahmin ettiğim yeni yetme genç insanlar bunlar(yorumlardaki üsluplarından belli oluyor yaşları!)..Tabi her zaman zeki ve yaratıcı olamıyorlar,çoğunlukla saçmalıyorlar...Ama o yaştaki genç insanları anlayışla karşılamak lazım.Onların eksikliği,kendilerine yol gösterebilecek ağabeylerinin olmaması.Bobiler örg yöneticilerinden bunu (yol göstericiliği) beklememek lazım.Çünkü onlar, ceplerini doldurmaktan ziyade pek bir şeyi umursamayan tuzu kurular...Yol gösterici derken bir zamanların Oğuz Aral'ı gibi birinden söz ediyorum.Bugünkü köklü popüler mizah geleneğinin mirası Oğuz Aral'a aittir.Onun sayesinde idi o mizah dergilerinde güçlü sol ve demokrat duruş.Bugünün mizah dergilerinde ırkçılığa,cinsiyetçiliğe,nefret söylemine pek rastlamıyorsak,bu Oğuz Aral'ın gençleri yetiştirme konusundaki ısrarlı tutum ve çabası sayesinde mümkün oldu.Diyeceğim o ki,Gülmece bir kültür işidir.Gülmece sırtını demokrat,muhalif,sol geleneğe dayamıyorsa,doğası gereği kolayca ırkçılığa,cinsiyetçiliğe,şiddet ve nefret söylemine savrulabilir..Bunun nedeni çok açık :Gülmeyi,farklı olanı dışlamak için onunla alay ederek öğreniriz...Gülme,kesinlikle masum bir eylem değildir.Hayvansılktan,vahşilikten,linç etme dürtüsünden beslenir.Ancak terbiye edilirse muhalif bir tavrın aracı olabilir...

Şimdi yukarıdaki bobiler örg'den aldığım "ağlama duvarı" konulu monteye göz atalım.Yahudilerin kutsal saydığı bir şeyle iğrenç bir şekilde alay ediyor ve bir de üstelik hepsini topyekün "gaylere" benzeterek hem yahudileri,hem de eşcinselleri aşağılamış oluyor...Irkçılık,nefret,anti semitizm,cinsiyetçilik ne ararsan var...Hem de en hoyrat üslupla!...Muhtemelen bunu yaşı küçük bir yeni yetme yapmştır..Üstelik büyük bir olasılıkla kendini emperyalist yahudi devletine karşı mazlum filistin halkının saflarında gören biridir.Bu genç insanlar,kültür dediğim o şeyden beslenmedikleri için,yol göstericiye sahip olmadıkları için,bu şekilde düşünüp etliyi sütlüye karıştırmaları normal.Elbette siyonist israil devleti,bugünkü haliyle insanlık için büyük bir tehdittir ve yaptığı kırımlar nedeniyle büyük bir nefret uyandırması son derece doğaldır...Ama gerçek bir eleştirel duruş,hakiki bir mizah,onları mahkum edeyim derken böylesi bir ırkçılığa,böylesi bir ilkel nefret söylemine kucak açmaz..

1.ödülü

   

Gerçek mizah için örnek vermek gerekirse,Ahmet Öztürk Levent’in yukarıdaki ödüllü karikatürüne göz atmanın tam zamanı...Burada da konu "ağlama duvarı".Üstteki İsrail askerleri filistinlileri katlederken alttaki hacılar aynı duvarı ağlamak için kullanıyorlar.Kendi vahşetleri,düşmanlarından aşağı kalmadığı halde yine de kendilerini mağdur gibi göstermelerindeki büyük çelişkiyi nasıl çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş sanatcı,haksız mıyım?Elbette bir önceki resimdeki yeni yetmeden bu denli büyük bilinç ve duyarlılık, bu derece etkileyici bir anlatım beklemek haksızlık olacak.Ama şu da bir gerçek :Birileri gerçek sanatı savunmadıkça böyle akıl yoksunu işler ortalığı kaplıyor.Bunun da adı kültürsüzleşmedir,yozlaşmadır...
Bobiler.örg'de ırkçılık,cinsiyetçilik ve nefret söylemi konusunda daha çok fikir edinmek için "ağlama duvarı" adlı konuya göz atınız :http://www.bobiler.org/k.asp?id=3965

11 Nisan 2011 Pazartesi

"Ada"...Dijital müziğimize devam!..



Bilgisayar programı ile yaptığımız müziklere devam..Bu parçayı Ableton ile yaptım.Sonuç hoşuma gidince ritm (drum kit) kullanmadım...Burada kullandığım gitara(guitar darling)stüdyo reverb efekti uyguladım,sonuç iyi oldu..Genel olarak kusurları var tabii..Daha milimetrik çalışarak daha mükemmel sonuçlar elde etmek mümkün...Fakat bunlar bir programı kullanıp özelliklerini keşfetme yolunda deneyler olarak görülmeli...Kulağa(kulağıma) hoş gelen bir parça yaptığımda mutlu olduğumu hissediyorum,sanırım önemli olan da bu..Görüntüler fiji adaları ile ilgili bir kısa filmden alındı..Kaynak vimeo.Parçanın adına gelince...Tamamen tesadüf.Galiba son yıllardaki aşırı içine kapanık ruh halimle ilintili bu..Yaşlandıkça insanlardan uzak doğaya yakın olmayı sevmeye başladım.Bu parçanın ismi de,melodik yapı da,kullandığım görüntüler de bu halimi yansıtan öğeler...Neyse,bu kadar gevezelik yeter...Sazdan başka bir enstrüman çalamadığı halde bilgisayar programı ile hafif müzik yapma ukalalığı içindeki bir amatör müzisyenin yaptıkları sizde merak uyandırdı ise,buyurun izleyin,dinleyin...

21 Mart 2011 Pazartesi

Gönlümüzün Şampiyonu Sercan Yenice & Pascal



Tabiatı çıkarlarımız uğruna ezip yok ettiğimiz,her şeyi kendi rahat ve konforumuz için araçlaştırdığımız bir dünyada ne güzel bir manzara bu!...O sokaklarda çoğalıp sayılarının artmasından nefret ettiğimiz,belediyenin buna bir çare bulması için içten içe yalvardığımız köpekler,ne müthiş,ne zeki,ne duyarlı yaratıklarmış meğerse!..Paskal bunu kanıtlamadı mı?Ezip yok ettiğimiz tabiat,orada idi işte.Paskalın kılığına girmiş,bizlere doğa ile nasıl ilişki kurabileceğimizi fısıldıyordu.

Yetenek Sizsiniz yarışmasını sürekli izlemek gibi bir takıntım yok.Ama finali izlediğime değdi.Yarışmacıların müthiş performansı nedeniyle değil,Sercan Yenice ve sevgili dostu Pascal'ı tanıma fırsatı bulduğum için.Köpeği ile oluşturduğu o mükemmel uyum,Pascal'a karşı davranışlarındaki o müthiş insancıllık,köpeğin performansını ödüllendirirken davranışlarındaki o yapmacıksız sevgi o denli etkiledi ki beni,keşke mümkün olsaydı da,bu müthiş adama sarılabilseydim!...Hayvanları seviyorum,ama ne yazık ki fobi derecesindeki takıntılarım nedeniyle evde hayvan besleyemiyorum.Platonik bir aşk benimkisi.Belli ki Sercan Yenice bizimkisine benzer takıntılı bir ailede yetişmemiş,hayvanlarla içli dışlı olması engellenmemiş.Fakat Sercan'da içli dışlı olmanın da ötesinde bir büyük sevgi,bir büyük bağlılık duygusu var.Hayvan sahibi olarak değil,hayvan dostu olarak görüyor kendini.Paskal'la ilişkisini de gönüllü birliktelik,iki eşit varlığın sevgi temelinde yakınlaşması olarak tanımlıyor.Paskal ise müthiş zeki,ayrıca müthiş duyarlı bir köpek besbelli.Nerede ise insan dilini anlayacak noktaya gelmiş gibi,Sercan'ın isteklerini mükemmel bir uyum içerisinde yerine getiriyor.Gösteri boyunca tanıklık ettiğimiz şey,Pascal'ın marifetleri ve bir köpek eğiticisinin müthiş becerisinin ötesinde bir şeydi.Bu apayrı dünyalara ait iki varlığın arasındaki uyum ve iletişimdi.Bazılarımız,bu müthiş uyumun çok özel bir şey olmadığını düşünebilir.Böyle düşünenler,Pascal'ın çok zeki bir köpek olması nedeniyle öğretilenleri kolayca öğrenip uyguladığına,Sercan'ın onu eğitmek için fazla çaba harcamadığına inanıyor olabilir.Ama bana kalırsa bu müthiş gösteri yalnızca zeka ile açıklanamaz.Çünkü zeki de olsa,bir köpek doğasına uygun olmayan şeyleri öğrenmek istemeyebilirdi.Eğitilmekten hoşlanmayabilirdi.Paskal direnmedi mi kaçmadı mı sanıyorsunuz?Fakat Sercan asla vaz geçmemiş olmalıydı.Günlerce,aylarca uğraştı.Olmadı,yine peşini bırakmadı.Yüzlerce kez tekrarladı ve umutsuzluğa düşüp olmayacak dediği anda, Paskal'ın öğrendiklerini kanıtlamaya çalışması,onu sevince boğdu.Köpekle bir insanla anlaşabildiği kadar,hatta belki daha fazla anlaşabileceğini anladı ve bunun çabalamaya uğraşmaya değer olduğuna inandı.Nihayet köpeğin o direnci çözüldü ve kendisi ile iletişim kurmak için onca çabalayıp ter döken bu adamın kendisine büyük bir sevgi duyduğunu anladı.

Gösterinin sonunda bunun çıkarsız,yalansız,dolansız bir sevgiye dayalı bir ilişki olmadığına inanmamak imkansız gibi göründü bana.Sercan'ın bütün isteği köpeğine daha yakın olma isteği olduğunu anladım.Tabiatı çıkarlarımız uğruna ezip yok ettiğimiz,her şeyi kendi rahat ve konforumuz için araçlaştırdığımız bir dünyada ne güzel bir manzara bu!...O sokaklarda çoğalıp sayılarının artmasından nefret ettiğimiz,belediyenin buna bir çare bulması için içten içe yalvardığımız köpekler,ne müthiş,ne zeki,ne duyarlı yaratıklarmış meğerse!..Paskal bunu kanıtlamadı mı?Ezip yok ettiğimiz tabiat,orada idi işte.Paskalın kılığına girmiş,bizlere doğa ile nasıl ilişki kurabileceğimizi fısıldıyordu.Yılmadığımız zaman,sevgi ve ilgiden vazgeçmediğimiz zaman doğanın bize ne kadar yaklaşabileceğinin,nasıl içimize sokulup bir parçamız haline gelebileceğinin gösterisi idi bu.

Kulağımıza ne güzel şeyler fısıldadın,sen binlerce kez çok yaşa Sercan!...Sen de hep onunla ol,zeki,duyarlı ve cana yakın Paskal!...

19 Mart 2011 Cumartesi

Çiçekçi Kız,romantizm ve dijital fon müziği...



Müzik çalışmalarına devam!...Bilgisayarda yaptığım bir enstrümental parça eşliğinde,geçen yıl yazdığım bir şiir,"çiçekçi kız" aynı video klipte bir araya geldi.Şiiri sesli okumadım.Dörtlükler halinde akıyor.Seslendirme yapmayışımın nedeni,müziğe dikkat çekmek istememdi.Kullandığım o mükemmel programla daha çok kafamdakine benzeyen,daha az tesadüfi olan müzikler yapabilecek kadar öğrendim diyebilirim,bu da mutlu ediyor beni.Fakat iyi bir mikrofon ve ses kartım olmadığı için seslendirme kayıtlarım kötü oluyor ne yazık ki.Biraz para harcamak gerekiyor,çok değil aslında,500-600 TL civarında bir para.Ama gel gör ki memur maaşı ile geçinen,üstelik kirada oturan bir adamım ben.Bu nedenle istediğim şeylere sahip olabilmek için beklemek ve önceki taksitlerimi bitirmek zorundayım.

YETER.BLOGUMA DOKUNMA!...



Bir süredir güncellemiyordum bloglarımı.Ama bu arada erişim de engellendi.Kıymete mi bindi her ne ise her gün kontrol etmeye başladım.Web üzerinden blogların yeniden erişime açıldığı duyuruldu.Ama meğerse erişim sağlayıcı servislere mahkemenin tebligatı en az bir hafta sürüyormuş.Bizde yasaklar yıldırım hızı ile uygulanıp iş yasakları kaldırmaya gelince adalet kağnı hızı gibi ilerlediğinden ,hala yukarıdaki resimdeki erişim engeli uyarısı çıkıyor blog adresime tıklayınca.Ara sıra bloglarıma göz atan bir eski dostum,bu uyarı yazısı ile karşılaşınca,yazdığım-pardon- yediğim bir halt yüzünden benim bloguma bir erişim yasağı geldiğini sanmış ve beni arama ihtiyacı duymuştu.Güldüm ve sanki bir halt yemişim gibi bir durum ortaya çıkmasından çocuksu bir gurura kapıldığımı söyledim:))Yıllarca yurt dışında bulunmuş bir arkadaşımdı;Türkiye'deki garip internet sansürcülüğünü pek bilmediğinden,Dijitürk'ün telif haklarını ihlal eden bir kaç yayın yüzünden yüzbinlerce bloga erişim yasağı gelmesi,ona çok garip gelmişti.Bense hukuk fakültesi mezunu bir hukukçu olarak hakimlerin bu denli kolayca erişim yasağı vermesini çok garip buluyorum.Hakim elindeki kanunları bir şablon gibi uygulayan bir çeşit memur değil,adaleti sağlayan çok özel görevli bir insan olmalıdır çünkü.Bu yasak uygulandığında ortaya çıkan vahim adaletsizliği de göz önünde bulundurmalıdır hakim.Kanunun lafzından hareket ederek kolayca bu kararı verebilen hakim,Türkiye'nin anayasasında varolduğu söylenen ilkelere ve Türkiyenin taraf olduğu bir çok uluslararası anlaşmaya aykırı bir hüküm tesis ettiğinin yükü altında ezilmiyor mu?Bu karara varırken,yalnızca olması gereken adalete değil,bir çok uluslararası anlaşma ve anayasanın temel kurallarına ters düşmüş olmuyor mu?Neden Dijitürk'ün telif hakları, yüzbinlerce kullanıcının ifade özgürlüğünden daha önemlidir?Dijitürk'ün para kazanan bir büyük işletme olması ve blog kullanıcılarının hemen hepsinin bu işi ticari amaçla yapmaması mı,Dijitürk'ün çıkarlarını daha önemli hale getirmektedir?

Aslnda fazla yakını sızlanmaya hakkımız yokmuş gibi geliyor bana.Çünkü bugünlerde bir çok gazeteci gülünç nedenlerle tutuklanıp,işinden gücünden ediliyor,hayatları karartılıyor.Daha da kötüsü,yazıp çizdikleri nedeniyle öldürülmüş çok sayıda gazeteci var.Onların karartılıp çalınan hayatları karşısında bizim bloglarda kullandığımız "ifade özgürlüğü" adı edilmeye değmez bir şeymiş gibi görünüyor.Ama aslında böyle değil,böyle olmamalı.İnternetteki sansür ile gazetecilerin ve yazarların başına gelen felaketler arasında kader birliği diyebileceğimiz bir bağlantı var.Blog yasaklarına sessiz kalacağımıza bunu güçlü bir protesto dalgasına dönüştürecek kadar ifade özgürlüğümüze düşkün olsaydık gazeteci ve yazarların başına gelen felaketleri de olağan karşılamazdık.

Facebookta "bloguma dokunma" isimli bir sayfa açıldı.Sayfayı beğenenlerin sayısı 16000'e çıktı.Fakat orada sadece ve sadece şu muhabbet yapılıyor:"Arkadaşlar,bloguma hala erişemiyorum"Bir başkası bloga girme yöntemlerini anlatıyor.İfade özgürlüğü konusunda tek derdi,bloga girip girememekmiş meğerse biz blog yazarlarının.Öfke,kızgınlık,isyan namına nerede ise kimsenin sesi soluğu çıkmaz olmuş.O kadar umutsuz haldeyiz ki,bağırıp çağırmaya bile mecal yürek bulamıyoruz kendimizde...Tek umudumuz,siyasilerin mağduriyetimize anlayış gösterip bu konuda yasal düzenlemeler yaparak kullanıcıların ifade özgürlüklerini güvence altına almaları...Vay anam vay!...Ölme eşeğim ölme...

Nasıl örgütlenebiliriz?Nasıl bir araya gelip bu kararları kolayca alabilenleri büyük bir baskı altında tutabilecek örgütlü bir güç haline gelebiliriz?Bence bloglarımız üzerindeki erişim yasağının kalkmasından çok daha önemli bir husus bu...

20 Şubat 2011 Pazar

Anadolu'nun İsyanı


Anadolunun İsyanı.
Yükleyen ugurcu. - Son dakika haberler

Film herhangi bir kar amacı güdülmeden, konuya duyarlı insanların gönülden destekleriyle tamamlanmıştır. Amacı Anadolu’da HES’lere karşı yürütülen mücadeleye destek olmak, halkın sesini duyurmaktır. HES mücadelesi içerisinde bulunan herkes, bu çekimlerin yapıldığı bölgelerdeki bütün canlılar, bu filmin dolaylı ya da dolaysız destekçisidir. Bu nedenle film, herhangi birinin isminin öne çıkartılamayacağı bir anonim çalışmadır.

Filmin indirilmesi, çoğaltılması ve dağıtılmasında hiç bir sakınca yoktur. Festival ve toplu gösterimler için özel izin alınmasına gerek yoktur.

Anadolu'nun tüm canlılarına armağan olsun..

Paylaşım için:
anadolunehirleri.org/​tr.html
vimeo.com/​vermeyoz/​film

19 Ocak 2011 Çarşamba

19 OCAKTA NE OLMUŞTU?



4 yıldır adaleti, vicdani, hukuku arıyoruz.Bulamıyoruz.
4 yıldır yargıyı, hükümeti, meclisi arıyoruz.Bulamıyoruz.
4 yıldır, sokak ortasında arkadaşımızı katledenlerin
arkasındaki güçlerden söz ediyoruz, laf dinletemiyoruz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi devleti mahküm etti, "ucuz atlattık" diye sevindiler.
İnsanlık hakkımızı kullandık, adalet istedik,çocuk dediler.
Çocuk gitsin, ağabeyleri gelsin dedik, umursamadılar.
Vatandaşlık hakkımızı kullandık, sorular sorduk, cevap vermek yerine dalga geçtiler.
Hrant Dinki aramızdan almalarının 4. yılında
bir kez daha omuz omuza vermek için,
ailesi, dostları ve bütün sevenleriyle birlikte
onu anmak icin 19 Ocak'ta, saat 3'te,
Hrant'ın vurulduğu yerde buluşuyoruz.
Bebekten katil yaratan karanlığa ışık tutmayanlar
o karanlığı istiyor demektir.
O karanlığı hep birlikte ortadan kaldıralım.

Emre Baturay Altınok

16 Ocak 2011 Pazar

SICAK VE SOĞUK,HER İKİSİ DE LAPA LAPA!...

A Short Journey from The Film Artist on Vimeo.



İngiltere'de,lapa lapa kar yağdığı bir kış günü,İngiltere'nin sakin yerlerine yapılan bir araba gezintisinden teşekkül eden bu videoda,fon müziği olarak sıcak Mısır ülkesine ait bir şarkı kullanılmış.Tabiat bembeyaz kardan örtüsünü giyince,dünya ayrı bir güzellik kazanıyor..Küçüklüğümde hatırlıyorum da,sevmezdim lapa lapa kar günlerini..Kış oyunlarından da pek hoşlanmazdım.Nedeni,kansız bir çocuk olmamdı herhalde...Ellerim,ayaklarım çok üşürdü..Büyüdükçe kış manzarasının ne kadar eşsiz birşey olduğunu keşfettim.Sözün kısası,sıcak Mısır müziği ile soğuk İngiltere manzaraları mükemmel ikili oluşturmuşlar...İzlemeye değer!

Modern Dünya...



Uploaded with ImageShack.us


Salvador Dali'nin Modern çağlardan,modern zamanlardan duyduğu ürküntüyü dile getirdiği bu tablosu,gece vakti insanı yatağından sıçratan rüya izlenimlerine benziyor..İncecik,böceksi ve upuzun bacakları üstünde tuhaf bir şekilde devinen bir at ve peşinden gelen filler..Dali'nin kabuslarına ait ürkünç at imgesi ile zaman zaman karşılaşırız onun tablolarında.Filler de sırtlarındaki yükler ve incecik bacakları ile çağımızı simgeliyor besbelli.Akla mantığa aykırı olsa da,anlaşılmaz bir şekilde yoluna devam ediyor bu kervan.Sürekli büyümeye tüketmeye endeksli günümüz iktisadi ve toplumsal sistemi,endişe veriyor,ama kimsenin dur demeye gücü yok bu gidişe.Resimdeki haç çıkaran insanın üzerine mi geliyorlar?O Adamın üstüne gelse de gelmese de, değişen bir şey yok.Çünkü kimse kendini rahat ve huzurlu hissedemez böyle bir dünyada,çağın nimetlerine yakın olmak ya da amiyane tabirle "tuzu kuru olmak",bir şey değiştirmez.

Resimden anladığım şey,kimsenin böyle bir dünyanın parçası olamayacağı,çağının tanığı olmanın imkansızlığı..ve bunun itirafı.Oradaki insan,haç çıkarıyor.Dünyadan vazgeçip başka bir dünyanın avuntusu ile huzur bulmaya çalışıyor.Çağımızın pek barışık olmadığı din ve inanç yordamı ile kendine bir direnç,bir yaşama gücü,bir ışık kaynağı bulmaya çalışıyor.İnsanın tükenişi,dramatik bir şekilde kainatın merkezi olmaktan çıkışı,insanın yerini cansız nesnelerin,paranın ve onun temsil ettiği şeylerin alması...Bu noktada Dinin,insanı yeniden kainatın merkezine koyma vaadi ve bu vaadin cazibesi.

Sanatı ile modern çağın simgelerinden biri olan Salvador Dali,modern dünyadan ürküntü duyan ve çok sık olarak bunu resimlerinde işleyen biriydi...Gerçekliği tahrif ederek daha önemli gerçeklere(hakikate)yol açmak isteyen Dadacı ve Sürrealistlerin peşinden geliyordu;ancak o,içerikte değilse bile akademik sanat biçimlerine sıkı sıkıya bağlı bir sanatçıydı.Biçimleri ve içeriği arasındaki bu gerilimli ilişki,onun dehasına ışık tutabilirdi belki.Dali,"deli" tanımlamasını hak edecek kadar tuhaf bir sanatçıydı.O balmumu ile sertleştirdiği bıyıkları ve bir deliden çok bir soytarıya ait olduğunu düşündürecek bakışları ile,gerçek bir deliden çok gösteriş düşkünü bir şarlatanı akla getirir..Fakat onun için delilik bilinçli bir varoluşsal seçimdi.

Haç çıkaran adamı İsa olarak düşünmüş sanıyorum Salvador Dali.Kafasının üzerindeki ayla da bunu kanıtlıyor.Hristiyanlık ile ilgili olsa da,bu çağla yapılan bir yüzleşme aslında.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kavanozun içindeki turuncu balık



Üç yaşındaki oğlum dün bir ara bayağı mutsuz hisediyordu kendini.Nedeni ise,her geçen gün ne kadar tuhaf olduğunu keşfettiğimiz kapı komşumuz,aynı yaşta oğlunu Bizimkiyle oynasın diye bırakması,yarım saat sonra da oğlumun bağırış çağırışlarına aldırmadan alıp götürmesiydi...Bu kadın gerçekten tuhaftı.Çocuğunu oynasınlar diye mi göndermişti yoksa hapishaneye ziyarete mi göndermişti,anlamakta güçlük çekiyorduk.Hep aynı şeyi yapıp oyunlarını bozuyordu.Bu kadarına da yeter artık edim,bağırdım çağırdım.Eşime"bir daha göndermesin" dedim.Her seferinde aynı şeyi yapıp çocuğu mutsuz etmesine artık katlanmamasını öğütledim.

Berk'in(oğlumun) mutsuzluğu geçsin diye çarşıya çıkardık onu.Yorgundu,uyuya kaldı.Akvaryum balıkçısına girdik.Yüzlerce küçük balıktan,bir iki muhabbet kuşu bir de papağandan oluşan küçük bir dükkan..Ama bir şey daha vardı,minik bir yavru köpek.On onbeş metrekarelik dükkanda köpeciğin zor şer sığdığı üstelik dışarısını da görecek penceresi olmayan bir kafeste tutuluyordu hayvancağız...Orada inliyor feryad ediyordu.Sevme bahanesi ile kapağı açtım.Çok şeker bir köpekti,ama eşim her nedense bu kadar küçük bir yaratıktan tedirgin olunca dükkanda çalışan genç çocuk bunu bahane edip tekrar o daracık kafese koydu.Müşteri mi yoksa çevre dükkanlardan birinde mi çalıştığını anlayamadığım orta yaşlı bir adam,inleyen ağlayan köpeği sözümona sevecen bir edayla-kerata yeğeninin azarlar gibi-"sus lan!" diye azarladı.Orada hayvanın acı çekmesinde olağandışı hiç bir şey bulamamıştı anlaşılan...

Köpeğin iniltilerinin eşliğinde balıklara göz atmaya başladık. Bir kavanozla bir balık alırsak buna çok sevineceğini söylüyordu eşim."Alalım öyle ise" dedim.Yüzlerce küçük balığın arasından turuncu renkli olanını seçtik.

Böyle bir kavanozun içinde balık beslemek zor değil.Ama orada mutlu olacacağına inanmıyorum bu küçük yaratığın.Yaşadığı yerin daracık olması sıkıntı yaratıyordur muhtemelen.Ama daha da kötüsü kendini güvende hissetmiyor.Gürültü,patırtı ve sarsıntılardan çok tedirgin olup panik yapıyor,saklanmaya çalışıyor.Bana henüz güvenmediği belli.Saklanmaya çalışıyor ben yaklaşınca.Bunun adı hayvan sevgisi mi?Niye onları esaret altıda tutuyoruz?Doğalarına hiç de uygun olmayan yerlerde yaşamaya zorluyoruz öyleyse?Sevgi, empati duygusu olmadan var olamıyors,a onların o daracık yerdeki sıkıntıları neden geçmiyor bize?Hiç değilse bir tane daha satın alayım,eşi olsun,o zaman kendini daha az yalnız hisseder diye düşünüyorum,ama bu şekilde bir varlığı daha esaret altına almış olmayacak mıyım?"Hayvanlar bizim gibi değildir,bizim kadar sıkılmazlar..." ya da "ben almasam başkası alacak"gibi düşünceler geçiyor kafamdan.Bahane çok nasıl olsa!...

Neden tabiatı yalnızca insan ve eşyalardan ibaretmiş gibi görüyoruz?Onların da bizim gibi varlıklar olduklarını,onların da sıkılıp mutsuz olduklarını,onların da esaret ve kölelikten bizim kadar nefret ettiklerini kabul etmek işimize gelmiyor olabilir..Ama daha derin bir nedeni de olabilir bunun..Biz farkında olmadan köleleşmişiz.Hayatın monotonluğunu,bizi köleleştiren kuralları,yaşam dünyalarımızın en öznel alanlarına kadar sızmış iktidar ilişkilerinin kastre edici gücünü kanıksamışız,bunları doğal saymaya başlamışız.Belki de bu nedenle hayvanların özgürlüklerinin ne denli önemli olduğunu tehayyül edemez olmuşuz.Sorun işte dönüp dolaşıp insan nedir noktasında düğümleniyor.

Hayvanlarla kurabileceğimiz en anlamlı ilişkinin,onları evcilleştirmekten değil,onları kendi doğal ortamlarına ait varlıklar olduklarını kabul etmekten geçtiğini anlayabilirsek,onları ancak kendi doğal ortamlarında sevebilmeyi başarabilirsek,kendi özgürlüğümüze ve doğamıza giden kilitleri açabiliriz belki.Bu da şimdilik,her şeyi ekonomik değerine göre işlevselleştiren bugünkü iktisadi ve toplumsal düzende pek öyle kolay görünmüyor...

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR :

İNSANAT BAHÇESİ

Doğuştan bir hayvansever olduğumuz halde sonradan bu duyguyu yitiriyoruz.Hatta öyle yitiriyoruz ki, bizlerin , daha ince düşünebilme yetisi gibi ufak bir farkla onlardan ayrılan hayvanlar olduğumuz gerçeğini büsbütün unutuyoruz


İNSANLIĞI TEHDİT EDEN TRİBÜNDEKİ BOĞA

Hayatım boyunca boğa güreşi seyretmedim canlı olarak.Ama seyretmiş gibi oldum,bazen çok da zevkli olabiliyormuş...Gerçi ağır yaralanıp yoğun bakıma alınan iki kişiden biri 10 yaşında bir çocukmuş.Bu yaşta bir çocuğun başına gelenlere üzülmemek elde değil.Çocuk bile masum değil aslında o arenada.Ona bu ölüm oyununu seyrettirerek çoktan kirletmişler çünkü masumiyetini.

6 Ocak 2011 Perşembe

Yaşamına kendi isteği ile son vererek 2002 yılında aramızdan ayrılan Sevgili Dostum Zafer ekin Karabay için...



sesini tenime gizliyor bir karanlık, uyuyorum.
bulduğum ilk mitolojide kaybediyorum tanrıyı.
rüyalarımdan mahno'yu sorumlu tutup
paris'te veremden öldürüyorum gerçekleri.
babam ajans haberlerinde kendisinin ölümünü
dinliyor ve bana gelmeden önce eurydic'i
üçüncü kez kaybediyor orpheus

uyanıyorum, sevgilimin gözlerinde
ancak bir kadının çekebileceği kadar acı.
durgunluk ve sokaktaki susku. yüzüme elektrik
faturaları çarpıyor, kimlik kartım ve sınavlarım.
çatılarda kuşların her zamanki konukluğu.
ansızın dönüyorum odama, odamda uçları eprimiş
bir halı ve acıları genç werther'in
ZAFER EKİN KARABAY(1975-2002)

Genç werther'in acılarından bahsediyor şiirinde Zafer...Ama ben tanıyordum onu,biliyorum aşk acları değil bunlar;Onun asıl ilgisini çeken Werther'in intihar etmesi hikayenin sonunda...Şiirleri bu temanın etrafında dönüp dolaşıyor,bir kelebeğin ışığın etrafında dönüp durması gibi..Ölüm ile ışık benzetmesi çok yadırgatıcı,ama zafer ölümü ışığı sever gibi seviyordu.Bu şiirleri tekrar ederken ürperiyorum ve sanki yakında olacak şeyin farkına varmışım ve sanki uyaracağım onu böyle birşey olmaması için...Peki onun ölümde bulduğu ışıktan daha üstün neyimiz vardı?vardı aslında..Ona yetmeyecek kadar olsa da herkeste,onun ölümde bulduğundan daha değerli bir ışık vardı...Herkes bir parça götürseydi o ışıktan ,kurtulurdu belki...Ama bizim gibi kurtarılmayı bekleyenlerin ona kurtuluş götürmesi mümkün müydü?Ya eceliyle ölene kadar hayatta kalmayı başarabilmek bir kurtuluş mu?İşte Zafer bizi böyle karanlık suallerle baş başa bırakıp gitti...

4 Ocak 2011 Salı

Bahadır Baruter ve Saltanat Böcekleri...




Aslında "web böcekleri nedir?" diye bir başlık atacaktım bu yazıya.Fakat bu yazının konusu virüs ve benzeri zararlı yazılımlar değil(ki bilgisayar virüsleri içinde web böcekleri adında bir kategori var...)Karikatürist Bahadır Baruter'in resimlediği,internet üzerinden pazarlanan iskambil kağıtları..Osmanlı saray erkanını böcek ve haşeret biçiminde çizmiş.İçlerinde lalalar,paşalar,sadrazam ve padişahlar var..Bahadır Baruter,aklına gelen bu fikri eskizlere dönüştürünce ortaya çıkan figürler karşısında büyülendiğini söylüyor.Şunları söylemiş Baruter çizimleri için :


"Birbirine taban tabana zıt iki imgenin zihinlerimizdeki katılaşmış izlenimlerini sorgulatmak istemiş olabilirim. Görkemli, kudretli ve ilelebet baki olması düşünülen yüce ‘saltanat’ imgesiyle, önemsiz, küçük, zayıf ve kısa ömürlü bir varlık imgesiyle özdeşleştirdiğimiz ‘haşarat’ın ezberlerimizdeki konumlarını birbirine kırdırmak diyebiliriz."



Ama bu iskambil destesinin internet üzerinden tanıtımı başlayınca çizer için umulmadık tepkiler patlak vermiş.En ağır hakaretlerin bininin bir para olduğu bir linç ortamı oluşmuş."Senin ananı, bacını böcek yapsalar iyi mi olur?" şeklinde örneklenecek hakaretler,belki ürkütücü boyutlara varmasa tam da onun lombakta çizdiği
"sevgi ya da nefrette sınır tanımayan" absürd tiplerinin tipik davranışlarını andıran,tam Bahadır Baruterlik bir manzara" diyebileceğimiz bir ortam oluşmuş.Belki de bu nedenle çizer,ilk anda reddetmek istememiş bu tepkileri.Bu karalama kampanyasının karşısında olumlayan eleştirilerin bir arada bulunmasını istemiş.Fakat bu linç kalabalığına arada bir "yapmayın etmeyin,abartmayın ayıptır" gibi aklıselim tepkiler verenlere karşı ezme,boğma ve linç etme kampanyası başlatıyorlarmış anında.Durum öyle vahim bir hal almış olmalı ki,olumlu ve olumsuz bütün yorumları silmek zorunda kalmışlar.Bahadır Baruter,bu tepkilerden çok ürkmüş besbelli.Daha önce karikatürcülere karşı toplumda belli bir hoşgörünün mevcut olduğunu sandığını,ama aslında karikatürcüler de dahil sanatçıların,etrafı cehennem alevleri ile çevrili bir sırça köşkte yaşadıklarını anladığını itiraf ediyor,toplumda varlığına inandığı hoşgörünün asla mevcut bulunmadığını söylüyor...

Bu garip hadisede düşündürücü çok şey var.İlki bu aşırı tepkici güruh,Bahadır Baruter'in karikatürlerini takip etmiyor besbelli.Etselerdi,Baruter'in Osmanlılarla ilgili pek öyle sorunu olmadığını da bilmeleri gerekirdi.Ben kendi adıma,şimdiye kadar onun çizimlerinde Osmanlı düşmanlığı anlamına gelebilecek bir olguya rastlamış değilim.İlk olarak bu linç güruhunun "çuvalladığı" husus bu.Kendileri gibi Osmanlı simalarını aziz mertebesinde görmeyen herkesi Osmanlı düşmanı sanıyorlar..Daha doğrusu Osmanlılar söz konusu olunca aşırı sevgi/tapınma ve nefret/düşmanlık gibi iki patolojik tutum dışında her hangi bir tutumun mümkün olmasını istemiyorlar...Bahadır Baruter'i yeterince uzun bir zamandır takip edenler,çizerin her hangi bir düşünce fikir ya da akımın yanında açıkça saf tutmadığını bilirler.Elbette o,siyasal içerikli karikatürler de çiziyor,ama onu belli bir siyasal akımın sözcüsü saymak imkansız.Böyle iken yazarın maruz kaldığı bu bu aşırı tepkiler,bu ülkede çoğunluğun aydınlara karşı tutumunu çok açık ve net bir şekilde belgeliyor.Hrant Dink gibi belli bir fikrin ödünsüzce arkasında duran aydınların ödemek zorunda olduğu bedeli gözler önüne seriyor.Nasıl Baruter,aslında hiç kastetmediği bir şeyle,Osmanlı düşmanlığı ile itham ediliyorsa,Hrant Dink'de onun düşüncesini ve mücadelesini tanımayan "yüksek hakimler"
tarafından asla kastetmediği bir şey nedeniyle mahkum edilmişti.Hrant Dink'in Türklere karşı nefret dolu yazılar yazdığı gerekçesi ile cezalandırmış ve onun katline giden yola kırmızı halılar döşemişlerdi...

Aslında sorgulanması gereken bir başka husus daha var ki,Baruter özellikle bu noktaya dikkat çekiyor.Baruter'in böceklerden nefret ettiğini sanıyorlar...Belki de böceklerden nefret ve tiksintiyi son derece doğal bir şey sanıyorlar.Oysa Baruter'in de söylediği gibi,böcekler son derece ilginç varlıklar.Doğanın düzeni ve yaşamın sürekliliği için yadsınamaz bir öneme sahipler.Öte yandan Baruter'in dediği gibi" hiçbir böcek türünün kurbanlarının kadınlarına tecavüz etmediği ve çocuklarını diri diri gömmediği ve düşmanlarına zevk için işkence etmediği bir dünyada insanoğlu tüm bunları büyük bir vicdan rahatlığıyla yapabilen bir varlık olarak çok daha tiksinçtir diye düşünüyorum. Savaşlarda birbirimize yaptıklarımızı hatırlayalım, en zehirli böcekten çok daha ölümcül değil mi bizim bombalarımızın zehiri.""Bence" diyor çizer"insanoğlunun böceklere olan düşmanlığının kökeninde bir gün öldüğünde onlar tarafından yenilecek olduğunun bilgisi ve korkusu yatıyor."

Aslında ciddi iddialarla değil,mütevazi amaçlarla çizilmiş bu ilginç ve güzel resimlerin yaratıcısının hiç hesaplamadığı infial yüzünden yorum ve eleştiriye kapatılması,haşere meselesi konusunda yeniden düşünmemize neden oluyor..Bir şeyi tartışmak için olması gereken en asgari saygı ortamını yok ederek,fikir özgürlüğü dediğimiz şeyi bizzat kendi kendilerine yasak etmiş olmuyorlar mı?Bütün tolerans sınırlarını darmadağın ederek kendi kendilerini susturmuş olmaları durumu,onları bir böcek ilacı ile ortadan kaldırılmış haşerelere benzetmiyor mu?Bu kesinlikle tam da Fatih Solmaz/Bahadır Baruter'lik bir durum!..