27 Aralık 2009 Pazar

YAŞADIĞINI İTİRAF EDEBİLMEK

240Õ320_004 Muhafazakar görüşlülerin övünmeyi pek sevdikleri gibi türk insanı içten değil, içtenpazarlıklıdır.Çünkü içtenliğin zorunlu kıldığı yakınlık ve paylaşma hissinden yoksun insanlarımız, mesafelidir.”Özel şeyler,özel konular”sürekli horgörülür,gizli kapaklı dünyalara hapsedilir.Üstelik bu ,yalnızca geleneklerin hüküm sürdüğü toplumsal çevrelerde değil,okumuş yazmış,geleneksel yaşamla belli bir mesafe koymuş şehirli insanlarımız arasınında da yaygın bir eğilimdir

Bir aralar itiraf.com adlı bir site vardı.Hala var mı bilmiyorum,bakmaya üşendim.Eskiden çok popülerdi,ilgili ilgisiz herkesin hakkında bir şeyler duyacağı kadar.Bir defa baktığımı hatırlıyorum.Çoğunlukla kendilerinin asla yaşamaya cesaret edemeyeceği sapkın cinsel fanteziler,uydurma cineyetler,şunlar bunlar...Şüphesiz bunların küçük bir kısmı gerçek vakalardı,ama sapla saman fazlası ile birbirine karışmış,insanların gerçek dünyasına dair ne varsa buharlaşıp uçmuş,gerçek dünyanın yerinebeceriksiz bir tanrının vakit geçsin diye birkaç saniyede çiziktirip attığı kurgusal bir dünya gelmişti.İnternette ortaya çıkan bir çok trend gibi bu da doğal ömrünü tamamlayıp köşesine çekildi.

İtiraf,vicdan rahatsızlığının dışavurumudur.Kişi kendini suçlu hissetmekte,işlediği suçu kendi ahlak anlayışı ile bağdaştıramamakta,bu suçun kendinin bir parçasını oluşturmasından rahatsızlık duymaktadır.İtiraf eden kişi ,suç saydığı şeyi ve suçluluk duygusunu dışa vurarak bağışlanmayı ya da hoş görülmeyi talep etmektedir.İtiraf amacına ulaşırsa,ödenen bedel ve talep edilen bağışlanmanın kabulü ile suçluluk duygularından kurtulabilirse,bu eylem benlikte temizlenme,arınma sağlar,kişi normal haline döner.Suçlu hissedip bunu itiraf edemeyen,deşarj olamayan ruh,bu yükün ağırlığı ile ızdırap çekmeye başlar.Elbette ızdırap sonsuza dek sürmez;ancak itiraf edilemeyen o şey,benliğin bir parçası haline gelip ruhtaki değerler sistemini erezyona uğratır.Bu ağır bir bedeldir;çünkü kişi alt edemediği suçluluk duygusu yüzünden benlik değeri ve benlik saygısını yitirmiş olur.

Ancak itiraf başka amaçlar için de başvurulan bir yoldur.Kişi itiraf ederek,kabul edilmeyen isteklerini

Kabul ettirmeye,kendi ihtiyaçlarını yaymaya,yani toplumun hoş görmediği isteklerini normalleştirmeye çalışır.Bir eşcinsel,hoşgörülmeyi olduğu kadar cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için de

İtirafta bulunur.Önce itirafta bulunup sonra eleştirilerle karşılaşan bireyin kendini şiddetle savunması,kendini çoktan bağışladığını;isteğinin ,davranışının ya da durumunun başkalarının gözünde de normal karşılanmasını istediğini göstermektedir.

Yalnızca bireysel itiraftan değil, itiraf kültüründen söz etmek istiyorum.Keza itirafın bireysel bir davranış olduğu,içinde yaşanılan kültürle uygarlıkla bağlantısı olmadığı düşüncesi yanlıştır.Bazı toplumlar itirafı hoş karşılamaz.Müslüman toplumlar böyledir.Çünkü müslümanlık,kişi ile Allah arasında aracı bir merci kabul etmez.İtirafta bulunacak kişiye Allaha yakarıp günahlarının bağışlanması için af dilemesi salık verilir.İtiraf eden kişi kendini küçük düşürüp toplumdaki saygınlığını sarsma tehlikesini göze almak zorundadır.Hal böyle olunca bizim gibi toplumlarda,itiraf çok az kişi yani sırdaşlar arasında gizli kapaklı paylaşılan,bunu yaparken de sağa sola bakılıp “yerin kulağı var” telkinleri ile kısık sesle konuşulan birşey haline gelir.Modern Türkiye de dahil olmak üzere müslüman ülkeler kapalı toplumlardır.Bireyi sürekli güçsüz düşürüp yalnızlaştıran,kabul edilmeyen kimliğini dışa vurma cesareti gösterenleri marjinalleştirip toplum dışına iten bir “mahalle baskısı” tansiyonun yükselip elektriklerin kesildiği anlarda devreye giren doğal bir jeneratör gibi işlev görür.İtiraf kültürünün olmadığı toplumlarda ikiyüzlülük ve paranoya kolayca egemenliğini kurar.İnsanlar gerçek kimliklerinden koparılıp katı normlara ve standartlara uygun yaşamaya zorlandıklarından kolayca ikiyüzlülüğe saparlar.Kendi kabul edilmeyen kimliklerini başkalarına maledip başka insanları haksız bir şekilde suçlayarak kendi suçlu vicdanlarını hafifletmeye çalışırlar.

Genel olarak hristiyan ve batılı ülkelerde ise köklü bir itiraf geleneği bulunmaktadır.Bu kültürün yayılmasında hristiyan din adamları,Tanrı ile insan arasında aracılık ederek çok önemli bir işlev görmüşlerdir.Böylece zamanla insanların kendi kapalı dünyalarını bastırmayıp dışa vurdukları bir kültür serpilip gelişmiş,bu kültür modern zamanlarda bireysel olarak kendini topluma kabul ettirme kültürüne dönüşmüş ve giderek dinsel gelenekler yerine insan yaşamının değer kazandığı modern kültürün oluşmasına zemin hazırlamıştır.Modern edebiyat-ki en iyi örnekleri yazarının cesur itiraflarına borçludur-bu gelenek içinde büyüyüp gelişmiş,Freud’un da kabul ettiği gibi psikanaliz bilimi ve geleneği nin yaygınlaşmasına elverişli muazzam bir toplumsal çevre sağlamıştır.

Batıya sürekli bir kapısı açık tutulmuş olan bizim gibi ülkelerde,batının çeşitli kültürel gelenekleri (roman gibi,tiyatro gibi)ithal edilirken bu geleneklere temel harcını vuran itiraf kültürü de bir şekilde temellük edilmiştir.Ancak yine de itiraf kültürü sürekli kıstırılmış,bastırılmış,toplum ve polis baslısı ile yok edilmeye çalışılmıştır.İşte bu nedenle muhafazakar görüşlülerin övünmeyi pek sevdikleri gibi türk insanı içten değil, içtenpazarlıklıdır.Çünkü içtenliğin zorunlu kıldığı yakınlık ve paylaşma hissinden yoksun insanlarımız, mesafelidir.”Özel şeyler,özel konular”sürekli horgörülür,gizli kapaklı dünyalara hapsedilir.Üstelik bu ,yalnızca geleneklerin hüküm sürdüğü toplumsal çevrelerde değil,okumuş yazmış,geleneksel yaşamla belli bir mesafe koymuş şehirli insanlarımız arasınında da yaygın bir eğilimdir.Bizim ülkemizde insanlar kendi bireyselliklerini askıya alıp ait oldukları çevrenin sadakatli bir parçası imiş gibi davranmayı seçtikleri sürece o anlı şanlı samimiyetimizemazhar olurlar.

Bizim toplumumuzda sapla samanın hep birbirine karışmasının,insani hakikatlerin bu toz duman arasında buharlaşıp uçmasının ve gerçek dünyanın yerini beceriksiz bir tanrının birkaç saniyede çiziktirip attığı kurgusal bir dünyanın almasının nedenini itiraf kültürümüzün olmayışında aramak gerekir sanıyorum...

25 Aralık 2009 Cuma

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN SERİMİZ TAM GAZ DEVAM EDİYOR ABİLER…

veresiye2

 

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN..

veresiye

Durun bakalım bir tahmin edeyim bu 1980’li yılların ortalarına kadar hemen her esnafın ikonu haline gelen “veresiye satan-peşin satan” resminin kaç yıllık olduğunu..Tahminime göre bunu yapan bir türk ressamı da değil.19. yüzyıl Avrupasında hiçbir sanatsal kaygı güdülmeksizin,tümüyle pratik bir amaç için,yani veresiyeci müşterilerle vakit kaybetmek istemeyen esnaf ve tüccarların ticarethanelerine asılmak amacıyla yapılmış.Bu nedenle resmin her iki sahnesi de verilen mesajı en kolay anlaşılır ve en etkili şekilde tasarlanmış…yoksul esnaf zayıf,çelimsiz,yırtık dökük yamalı elbisesi ile,mutsuz bir yüz ve endişeli ruh halini dışavuran elini başına götürmüş bir jestle betimlenmiş.Buna karşın peşin verense mutlu ve işleri tıkırında görünsün diye rahat bir şekilde koltuğa oturtulmuş,dirseğini masaya dayaması ve vücut ağırlığını masaya vermiş olması,endişeden uzak,rahat bir ruh halinin ifadesi.Yakasındaki gül,o zamanlardan kalma bir moda mıydı yoksa çapkınlık çağrışımı mı yapıyor?Aklıma Marlon Brando’nun canlandırdığı Don Corleone’un ikide bir sürekli yakasında duran gülü koklaması geliyor.Yine iri göbeğini daha gösterişli hale getiren yeleği ve o zamanlar şaşmaz bir zenginlik simgesi olan zincirli köstekli saat.Puro içiyor!…Hala patronlar ağzındaki puro ile çizilmez mi karikatürlerde?Kasanın üst gözünde silindir gibi gözüken şeyler de tapular,çeşit çeşit kıymetli evraklar falan olmalı.Alt gözde deste deste paralar.Ve elini bir çeşit saz ya da gitar çalar gibi tutuyor.Keyfine diyecek yok…İçinden şarkı söylemek geliyor!…

Ama artık devir değişti gerçekten.Çünkü kredili satışlar,ekonominin motorunu oluşturuyor.Bizim gibi üretim tüketim dengesi bozulmuş bir bir toplumda vatandaşı tüketime zorlamanın başlıca yolu haline geldi.İnsanlar bu kartlarla imkanlarının ötesinde tüketmeye özendirildiler.Çok yıllar önce ilk defa kredi kartı kullanmaya başladığımda çok nadir kullanıyordum kredi kartını…Daha sonra her türlü ihtiyacım için ve nihayet ihtiyacım olmayan şeyler için de kullanmaya başladım.Artık kullanmıyorum.Çok acil durumlar dışında kredi kartının insanı gereksiz tüketime özendirmek dışında bir işe yaramadığını öğrenmiş bulunuyorum.

    Soğuk savaş sonrası tüketim ekonomisi bizim ülkemize bu şekilde girmiş oldu.Bankalar için eskiden olduğu gibi devlete borç vermek karlı olmaktan çıktıkça,tüketici kredi kartlarına ağırlık vermeye başladılar.Tüketici kredileri tüketim ekonomisini tetikledi ve giderek taksitli tüketim ekonominin belkemiği haline geldi.Üretmeden tüketerek de olsa ,global tüketim ekonomisi içerisinde yerimizi aldık.Bu konuda ciddi araştırmalar yapılmadığı için,büyük işsizler ordusu yaratıp yeni yoksullar ordusunu büyüten  ekonomik krizlerde geri dönmeyen tüketici kredilerinin payını bilemiyoruz.Ancak gözden uzak tutulamayacak denli büyük bir payının olduğu kesin…

  Ve dünyada tüketim ekonomisinin çöküşü ile ilgili olarak Mortgate krizi önemli bir sinyal verdi.Yukarıdaki resimde,sağ taraftaki şişko gibi semirip kıç göbek bağlayan tüketim ekonomisi sürekli hava verip şişirilen balonlar gibi patlayacak.O şişko ne kadar çalarsa çalsın hayali sazını.Bugün zengin emperyalist ülkelerde büyük bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor.Üstelik her nasılsa Amerikalının tükettiği şeylerin çoğunu üreten Çinli işçilerin yarattıkları zenginlikten çok düşük pay almalarına rağmen.Tüketen sürekli tükettirip tüketime özendirilen azgın kapitalizm dünyanın doğal kaynaklarını yağmalayıp geri dönüşsüz bir hasara yol açarak.Bizim gibi ülkelere de ürettiğinden çok fazlasını tüketen,üstelik açlığı ve yoksulluğu gidermeyip daha da artıran bir rant ekonomisi modeli şeklinde bulaşmış durumda.

Şimdi bir kez daha göz atalım yukarıdaki resimdeki “veresiye satan” adama.Şüphesiz mutsuz,endişeli…Ama görünüşe göre ilerlemiş yaşına rağmen bir gram fazla yağı yokmuş gibi görünüyor.Bu da doğaya uygun bir yapıya büründüğünün,doğayla denge içinde yaşamak için bize hastalık gibi bulaşmış olan tüketim ekonomisine alternatif bir sistem yaratmamız gerektiğinin işareti olamaz mı?veresiye-satan-peşin-satan

19 Aralık 2009 Cumartesi

CEVİZ AĞACI İLE TOPAL YUNUSUN HİKAYESİ

Nazım'ın Bursa cezaevinde yatarken tanıdığı bir mahkum hakkındaki şiiri Okuyan :Hakan İpek

 

Bir acayiptir muhabbet bahsi :
mutlaka kendini dereye atmaz
sevilmeyenlerin hepsi.
İnsanların hünerleri çoktur :
insanlar
sevilmeden de sevmesini bilirler...
Bir acayiptir muhabbet bahsi,
bir acayiptir
ceviz ağacı ile
topal Yunus'un hikâyesi...

18 Aralık 2009 Cuma

YENİ YIL YAZISI

Christmas

fotoğraftaki çocuk oğlum Berk;in geçen yıl çektiğimiz bir fotoğrafı

Soğuk karlı bir yılbaşı gecesi hiç aklımdan çıkmıyor.Ellerim cebimde yürüyorum Kızılay’da.Soğukta örtülemeyen,yatıştırılması mümkün olmayan,avuntu bulamayan huzursuz bir bebek inleyip duruyordu içimde.Çünkü o yılbaşında yalnız kalmıştım.Ne arkadaşım,ne dostum,ne sevgilim ne de gidebileceğim bir yer vardı.

 

Yeni yıl yaklaşıyor.İki hafta bile kalmadı.Kaç yaşıma giriyorum.Yaşımı sormayın artık.40’lı yaşlardayım.Söyleyebileceğim tek şey bu.

Bütün sorunları ile bir yıl daha bizi bekliyor.İlkokul kitaplarında yeni yıl hep minik sevimli bir bebek olarak sembolize edilirdi.Henüz yeni yürümeye başladığı yolda,artık uzun sakallı bir dede haline gelmiş olan eski yılla vedalaşırdı.Bir yıl içinde geçireceği sonderece dramatik değişimle aynı sahne içinde yer alırdı.Yıl sonunda o da yaşlı bir dedeye dönüşecekti.Zamanı algılayış tarzımıza bu sembolik resim katkı yapmıştır muhakkak.Bütün eskimişliğimize rağmen yeni yılı çıplak,taze,dinamik bir bebek olarak algılayışımıza katkıda bulunmuş olmalıdır.İnsanın içindeki bu umut olmasaydı,herşeye yepyeni bir başlangıç yapma umudu yani,yaşamak her geçen gün katlanılmaz hale gelirdi.Hayatımızda yenilikler yapmak,yeni bir şeye başlangıç yapmak,eskime ve yaşlanma duygusunu bastırır ve bilinçdışına iter.Kimbilir hangi planlar yapılıyor şimdi.Biri var,bu yıl spora başlamaya karar veriyor.Bir başkası kafasında bu yıl okuyacağı kitapların listesini çıkarıyor.Bir başkası evliliğinde ya da ilişkisinde yeni bir başlangıç yapabilme ihtimalini tartıyor aklında.Bir başkası kötü geçen yılın acısını çıkaracak,o kötü geçen yılın sızısını azaltacak planlar yapıyor,kararlar alıyor,muhteşem bir dönüşün postprodüksiyonunu yapıyor kurgu odasında.Ama o ben değilim.Fakat az kararlar almamışımdır geçmişte.Uygulayamadığım uyamadığım kararlar...

Soğuk karlı bir yılbaşı gecesi hiç aklımdan çıkmıyor.Ellerim cebimde yürüyorum Kızılay’da.Soğukta örtülemeyen,yatıştırılması mümkün olmayan,avuntu bulamayan huzursuz bir bebek inleyip duruyordu içimde.Çünkü o yılbaşında yalnız kalmıştım.Ne arkadaşım,ne dostum,ne sevgilim ne de gidebileceğim bir yer vardı.Kendimi yatıştırmak için bulduğum sözcükler sızımı artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.Çünkü benim gibi aylak aylak dolaşan kimse göremiyordum.Herkesin bir yeri yurdu var gibiydi sanki...Kendimi görünmez adam gibi hissetmeye başladım.Hani şu çizgi roman kahramanı var ya..Görünmediği için istediği herşeyi elde edebilir,istediğine istediği kötülüğü ve iyiliği yapma kudretine sahiptir.Ancak o gün,aslında görünmez adamın ne kadar mutsuz olduğunu anladım.Görünmez adam sık sık,bir daha asla gerçek dünyaya dönememe ihtimali ile yüzleşiyordu.Bir daha dönememek,yani ebediyyen görünmez kalmak.giderek sesini,objelere etki etme gücünü de yitirmek.Hayalet olmak.O gün bir hayalet gibi dolaştığımı farketmeye başladım.Yaşadığını,varolduğunu itiraf etmenin acıdan başka birşey kazandırmadığı hayalet.

Daha sonraki yıllarda yılbaşında yalnız kalmamanın bir yolunu buldum.Bir telaş başlıyordu yıl sonu yaklaşırken bende.Kimlerle,nasıl geçireceğimin planını yapıyordum.Birgün bir öykü yazmaya karar verdim bununla ilgili.Yeni yılda yalnız kalma travması yaşayan bir adam,bir süre bunun acısı ile bunalıma sürükleniyor,kendine geldikten sonraki günlerini bir sonraki yılbaşını kötü geçirmeme planları ve hazırlıkları yapıyordu.O gün nasıl geçirecek,kimlerle beraber olacak,herşeyi en ince ayrıntısına kadar organize ediyor.Tek bir sahte fotoğraf karesi uğruna bütün hayatını seferber ediyor.Ancak umulmadık bir şekilde sona eriyor hikaye..Güzel bir hikaye konusuydu.Ama üşenip yazmadım.

Bu yıl eşim ve oğlum Elazığda olacakları için büyük bir ihtimalle yeni yıla yalnız gireceğim.Hiçbir plan yapmıyor,yeni yılı hiç umursamıyorum.Biraz internette takılırım,eşe dosta yeni yıl mailleri yollarım,sonra vurup kafayı yatarım.Beni umursamayan yılı ben de umursamadığım için dönerim sırtımı ona uyurum.

İyi birşey olma ihtimali var mı?Küresel iklim değişikliği konferansından bir sonuç çıkmadı.Başta ABD,zengin emperyalist ülkeler dünyamızın canına okuyorlar.O birşeye yaramayan tüketim kültürüne boğulmuş dünyamız,insanoğlunun azgın ihtiyaçlarına karşılık veremediğinden inim inim inliyor.Bu kadar hor kullandığımız dünyamızın her yeni yılda hala iyi şeyler sunabileceğine inanan saftirikler varsa beri gelsinler.Aslında anket yapılsa dünyamızın iyiye gittiğine inanan çok az insan çıkar.Bu nedenle küresel ölçekteki dertlere boşvereceğiz.Nasıl olsa mevcut siyasal sistemimizin toplumsal ihtiyaçlara,yani işsizliğe,barış istemine yanıt verme gücü yok,bu nedenle o tümüyle anlamsız gündelik hayatımıza gömüleceğiz,deve kuşunun başını kuma gömmesi gibi.

Uzun zamandır güzel bir blog(web günlüğü)hazırlamaya karar vermiştim.Bu hevesim 2009 yılının ikinci yarısından sonra gerçeğe dönüşmeye başladı.2010 yılında içeriğini genişletmeyi planlıyorum.Daha çok yazı,resim,karikatür,video klip koymak.Öyle ki,konularına göre tasnif edildiğinde birkaç tane web sitesi meydana getirecek kadar olsun.Yeni yıla ilişkin planım bu.Bir de tatil yapma planım var.Fotoğraflarını görüp hayran olduğum Trabzon Uzungöl'e ailemle birlikte gitmek,serin yayla havası almak,yeşilin binbir tonunun tadını çıkarmak...Planlarımdan biri de bu.

Herkese gönlünce geçireceği iyi yıllar...

17 Aralık 2009 Perşembe

üflediler söndüm

dinlemek için tıklayınız

Kapalıçarşı adlı dizinin bir bölümünde Olgun Şimşek'în çalıp söylediği türkü..Bir de ben yorumlayayım dedim

ALTERNATİF

14 Aralık 2009 Pazartesi

ONLAR ASLINDA 7 CÜCELER DEĞİL 14 KOLLU BİR DEV!…



Uploaded with ImageShack.us

WALT DİSNEY’İN “PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER” ADLI FİLMMİNDEN ALINMIŞ OLAN BU RESMİ PHOTOSHOPTA BAZI DEĞİŞİKLİKLER YAPIP YAZILAR YAZDIKTAN SONRA BU HALE GETİRDİM.ASLINDA BU ESPRİYİ KENDİ ÇİZGİLERİMLE DE ANLATABİLİRDİM,AMA BU ESPRİNİN SEVİMLİ DİSNEY KARAKTERLERİ İLE DAHA KOMİK GÖRÜNEBİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜM…

12 Aralık 2009 Cumartesi

Türk insanı arasında “domuz gribi” diye bir şeyin olmadığına inananların sayısı domuz gribinden daha hızlı yayılıyor…

BEN ŞAHSEN BÖYLE BİR ŞEYİN GERÇEKTE HİÇ VAROLMADIĞI ,AMERİKA YA DA İSRAİL TARAFINDAN LABARATUAR ORTAMINDA ÜRETİLİP,DÜNYANIN BAŞINA BELA ETMEK İÇİN SALINDIĞINI İDDİA EDEN BİRKAÇ İNSANA RASTLADIM..

      Cahil mi desem,zeka özürlü mü desem bir türlü karar veremediğim bu insanlar hakkında ne düşündüğüme dair çizdiğim bir karikatürdür…

d_gribi

28 Kasım 2009 Cumartesi

İCRAATA DEVAM..

GraphicX

ERKEK MİLLETİNİN ADİLİĞİ ÜSTÜNE Bİ KARAKETÖRÜM(gerçek dünyada böyle şeyler olmaz derseniz,ben de size ço0k saf olduğunuzu söylerim…

25 Kasım 2009 Çarşamba

eşref türküsü

Eskilerden bir türkü…27-28 yıl önce Recep Kaymak söylerdi yanılmıyorsam.Türkünün yeniden keşfedilme zamanı geldi de geçiyor bile..profesyonellerden ses çıkmayınca bu işe el atayım dedim:))Türküyü seveceğinizi tahmin ediyorum.

24 Kasım 2009 Salı

23 Kasım 2009 Pazartesi

HAKAN İPEK:Bile Çizdi Karaketörler…

Graphic2

BU KARİKATÜRÜMÜ ÇOCUKLUĞUNDA EN İYİ ARKADAŞI SANDIĞI KİŞİDEN BİR AVUÇ ÇEKİRDEK İSTEMİŞ,ANCAK TOKAT GİBİ BİR “HAYIR”CEVABI ALMIŞ OLAN VE O ANDA KARDEŞLİK ÜTOPYASI DARMADAĞIN OLMUŞ BÜTÜN ÇEKİRDEK MAĞDURLARININ ACILI HATIRASINA ADIYORUM…

22 Kasım 2009 Pazar

indim yarin bahçesine

Kars yöresinden bir azeri türküsü…(bu da elimden çıktı)beğenilerinize sunuyorum…

urfaya paşa geldi

çok eski bir türküyü yeniden yorumladım..yalnızca bağlama kullandım enstrüman olarak.ses düzenleme ve audio efektlerini audacity ve ableton live 8 adlı yazılımlarla yaptım.Sizlerle paylaşıyorum

11 Kasım 2009 Çarşamba

şairin suresi bölüm 3-4

fettah köleli’nin şiirinin son bölümü mozart müziği,”potemkin zıhlısı” ve BBC belgesellerinden alınmış görüntüler eşliğinde…

şairin suresi-iii

i. kendi enkazı üstünde dans edip
çılgınca çığlıklar atan, ey ihtilal yarımı deli ozan!
eğer ıssız bir vadide
yoldaşsız bir nehir gibi akmak düşmüşse payına
harlı sudan geçen
mızraklı kızıl bulutlar gibi rahvan
geç git yeryüzü ırmağından!
şiirinin ayak izlerinden fışkıran yangın yeşili lav çiçekleri
tanıtıdır buralarda bir yangın olarak yaşadığının
ii. küfür, alay ve aşağılama
unutma ki yahşi silahlardır eğleşenler için araf'ta
bir yol uğra yaşlı mohikan'a
çubuğundan bir nefes çek
ateşsuyundan akıta akıta iç çenene
ki aykırı yollar bulasın
ol nimetlerimizi tezelden ulaştırmak için
varoşlarda açlığın nalsız atlarını koşturan
ayaktakımı'nın çıplak savaşçılarına!
iii. düş kanını kargışlayan gecenin
köklerini sök toprağın yüreğinden
omuzuna at yıldızların heybesini ve
aksamadan yürü bu gece!
bir de sigara yak
bütün 'fırsatlar'ı tepmiş bir adam olmanın keyfiyle
tükür yüzlerine
rütbelerini sök, vitrinlerden indir kendini
sana göre değil bu senaryo, bu iğrenç rol
kırık düşlerin ikircimli aydınlığı.
bil ki, boşuna nokta-ı nazar eylemedik uslanmaz bir terörist
bir ihtilal cini de-yu hakkında!
varsınlar anlamasınlar onlar
varsınlar inanmasınlar surelerinin tek satırına
çapraz fişeklikli kanlı bir yağmur altında topla ve
de ki onlara: sade bir törenle
armağan eylesinler düşmanlarının göğsüne
çam sakızı çoban armağanı niyetine
küfür, alay ve aşağılama ile yağlanmış kinlerini
dahi son nefeslerinde!

şairin suresi-iv
i. ya şeyda! biliyor musun
bir daha asla giyinemeyeceğini
çılgın bir şair
çırılçıplak bir can bahşetmişken sana şiirinde?
ha türban, ha yaprak; ha kürk, ha manto ya şeyda!
yaşatamıyorsa o çılgına
ipek bir tül ardından bakmanın
sıkıntısını bile
neye yarar!
o yerleştirmiş gözlerini taa gövdenin içine.
ii. gövdesi, çıtır bir çiçeğin gövdesine ilham veren
ey sevgili kızı lazika kralı'nın!
gövdenin gümüş yapraklarını köpürtüp savuran gün
terli denizini aydınlık öpücüklerin külü ile ovup parlattığı zaman
and olsun ki yırtacağız günah deferi'nin ilgili sayfalarını
ve iki damla kan düşeceğiz yalnızca dipnotuna külden kaderinin
"çılgın bir şair buldu şifreyi! çıtır çiçekli kızını
yıldızlardan sağıp içti! " diye "lazika kralı'nın! "
iii. ey kanatlı ruhun kanadı! kadim mülkü ol mülksüzün.
düş toprağı şeyda! zümrüt yeşili ormanların var kıyılarında.
karanlık tılsımlı suyu denize çevirdin bir tebessümünle;
ne mutlu!
gel gör ki, ne senin ne de bizim gücümüz yeter
çomak sokmağa ayaktakımının aşk-ı tutkusuna!
ayakların yere bassın ya şeyda! toprağına düşlerin.
gel oynama tacımızın tahtının kaderiyle!

8 Kasım 2009 Pazar

şairin suresi part 2

fettah kölelinin güzel şiirinin 2. bölümü “baraka” adlı filmden alınmış görüntülerle birlikte…(Baraka ve Fettah Köleli herkese tavsiye olunur) Bu arada şiir okurken sesim biraz net çıksın diye higt pass filter efekti uygulayınca eski türk filmlerindeki nayır nolamazlı konuşan seslendirme sanatçılarınınmkine benzedi sesim:)))

şairin suresi-ii

i. kendi enkazı üstünde dans edip
çılgınca çığlıklar atan, ey ihtilal yarımı deli ozan!
eğer ıssız bir vadide
yoldaşsız bir nehir gibi akmak düşmüşse payına
harlı sudan geçen
mızraklı kızıl bulutlar gibi rahvan
geç git yeryüzü ırmağından!
şiirinin ayak izlerinden fışkıran yangın yeşili lav çiçekleri
tanıtıdır buralarda bir yangın olarak yaşadığının
ii. küfür, alay ve aşağılama
unutma ki yahşi silahlardır eğleşenler için araf'ta
bir yol uğra yaşlı mohikan'a
çubuğundan bir nefes çek
ateşsuyundan akıta akıta iç çenene
ki aykırı yollar bulasın
ol nimetlerimizi tezelden ulaştırmak için
varoşlarda açlığın nalsız atlarını koşturan
ayaktakımı'nın çıplak savaşçılarına!
iii. düş kanını kargışlayan gecenin
köklerini sök toprağın yüreğinden
omuzuna at yıldızların heybesini ve
aksamadan yürü bu gece!
bir de sigara yak
bütün 'fırsatlar'ı tepmiş bir adam olmanın keyfiyle
tükür yüzlerine
rütbelerini sök, vitrinlerden indir kendini
sana göre değil bu senaryo, bu iğrenç rol
kırık düşlerin ikircimli aydınlığı.
bil ki, boşuna nokta-ı nazar eylemedik uslanmaz bir terörist
bir ihtilal cini de-yu hakkında!
varsınlar anlamasınlar onlar
varsınlar inanmasınlar surelerinin tek satırına
çapraz fişeklikli kanlı bir yağmur altında topla ve
de ki onlara: sade bir törenle
armağan eylesinler düşmanlarının göğsüne
çam sakızı çoban armağanı niyetine
küfür, alay ve aşağılama ile yağlanmış kinlerini
dahi son nefeslerinde!

istanbulu dinliyorum

Orhan Veli’nin müthiş şiiri ve Fatih akın’ın “İstanbul Hatırası :Köprüyü Geçemek “ filminin görüntüleri bir arada..(Eski ve yeni İstanbul)

24 Ekim 2009 Cumartesi

19 Ekim 2009 Pazartesi

PAZARTESİ SENDROMU

sıkıntı

Pazartesi sendromu diyorum ben  buna.Galiba literatürde de aynı şekilde adlandırılıyor.Çalışma hayatındaki insanların genelde hafta başında başlarına gelen ve önlem almadıkları taktirde bütün haftalarını berbat eden bir şey.Bu şeye yakalanmamak için kendimce formüller icat ettim.Mesela iyi bir hafta sonu geçirmek,pazar gecesi iyi bir uyku çekmek,güne iyi başlamak...Ama ne kadar hazırlıklı olursan ol,yine de yenik düşebiliyorsun

Bu pazartesi yine o şey geldi başıma.Sabah kalktığımda herşey normal gözüküyordu oysa.Pazar akşamı erkenden yatmış,iyi bir uyku çekmiştim.Kendimi öyle yorgun,bezgin bir halde hissetmiyordum.Yaşadığım bu kıyı kasabasında evim ile işyerim arasındaki mesafe en fazla 7-8 dakika sürüyordu yürüyerek.Masama oturdum.Güne keyifli başlamak,iyi bir gün ve iyi bir hafta için iyi bir formüldü.Bunun için insanın biraz çaba harcaması gerekiyordu.İş arkadaşlarınla,servisteki insanlarla sıcak bir diyalogun içine girmek mesela..Ama bir iki denemeden sonra,pazartesi sabahı insanların böyle bir sohbet ortamına girmeye pek de hevesli olmadıklarını anladım.Oturdum masama ve Daireye insanların gelip gitmesini beklemeye başladım.İçime bir kara sıkıntı saplandı.Bunun gelip geçici birşey olduğu ve kısa zamanda hareket ve koşuşturmaca içinde bu sıkıntıyı unutacağım beklentisi ile avunmaya başladım.Ama bu sıkıntı iyi arzu ve dileklerimi bir sünger gibi emip yok etti ve karanlık bir atmosferin içine çekmeye başladı beni.Bu atmosfere bir teslim olunca,iyimserlik ve neşe yönünden bir yoksulluğa düşüyor insan.giderek kabullenmeye başlıyorum:Bugün berbat bir gün olacak..Bari haftanın diğer günlerini kurtarabilsem...
  Onsekiz yıllık bir memuriyet hayatım var.Memuriyet demek,benim gibi biri için sevmediğim bir işte 18 yıl geçirmek demek...Bu işin sevilesi bir tarafı yok.Rutin,heyecansız,hapishanede gün saymayı beklemek gibi birşey.Fakat artık çok geç.Sevmediğim bu hayata çoktan alıştım.Mesleğimi değiştirme türünden arayışlara girişme lüksü için artık çok geç.Zamanında inat etseydim belki sevdiğim bir işi yapıyor olabilirim.İş mi?Bu kelimeden nefret ediyorum.Çalıştığım iş,ruhumu kemirip yok ettiğinden daha iyisini düşünüp hayal edemez oldum.Artık "miş" gibi "mış" gibi yaparak yaşıyorum.Keyifliymiş gibi yapmak,eyleniyormuş,önemsiz tasaların dışında herşey yolundaymış gibi yapmak..Yıllardır şikayetçi olsam da,önemli bir arıza yaşamaksızın "mış" gibi hayatımı sürdürüyorum.Hani derler ya,keman çalmak için yaratılmış bir insan,doğuştan artist ya da sporcu bir insan.Ben ve benim gibiler de,sevmediği işler için yaratılmış insan kategorisine giriyor herhalde.Çünkü yıllardır devrilmeden gidiyor bu araba..dağ bayır,yağmur çamur demeden...
   Çok mu karamsar bir yazı oldu?Belki diğerleri,mesela iş arkadaşlarım benim gibi değildir.Bunları paylaşmaya kalksam içlerinden biriyle,bunu paylaşmayı reddedecektir.Kendinin de benzer sıkıntıları olsa da ,yakınmanın bir yararı olmadığını bildiğinden,herşey normalmiş oyununu sürdürecektir.
  Pazartesi sendromu diyorum ben  buna.Galiba literatürde de aynı şekilde adlandırılıyor.Çalışma hayatındaki insanların genelde hafta başında başlarına gelen ve önlem almadıkları taktirde bütün haftalarını berbat eden bir şey.Bu şeye yakalanmamak için kendimce formüller icat ettim.Mesela iyi bir hafta sonu geçirmek,pazar gecesi iyi bir uyku çekmek,güne iyi başlamak...Ama ne kadar hazırlıklı olursan ol,yine de yenik düşebiliyorsun.Çünkü önceden alınan o önlemler de,insanın gerçek gereksinmelerinin değil iş hayatına uyumun bir parçası.Oysa işte o bazen ne yaparsan yap yenik düştüğüm o hafta başlarında,uyum sağlamaya yönelik davranışları da reddediyorum.Aslnda bütün çalışma hayatına,bizi sevmediğimiz bir hayata mahkum eden bütün o koşullara isyan ediyorum.Bürokrasinin egemenliğindeki bir dünyaya.Kapitalizmin insanı sürekli sevmediği yaşam şartlarına mahkum etmesine.Hayatın sürekli olarak bizden halim selim,iyi huylu rolümüzü hep mükemmelen yerine getirmemizi beklemesine.
   Bazı pazartesiler sürekli bastırdığımız birşey ayaklanıp isyan ediyor olmalı.O hayatımızın bize biçtiği rolü mükemmel bir şekilde oynamak uğruna bastırdığımız o şey..."Mış" gibi yaşamak istemeyen gerçek benliğimizin direnişe geçmesi,bütün bu koşullara isyan bayrağı açması..Özgürlüğünü ve özerkliğini ilan etmesi.Fakat bu ne kadar zor ne kadar zahmetli bir iş...Gerçek benliğin uğruna bir kez direnişe geçtiğin zaman,herkes seni engeller ve bir an gelir bakarsın ki,gerçek benliğini bastırıp sindirmek için çok iyi organize olmuş bir sistemin karşısında bulursun kendini..Sebebini anlayamadığın bir nedenle yargılanıp mahkum edilirsin tıpkı Kafka'nın "Dava" sında olduğu gibi...Kendin olmak,böyle bir sistemde ağır bir bedel ödemeyi gerektirir.
  Neyse...Bir dahaki pazartesi daha dikkatli olmalı ve pazartesi sendromuna yakalanmamaya dikkat etmeliyim.

14 Ekim 2009 Çarşamba

SİNEMANIN KENDİSİ ÜZERİNE BİR FİLM:CENNET SİNEMASI (NUOVO CİNEMA PARODİSO)

cinemaparadiso

FİLMİN FRAGMANI:http://www.izlesene.com/video/sinema-cennet-sinemasi/173353

Bana kalırsa gerçek aşk budur(Bu filmdeki gibidir):özlemle,tutkuyla,arzu ile dolup tepeden tırnağa aşk kesilene kadar sabretmek...Gerisi hikaye!Geçmişte de,günümüzde de gelecekte de aşkın tarifi budur,bu olacak...

Film hakkındaki yazıyı okumakiçin

http://sinemasanatii.blogspot.com/2009/10/sinemanin-kendisi-uzerine-bir.html

11 Ekim 2009 Pazar

DÖRT BAŞLI ŞEHİR şiir klibi

 

istanbul-un-resimleri

izlemek için :http://www.vimeo.com/7013889

ben ne tarih hocasıyım

ne de coğrafya

beni ancak

dört köşeli bir

           ambar kadar

                 alakadar

      eder

            ayasofya!

NAZIM  HİKMET

10 Ekim 2009 Cumartesi

şairin suresi

şiir :fettah köleli okuyan:hakan ipek müzik:arnoud

alternatif linkhttp://www.vimeo.com/6998302

sairin suresi  fettah köleli'den

      şairin suresi-i

      i. devletin, dinin ve hatta dünya-ı evrenin
      sınırları hükümsüzdür, ey şair!

      imgelem atlarını kanatlandıran
      lezzeti her daim tende kalan bulaşıcı gölgesi ile

      sarhoş iken sen, çağrışımların!

      ii. kim, hangi şair ki
      yerine getirmez düşlerinin hükmünü

      bile ki ona zindan edeceğiz
      kendi gövdesinin dahi

  en masumane cürmünü!

devamı:   http://www.uludagsozluk.com/k/sairin-suresi/

7 Ekim 2009 Çarşamba

boşa giden zaman

imageİnsanın boş vakti fazla olunca o boş vakitlerin değeri de azalıyor.Tembel tembel pineklemenin cazibesi,insanın yaratıcı arzularını kapı dışarı ediyor,geriye zamanı daha da anlamsızlaştırıp  öldüren uyuşukluk,atalet kalıyor.

Evdeki yalnız günlerimi fırsat bilip bilgisayarda video klipler yapmaya başladım.Bunları bloguma koymak,youtube'da ya da başka bir sitede paylaşmak amacım.Önce okuduğum şiiri audacidy adlı ses düzenleme programı ile kaydediyorum.Sonra da sesin daha duru işitilmesi için bu programla efektler uyguluyorum.Daha sonra ona uygun tema müziği buluyorum:Genelde tercihim Bach'tan Beethoven'dan ya da ne bileyim işte,Arnoud'dan yana...Klasik müzik şiir için çok güzel fon oluyor.Bu kez okuduğum şiir Nazım'ın gençlik dönemine ait.O sıralar coşkulu bir sosyalist nefer Nazım.Yalnızca gençliğinin verdiği ateşle değil,taptaze ekim devriminin verdiği heyecanla çoşkulu,militanca şiirler yazıyor.Mayakovski'nin etkisinde,ama belki de Mayakovski'nin dizeyi dilediği yerden bölme tekniğini Mayakovski'den de daha iyi beceriyor,kafiyeleri tutuşturuyor...Bugün artık çömez devrimciler dışında pek itibar görmüyor bu dönem şiirleri.Zaten Nazım'ın kendisinin de pek arası yokmuş bu dönem şiirleri ile bildiğim kadarıyla...Ama yine de büyüleyici,yine de çekici bunlar...Çünkü Nazım her zaman duygunun,coşkunun,heyecanın ve vecdin efendisi olmuştur."Dört Başlı Şehir" öyle zehir zemberek burjuvazi ya da emperyalizm eleştirisi,ya da proleter marşı kabilinden bir şiir değil.Politik bile değil.İstanbul şehrinden duyduğu coşkuyu dökmüş dizelerine,işin içine proletaryayı falan katmadan...Maksimbardan ve o sıralar(1920-30'lar) fırtınalar estiren cazdan bahsediyor,ama ne yazık ki piyano çalan zenciden Amerikadaki ırkçılar gibi "kara köpoğlu" diye bahsediyor ve "konstantinopol" ü anlatırken şaşılacak bir şekilde caz müziğinin aylak,serseri,gamsız ritmini tutturuyor şiirinde.Elbette gençlik ateşinden hiçbirşey eksik değil:
yüzük
    bilezik
gerdanlık,küpe
müslin
     kroploşin
             tüy ipek
şu herif de karıma sersemce kur yapıyor pek!
pudra lavanta
fırak
  kocam bakıyor
              beni bırak!
  hani ya
        şampanya!..

bu şiirde internette bulduğum efektleri uyguladım.Sonra da bir yerde kalın adam sesi,bir yerde kadın sesi efekti uyguladım.Dinledim sonra,basbayağı olmuştu işte!..Keyfime diyecek yoktu.Sonra da arka plana kalabalık sesi efekti koydum.Dinledim.Ters giden birşey vardı,ne idi!Allah kahretsin,elbette ki,kullandığım mikrofon kalitesizdi,doğru düzgün bir ses kartım yoktu.Ne kadar efekt uygulasan da,sesimi durulaştırmanın,yumuşakça yankılamasının imkanı yoktu.Ne yaparsam yapayım,çıktı olması gerektiği gibi değildi.Hayal kırıklığı içinde yığıldım.Bunun için bir de fotoğraflardan oluşan slayt/video klip yapacaktım,ama bunu sonraya erteledim.Keyfim kaçmıştı.
Tesadüfe bak ki,yıllarca müzikle uğraşmış teyzeoğlu o sırada facebookda on line idi.Konuştuk.Yapmayı düşündüğü projelerden söz etti.Bana daha önce bilgisayar kaydında iyi sonuçlar elde edebilmem içi sahip olmam gereken donanım;nasıl bir ses kartı ve mikrofona sahip olmam gerektiğini,hangi programla kurgu ve edit yapmam gerektiğini anlatmıştı.Bana henüz ham bir şarkı kaydını gönderdi.O bahsettiği donanım cihazlarını alamadığımı söyledim."Eksik olan ne?para mı,hırs mı, yoksa zaman mı?" diye sordu."Hepsi" dedim."Aynen ben de o durumdayım" dedi.Parasal getirisi fazla olmayan bu işin çok fazla zaman gerektirdiğini,çalışıp para kazanmak zorunda olduğu için bu işe pek zaman ayıramadığını söyledi.Hazırladığım şiir klibinden söz ettim ona.Ama henüz oldukça amatörce olduğunu söyleyince,"başlangıçta öyle olur"dedi.İlginç ve ustaca birşeyler yapabilmek için çok sayıda denemeler yapmak gerektiğini söyledim.Tam burada o zaman mevzuunu gündeme getirip birlikte zamansızlıktan şikayetçi olduk.
   Düşündüm.İhtiyacımız olan en önemli şey zaman mıydı?Gerçekten de 2 yaşındaki oğlum pek rahat bırakmadığı için zaman bulamıyordum.Ayrıca insanın sakin bir kafaya ihtiyacı vardı.Dışarıda yapmak zorunda olduğum işin yeterince enerjimi emip tüketiyordu.Sonra çocukla ilgilenme zorunluluğu...Sonra bir bakıyorsun ki uyuma zamanı gelmiş...
   Ama gel gör ki insanın boş vakti fazla olunca o boş vakitlerin değeri de azalıyor.Tembel tembel pineklemenin cazibesi,insanın yaratıcı arzularını kapı dışarı ediyor,geriye zamanı daha da anlamsızlaştırıp öldüren uyuşukluk,atalet kalıyor.
   Önemli olan boş zamanının çok olması değil kanımca.Önemli olan<I style="mso-bidi-font-style: normal">..kendimize boş zaman yaratabilme konusundaki becerimiz.</I>Gündelik yaşamın hayhuyu,insanda strese neden olan ekonomik sorunlar arasında kendimize yaratabildiğimiz zaman.Yani zamanın önünü açmak,zamanı en önemli şey haline getirebilmek,zamanın baş köşemizde yer bulmasına izin vermek gerekli.Zamanı bu denli çok önemsese idik,o zamanın önceden planını yapsaydık,zamanımızı boşa geçirmeyeceğimize inansaydık,zaman bize şimdiki kadar kapris yapmazdı.O zaman biz bu yarattığımız şeye "<I style="mso-bidi-font-style: normal">boş zaman" </I>dememiz bile mantıksız olurdu.Çünkü o fethedilmiş ve hakedilmiş bir zaman olduğundan,ona artık boş demek mümkün olmayacak.O hakedilmiş zaman bizi kendiliğinden üretken kılacaktı...

6 Ekim 2009 Salı

ENTERESAN BİR DÜŞ

240Õ320_093

Sevgi dediğimiz şey nedir ki?Yakınlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlandığımızda,sığındığımız bahanedir sevgi.Başlarız şirin görünmeye,vesveseli gösterilere,sıkmaya mıncıklamaya..Asıl gerçeği,yani sevdiğimiz kişinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığımızda,"ama"deriz"ben seni seviyorum."Bir bahanedir,bir özürdür,üç maymunu oynamaktır çoğu zaman sevgi..

Oğlum şimdi annesinin yanında ,4 saat ötedeki bir şehirde,teyzesinin yanında..Bir kaç gün sonra dönecekler.Annesi haberlerini veriyor telefonda:"Oğlumuz" diyor,"burada çok uslu.Herkesin takdirini kazandı."
Benim haşarı oğlumun uzaklarda neden huy değiştirdiğine kafa yoruyorum.Devam ediyor Annesi"Eniştesi sabah giderken Baba!Baba! diyerek ağlıyor arkasından..."
  Huy değişikliğinin nedenini anlıyorum.Nedeni benim yokluğum.Nedeni yabancı bir ortamda olduğununfarkında olması.Onun buradaki,yani evimizdeki afacanlıklarının bizimle,yani,annesi ve benimle bir çeşit iletişim kurma çabası büyük olasılıkla.Haşarılıkları ile ilgiyi üzerine toplamak...Oysa orada,yeni bir duruma uyum sağlamaya çalışıyor.Babasının yokluğu ve evinden uzakta olması.Annesinin varlığına rağmen yalnızlık çekmesi.Çünkü doğduğundan beri hiç ayrılmadığı için annesinden muhtemelen onu,kendinin bir parçası imiş gibi algılıyordur.Sonra yeni duruma uyum sağlama çabasından olsa gerek,benim yokluğumu en yakın erkeğe baba rolü vererek ikame etmeye çalışıyor.
   Gece düşümde gördüm onu.Eve dönmüşlerdi ve beni hiç tanımıyormuş gibi davranıyordu.Beni hayatından çıkarmış mıydı.Yanıma gelmiyordu.Ona öfkeleniyor,hayırsız evlat muamelesi yapıyordum,ama yine de yaklaşmıyordu yanıma.Sonra birden bire,acı içinde hissettim kendimi ve bu duruma son vermek için,ona sevgi gösterilerinde bulunup yaltaklanmaya başladım.O sırada uyandım.Bir süre rüya ile gerçek dünya arasındaki boşlukta kalakaldım.
  Onu çok seviyorum,çok düşkünüm ona..Sevgimi de hiç esirgemiyorum ondan,ama o sevgiden fazlasını talep ediyor.Onunla daha çok vakit geçirmemi,onunla sürekli orataklaşa bir dünyada yaşamamızı talep ediyor.Fakat aslında bazen ne kadar güç bir şeydir,sıkılgan,yorgun ve bezgin halimden sıyrılıp,çocukça duygularımı kuşanıp,sanki aramızda on yıllar yokmuş gibi onunla empati alışverişine girmek!..Oyuncaklar alıyorum,sevincinden kendime sevinç yapıyorum,ama farkındayım,o benden oyuncak değil,hatta sevgi bile değil,ilgi bile değil,onunla vakit geçirmemi talep ediyor.Çoğu zaman beni taklit ederek bana ayak uydurmaya çalışmasından anlıyorum ki,ne paylaşırsam paylaşayım,yeter ki birşey paylaşayım istiyor o..
   Çocuk sevgi falan değil paylaşım istiyor.Zaten sevgi dediğimiz şey nedir ki?Yakınlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlandığımızda,sığındığımız bahanedir sevgi.Başlarız şirin görünmeye,vesveseli gösterilere,sıkmaya mıncıklamaya..Asıl gerçeği,yani sevdiğimiz kişinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığımızda,"ama"deriz"ben seni seviyorum."Bir bahanedir,bir özürdür,üç maymunu oynamaktır çoğu zaman sevgi..
   Bağışla beni,seninle her zaman alakadar olmadığım için yavrum.Bizim ana babamız da yeterli değildi,biz de değiliz.Hayatın dişlileri çarklıları arasında öğütülmüş ruhumuzun çocuk olması,bütün o maskelerden sıyrılması,henüz konuşmayı beceremeyen bir varlıkla empatiye dayalı bir ilişki moduna girmesi..İleride çocuğun olduğunda göreceksin,mükemmel ebeveyn olmak ne kadar zor...Ama ben seviyorum seni yavrum,önemli olan da bu değil mi?

3 Ekim 2009 Cumartesi

beni bir kere dövdüler/Atilla İlhan

 

beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm

daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor

büyükdere'de dövdüler emirgân ve birileri

geceleyin dövdüler dişlerimi tükürdüm

emirgan'la aramız çok eskiden beri yok

niye ölmedim diye bana bozuluyor

ötekiler şurda burda azar azar gördüğüm

çakıdan bozma itler sustalı birileri

fakat çok fena dövdüler size ne söylüyorum

bir vakit omuzlarım tutmadı dişlerimi tükürdüm

boşyerlerime vurdular yumrukları duruyor

gecenin bir saatinde gizlice kustum

bir böcek yürüyordu boynumdan içeri

burnum mu kanıyordu ağlıyor muydum

büyükdere'de dövdüler emirgân ve birileri

ayıran eden çıkmadı susadım su veren yok

kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm

çocuk sıcaklığına sığınıp uyumayı

omzum bir vakit tutmadı dişlemi tükürdüm

fakat çok fena dövdüler size ne söylüyorum

daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor

hiç kimse o halimde görsün istemiyordum

eczane aramak filan aklımdan geçmedi

sıcak bir şeyler içmek otelde motelde

kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm

dağıtılmış suratımı avuçlarına saklamayı

ağlamayı düşünürdüm kim bilir belki de

bir vakit omzum tutmadı dişlerimi tükürdüm

beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm

daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor

büyükdere'de dövdüler emirgân ve birileri

senin için dövdüler dişlerimi tükürdüm

                                      ATİLLA İLHAN

ALTERNATİF LİNK

http://www.vimeo.com/6885484

2 Ekim 2009 Cuma

BAY MERAKLI:DÜNYANIN EN KOMİK VE EN KARİZMATİK ADAMI

Üstelik yıllardır rakipsiz.Yeri bir türlü doldurulamıyor….

bay-merakli

İZLEMEK İÇİN  http://www.vimeo.com/6864407

17 Eylül 2009 Perşembe

CEM GARİPOĞLU YAKALANDI..AMA NASIL KURTULACAĞIZ ONDAN?

Adsız resim

Cem Gariboğlu'nun teslim olması herhalde içinde yaşadığımız yılın en önemli olaylarından biri olmaya aday.Atv neredeyse 1 saat canlı yayın yaptı.Olayın şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da çok konuşulacağını sanıyorum.Konuşuldukça laçkalaşacak,trajedi komedi haline gelecek genelde olduğu gibi..

Nihayet Cem Gariboğlu yakalandı.Mağdurun babasının ve annesinin yüzünde buruk ama yine de memnun bir gülümseme.Sorgu için getirildiği adliye binasından çıkarken, kapıda bekleyen öfkeli kalabalık homurdanıyor.İtişme,kakışma,sürekli düt sesiyle kesilen küfürler,polis aracını yumruklamalar...Cem Gariboğlu'nun  avukatından teslim olmadan önce karnının aç olduğu,sucuk ekmek alınmasını istediğinin açıklanması ve bir psikiyatri uzmanının yaptığı yorumlar:Bu, katil zanlısının ( katilin kimliği konusunda neredeyse hjç şüphemiz olmaması nedeniyle zanlı deyimi biraz tuhaf kaçıyor aslında!) vicdan azabı çekmediğinin,suçluluk duymadığının kanıtı olabilirmiş.Onca kan onca et gördükten sonra normal bir şekilde suçluluk duygusu yaşayan birinin et yemekten tiksinmesi gerektiğine işaret ediyor.Sonra da psikopatların gerçek anlamda bir suçluluk duygusu yaşamadıklarının altını çiziyor.
    Cem Gariboğlu'nun teslim olması herhalde içinde yaşadığımız yılın en önemli olaylarından biri olmaya aday.Atv neredeyse 1 saat canlı yayın yaptı.Olayın şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da çok konuşulacağını sanıyorum.Konuşuldukça laçkalaşacak,trajedi komedi haline gelecek genelde olduğu gibi..
   Türkiye'de daha da korkunç cinayetler işleniyor;ama bu başka türlü birşey gibi algılandı.Kimi özellikleri ile ön plana çıktı.Belki de Türkiyenin genel manzarasını sergileyip özetleyebilecek türden bir cinayet.Bu olayı 'özel' yapan nedenler arasında sayılabilecek şeyler:
  1-Cinayet nedeninin anlaşılamaması.Zengin ve tuzu kuru bir erkek güzeller güzeli bir kıza nasıl olur da öylesine ölçüsüz bir vahşet uygular?Birini böylesine çileden hangi neden çıkarmış olabilir?(Mesela bunun altından ihanet,kıskançlık ve intikam gibi nedenler çıksa rahatlayacağız!)Katilin(zanlısının) kaçması ve bizi sorularımızla başbaşa bırakması sinirlerimizi fena halde gerdi.Zanlının bu şekilde davranması,masum bir kıza değil bütün bir topluma saldırdığı duygumuzu güçlendirdi.
2-Katil zanlısının parasal kudreti ve kendine yardım ve yataklık yapan bir çeteyi arkasına almış olması acayip zorumuza gitti.Nasıl olur da bir cinayet zanlısı aylarca yakalanmazdı.Yurtdışına çıktığı söyleniyordu.Kimler izin vermiş kimler engel olmamıştı buna?Yoksa adaletin demir pençesi zengin ve mukdedirler sözkonusu olunca şevkatli bir ana kucağı haline mi geliyordu?Ortalıkta tutuklandığı halde kaçmasına izin verilip serbest bırakıldığı söylentileri dolaşıyordu.Yok efendim zanlının kaçması karşılığında birilerine 700 bin dolar rüşvet verilmişti falan...
3-Cinayetin sergilenme biçimi de hayli öfkelenmemize yol açan bir şeydi.Bir çöp konteynırında gövdesi ikiye ayrılmış olarak bırakılması..Acaba katil ne söylemeye çalışıyordu?Canına kıydığı insana hiç değer vermediğini göstermek için mi çöpe atmıştı onu?Bavul,gitar kutusu ne anlama geliyordu?
  Daha da benzer bir sürü neden olmalı.Katil zanlısı bundan sonra da öfkelendirmeye devam edecek bizleri.Yaş küçüklüğü nedeni ile yararlanacağı cezai indirimi,hapishanede krallar gibi yaşadığını işiteceğiz..Kovuşturma sürecinde,delillerin değerlendirilmesinde,tanıklarda,adli rapor ve bilirkişi incelemelerinde kimbilir hangi skandallar patlak verecek?Paranın ve iktidarın nelere kaadir olduğu gerçeği ile yüz yüze geleceğiz.Belki de anlayacağız olay bu denli tepki yaratacak şekilde gerçekleşmiş olmasa idi,mesela katil zanlısı kaçmamış olsa,cesedin kafasını kesmemiş olsa,birkaç sene ile yırtacağını...
  Bu olayda bir toplum olarak bize acı verebilecek çok şey var.O nedenle bu olayı unutmaya, çarçabuk gündemden düşürmeye ihtiyacımız var.Unutalım ve sahte günlük hayatımıza dönüp bu ülkede bizzat devletin cinayetler işleyip örtbas ettiğini,adaletin yoksul ve zayıflara karşı işlediğini,suçları tescilli olanların elini kolunu sallayarak aramızda dolaştığı gerçeğini unutalım..

7 Eylül 2009 Pazartesi

Bazılarımızın vatan sevgisi!!!!!!!!!

newzealand002

O kadar o kadar seviyorsunuz ki vatanınızı…Bu tutkunuzun ateşinden gözlerim yaşarıyor ve inanın içimden varımı yoğumu Mehmetçik vakfına bağışlamak geliyor!….

6 Eylül 2009 Pazar

28 Ağustos 2009 Cuma

23 Ağustos 2009 Pazar

MERAKLI KOYUNLAR : Çok Meraklı,çok yaramaz,ama yine de koyunlar işte!…

 

2nhizhs

İZLEMEK İÇİN   http://www.vimeo.com/2015565

Bazıları ilginç şeyleri çarçabuk keşfederler,onlara bir sözümüz yok.Ben bu 'Meraklı Koyunlar'ı henüz yeni keşfettim.BBC televizyonunda yayımlanan (inşallah yanlış bilgi değildir!) bir animasyon dizisi bu.İlk sezonu 40 bölüm olarak yayımlanmış.Wallace ve Glomit/Yaramaz Tavşana Karşı,Tavuklar Firarda gibi animasyonlarını izleyip hayran olduğumuz Nick Park ile Steve Box'ın işi.Oyun hamuru ile yapılmış karakterler stop mation tekniği ile kare kare çekilerek oluşturulmuş.Orta yaşlı,gözlüklü,tıknaz bir çiftçi,onun sadık çoban köpeği ile birlikte yaşıyorlar.İçlerinde biri aşırı şişman ve obur,bir tanesi emzikli ve yanından ayıcığını ayırmayan minik bir kuzucuk ve deha derecesindeki zekası sayesinde grubunun doğal lideri olan genç kuzu Shaun...Çok yaramazlar,her seferinde birşeyler yapıp ortalığı karıştırıyorlar ve onların yarattıkları karışıklığı düzeltmek de sadık çoban köpeği ve genç Shaun'a düşüyor.Ama onca egzantrikliklerine rağmen,sonuçta yine de koyunlar.Çiftlikteki hiyerarşiye iyi uyum sağlamışlar.Çoban köpeğinin buyruklarından çıkmıyorlar ve her zaman işbirliği yapmaya hazırlar.Yan taraftaki komşuları,neredeyse doğal düşmanları olan domuzlar.Bu koyunlar komik olmak için özel bir çaba sarfetmedikleri halde yine de çok güldürüyorlar.Tümüyle konuşmasız bir animasyon olması ile sessiz sinema döneminin ve bu dönemde ortaya çıkmış pandomim tarzı komedi geleneğinin peşi sıra gidiyor.Çocuklar için yapılmış ama büyüklerin de kayıtsız kalamayacakları,gizli gizli seyredip eylenecekleri(Susam Sokağı karakterleri gibi) özenli bir çalışma.40 bölümü de indirip izlemek isterseniz bu bağlantıdan indirebilirsiniz:http://www.belgeselindir.com/showthread.php?t=1415. Görüntü formatının divx olup görüntü kalitelerinin mükemmel olduğunu da hatırlatalım

9 Ağustos 2009 Pazar

ÖLÜMSÜZ MİCHAEL JACKSON

 

michael-jackson-b1

  Ölümsüz Michael Jackson'dur benim için o.Hayalimizdeki sanatçı tasvirine uymasa da,yeryüzüne onun kadar iyi şarkı söyleyip dans eden biri gelmemiştir;korkarım bundan sonra da gelmeyecektir.

 

BEKLENEN SON

Öleceği malum olmuştu.Son zamanlarında onun fiziksel ve ruhsal çöküntüsüne dair manşetler vardı gazetelerde.Aşırı derecede ağrı kesici ve yatıştırıcılar kullandığı,burnunun düştüğü,çökmüş yüzünü kimseye göstermemek için bir maske taktığı,tek gözünün kör olduğu,kalbinin teklediği,tekerlekli sandalye kullanmaya başladığı,cilt kanserine yakalandığı...Bütün bunlara bir de borç batağı içinde yüzdüğü haberi eklendi.Neverland çiftliği elinden alınmıştı.Ancak dünya turnesine çıkıp 50 konser verirse vadesi gelmiş borçlarının ödenebileceği kendisine söylenmişti.O da dünya turnesine çıkmayı kabul etti.Böylece herkese formda olduğunu,eskisi gibi şarkı söyleyip dans edebildiğini gösterecek,hem de elde ettiği gelirlerle iflastan kurtulacaktı.Ancak hayatında yeni bir dönem açamadan hayata veda etti.Polise adını vermeden "50 yaşlarında bir adamın kalp krizi geçirdiği,nefes alamadığı" haberini vermişti mürebbiyesi.Michael Jackson ölmüştü,geride yarattığı neşeli,acıklı,romantik ve trajik efsanesi kalmıştı.
    Michael Jacksonu tanıdığımda henüz pop müziğe yeni merak salmış bir gençtim.Radyolarda Modern Talking'lerin,Falco'ların,Alphaville'lerin sürekli çaldığı;Duran Duran,A-ha ve Wham'in (George Michael ve Andrew Ridgeley'in grubu) egemenliğini ilan ettiği 1980'li yılların başında.Michael Jackson o sıralarda Thriller adlı albümü ile bir başka ölümlünün kolay kolay elde edemeyeceği bir başarıyı yakalamıştı.Hemen hemen bütün parçaları birer hite dönüşmüş olan bu albümü ilk dinlediğimde birçokları gibi ben de çarpılmıştım.Beat İt,Billie Jean ve Thriller,pop müzik alışkanlığım pek gelişmemiş olmasına rağmen,derinden sarsmıştı beni.Onun müziğinde insanı yaka paça tutup içine çeken,insanı vecd haline sokan birşey vardı.
O sıralar Michael Jackson'ın kardeşlerinin "Jacksons" grubundan haberim yoktu.Bu gruba 9 yaşlarında iken katılıp,kısa sürede eşsiz sesi ve yorumu ile ağabeylerini gölgede bıraktığını sonradan öğrenecektim.Michael jackson ikinci Solo albümü Thriller ile bütün rekorları alt üst eden görülmemiş bir başarıya imza attı.Zenci saul müziği motiflerini disco müziğine uyarlamış ve bu tarzını eşsiz besteleri ve unutulmaz dansları ile zenginleştirip yeni bir tarz,bir ekol yaratmıştı.
Daha sonra Michael Jackson,müziği kadar özel yaşantısı ile de adından söz ettirdi.Derisinin rengini ilaçlarla açtırdığını,oksijen çadırlarında yatarak 150 yaşına kadar yaşamayı planladığını,Peter Pan'dan esinlenerek Neverland adını verdiği dillere destan bir çiftlik yaptırdığı,burada özellikle çocuklar için lunaparklar,hayvanat bahçeleri,eylence yerleri yaptırarak ebedi çocukluk fantezilerini hayata geçirdiği söylendi.Sesi ve fiziğindeki transeksüel olabileceği izlenimleri yaratsa da,o,hiçbir zaman cinsel kimliği konusunda açık vermeyip,güzel kadınlarla sık sık görünerek "sapına kadar erkek" imajı yaratmaya çalıştı.
   

VE MOONWALKER

Michael Jackson öldükten sonra tek filmi olan Moonwalker'ı izledim.Ona bir film demek bile zordu,upuzun bir video klipti.Mtv tarzı video klip estetiği ile kotarılmıştı ve bugün kitsh dediğimiz şeyin bir numunesi gibi duruyordu.Bir film olarak değil bir Michael Jackson hayranı olarak insanın katlanabileceği türden birşey işte.Tümüyle Michael Jackson'ın naif kitsh dünyası egemen olmuştu.Başta Jackson'ın konserlerinden alınmış bir sahne.Kendinden geçen,bayılan,kendini parçalayan kızların görüntüleri.Sonra Michael'ın yine video klip estetiği ile anlatılan müzik geçmişi,başarılarla dolu öyküsü.Sonra yeni bir bölüme geçilir.Michael artık zirvededir ve herkes onun peşindedir.Kukla olarak tasarlanmış Hollywood ziyaretçileri,tombiş göbekli hayranlar,kızlar( ah hele o kızlar!) Sonra kendisi ile ne alıp verdiği anlaşılamayan polisler,kovboylar,şunlar bunlar..Hepsi peşindedir Michael'ın.O ise aslında onların bu ilgisinden hoşlanmakla birlikte,ellerine düşse her birinde bir parçası kalacağını tahmin ettiğinden,kaçmaya başlar.Arada özgürlük heykeli ile karşılaşır ve heykel ona "bir fırsatlar ve gariplikler ülkesinde" yaşadığını söyler.Bir tavşan kılığına girer,ama peşindekilerin onun kılık değiştirdiğini anlaması gecikmez.Peşindeki herkesi atlatıp kovboy filmlerinin fonunu oluşturan çöle gelip tavşan kılığını çıkarır.Ancak tavşan elbiseleri ve başlığı canlanıp onun dansını yapmaya başlar.Giydiği şeylere bile ruhu geçmiştir işte.Daha sonraki bir bölümde Michael'i 40'lı yılların Amerikasında görürüz.Çocukları uyuşturucuya alıştırmak için planlar yapan bir gangster çetesinin planlarına tanık olup onların oyunlarını bozar.(Ne için bozulacaksa)Bu defa çete peşindedir onun.otomatik silahlı  çete saldırısından kurtulup bir bara girer.Burada  "ay yürüyüşü"adlı müthiş danslarını yapıp şarkı söyler.Çetenin oyununu bozar,kadınların hayranlığını kazanır,kendisini öldürmeye çalışanlara dersini verir..
Daha anlatmadığım bir sürü saçmalıklarla dolu bu film,şarkılar ve danslar sayesinde rahatça izleniyor.Ama Michael'in daha sonraki hayatının bir fragmanı gibi göründü bana.Özellikle uyuşturucu çetesi ile hesaplaştığı filmin son bölümü.Çok sevdiği çocukları uyuşturucu çetesinin planlarından kurtarıyordu,ama şu kaderin işine bak,kendisi uzun süre bir çocuk tacizcisi olarak yargılanacak,bu davadan kurtulmak için davacılara çok büyük paralar ödeyecek,uyuşturucu değilse de ağrı kesicilerin ve sakinleştiriclerin bağımlısı olacaktı.Sonraki on yıl içerisinde Michael'in Amerikan rüyası bir Amerikan kabusuna dönüşmeye başladı.Ruh sağlığı,özellikle çocuk tacizi davalarından sonra giderek bozulmaya başladı.Ağrı kesici ve sakinleştiricilerle bütün vücudunu saran acılarını hafifletmeye çalıştı.Palyaçonun sahte gülüşünün yağmur sularında akıp gitmesi gibi,estetik cerrahiye kobaylık yapmış o yüzü,bir mumyanın yüzüne dönüşecekti.Sonra yüzünü maske ile tamamen saklamış olarak tekerlekli sandalyede gördük.Sonra felç olacağı söylenmeye başlandı.Nihayet birgün,herkesin beklediği şey oldu.
  
Michael Jackson,kendini popun ve Mtv kuşağının ikonu yapan tanımlamaya sonuna kadar bağlı kaldı.Kendini fırsatlar ülkesinin canlı ve somutlaşmış kanıtı olarak sundu.Bob Geldof'un Afrika açları için düzenlediği konserlere katılıp daha sonra açlar ve yoksullarla ilgili çok sayıda konser verip bağışta bulunsa da,o yaşadığı sistemin sahteliğini,iki yüzlülüğünü,Fırsatlar ülkesi yalanlarını ve ABD'nin saldırgan emperyalizmini görmeyi reddetti.Kendini bir Amerikan yalanına adayıp,bu yalanın gerçek görünmesi için kendi üzerindeki her değişikliğe razı oldu.Her ne kadar doğuştan gelen bir hastalık diyerek inkar etse de,siyahları 2. sınıf insan olarak gören ırkçılığa rengini değiştirerek kendini kurban etti.Görünüş ve davranışlarının inkar etmesine karşın,o ,kadınların kendine olan ilgisini asla karşılıksız bırakmayacak çapkın rolüne sığınıp,gerçek cinsel kimliğini inkar etti.O hep süslü püslü,cilalı bir yüzey görünümünü tercih etti ve ölümü ile bir kısmı açığa çıkanlar müstesna,gerçek yaşamını ve kimliğini hep karanlıkta bıraktı.
Ama yine de ölümsüz Michael Jackson'dur benim için o.Hayalimizdeki sanatçı tasvirine uymasa da,yeryüzüne onun kadar iyi şarkı söyleyip dans eden biri gelmemiştir;korkarım bundan sonra da gelmeyecektir.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

KISA VE ACISIZ (Kurz und Schmerzlos) FİLMİ İZLENDİKTEN SONRA SICAĞI SICAĞINA YAZILDI!(Soğumadan okuyun)

Kısa ve Acısız,merkeze göçmenlik gibi evrensel bir temayı koymuş olmasına rağmen,kara film türünü ve nostaljik gangster melodramlarını izliyor.Aklıma ilk gelenler Sıkı Dostlar,Siyam Balığı,Bir Zamanlar Amerika…Özellikle Bir Zamanlar Amerika’ya çok şey borçlu gibi geldi bana

 

kisaveacisizkurzundschmok4

Kısa ve Acısız’ı izledim.Fena değil,güzel bir film.Adı ile karşıt bir şeyi,hayli uzun ve oldukça acılı bir durumu anlatıyor.Çocukluktan beri sürüp gelen can ciğer arkadaşlık ve gün gelip bunun darmadağın olması ve acı son…Bir Türk,bir Yunanlı ve bir Sırp arasında.Üçü de ufak tefek suçlar işleyen,sınırda,” arıza” tipler.Bir tanesi kurtulmaya çalışıyor.Suç işlememe kararı almış.Türkiye’ye dönüp iş kurmayı planlıyor.( Nedense Fatih Akın’ın filmlerinde kurtuluş kavramı anavatana kesin dönüşle ilişkilendiriliyor genellikle)Bir diğeri mafya içinde yükselerek yırtmayı kafaya koymuş.Yunanlının geleceğe ilişkin planı yok görünüyor.Giderek araya anlaşmazlıklar ve bazı çatışmalar girince inanılmaz güzellikteki dostlukları örseleniyor.Ancak kaderleri de görünmez bir iple birbirine bağlı olsa gerek,suç,ihanet,aşk,ölüm ve intikam sarmalında ikisi ölüyor,Türk olan Cebrail sağ kalsa da,bundan sonrasının iyi olmayacağı gerçeği ile bağlı kalarak hikayeyi noktalıyoruz.

    Kısa ve Acısız,merkeze göçmenlik gibi evrensel bir temayı koymuş olmasına rağmen,kara film türünü ve nostaljik gangster melodramlarını izliyor.Aklıma ilk gelenler Sıkı Dostlar,Siyam Balığı,Bir Zamanlar Amerika…Özellikle Bir Zamanlar Amerika’ya çok şey borçlu gibi geldi bana.Fatih Akın bu filminde oldukça hızlı,manipulatif bir şekilde kurgulamış filmini.Durumlardan çok aksiyona ve çatışmaya önem vermiş ait olduğu türdeki örnekleri gibi.Aslında bu bir göçmenler üzerine film bile sayılamaz.Çünkü onların yerine benzer arıza Alman tipleri koy,sonuç değişmez.Daha çok aşk,ihanet,dostluk ve intikam üzerine bir film saymalıyız onu.Durumlardan daha çok aksiyona ve çatışmaya önem vermiş derken kastettiğim şu:Göçmen olma,farklı bir kültürde varolmaya çalışma gibi temalar üzerinde fazla durulmamış.Mesela Cebrail’in kız kardeşinin çok rahat bir yaşayış tarzı var.Cebrail bunu normal karşılıyor,ancak tutucu ailesinin bu konuda tavrı ne,pek ipucu alamıyoruz.Gerçi Cebrail dışında onun bir hristiyan genci ile ilişkisi olduğunu bilmezmiş gibi görünüyor,ama aslında Fatih Akın,bu gibi soru işaretlerine sapmadan anlatmak istiyor hikayesini.Üç yabancı gencin dünyanın her yerinde görülebilecek türden arızaları dışında herşey normalmiş gibi bir hava var.Bu da Kısa ve Acısız filminde Fatih Akın'ın seçimi.O sıralar fazla tanınmamış olan yönetmen,her kesimden izleyicinin rahatça izleyebileceği,ortalama sinema izleyicisinin alışık olmadığı dönemeçlere sapmayan bir film yapmak,mümkün olduğunca fazla izleyiciye ulaşmak istemiş.Rahatça izleniyor film;senaryo da tıkır tıkır işliyor.Oyuncular ise,başta Sırp Boby'i canlandıran Aleksandar Javanoviç olmak üzere oldukça iyi iş çıkarmışlar.
    Ancak "Duvara KArşı" kadar güçlü bir film  değil Kısa ve Acısız.Bunu Fatih Akın'ın sinemasında üslubunun yeterince olgunlaşmamış olduğu,kendine has üslubunun gereği olan sinema dilinin yeterince belirginleşmediği bir film.Asıl onun sineması kişiliğine ve kimliğine "Duvara Karşı"ile ulaşıyor.Duvara Karşı'da Fatih Akın,daha önce üzerinden atlayıp geçtiği meseleleri deşiyor,deşmekle kalmayıp o meselelerin özüne iniyor,onları özel konular olmaktan çıkarıp evrensel meseleler haline getiriyor.Gurbetçi insanların en temel dertlerinden biri olan "ait olamama melankolisini" hiçbir duraksamaya meydan vermeyecek şekilde saptayıp gözlerimizin önüne seriyor.Üstelik bunu görünür kılmayı en zor şekilde başarıyor.Seçtiği tipler,geleneksel,tanıdık figürler değil.Türkten çok Almanlara yakınmış gibi duruyorlar,ancak kucaklayıcı bir kimlik duygusu eksikliğini çok şiddetli yaşadıkları,onlardaki aidiyet ve türk kimliği duygusunu örseleyen şeyin kendileri değil,içine kapanıp tutuculaşmış türk kültürü olduğunu çok iyi anlatıyor bize.Bu bağlamda filmin simgeleri de yerli yerine oturmuş oluyor.Mesela Cahit'in ölmüş Alman karısı,aynı zamanda Alman kültürü ile bütünleşme idealinin ölmesinin simgesi olup çıkıveriyor.Aynı şekilde kendisine sataşan Yunanlıya attığı tek yumruk yüzünden Yunanlının ölüvereceği tutması da,gizli saklı bir yaşantı kurarak farklı olmanın saltanatını sürmenin imkensızlığı üzerine ironik bir simgeye dönüşüyor.Simgesel düzeyde okunduğunda da çok zengin bir altyapısı var filmin.Yalnız senaryo değil,kurgunun sağlamlığı da dikkati çekiyor.Diyelim ki Sibel'in Cahit hapse düştükten sonra damarını tam ortadan kestiği sahne,ya da İstanbul'un düşkün mekanlarından birinde uyuşturucu ararken,bir grup psikopatın kendisini öldüresiye dövmelerini adeta teşfik etmesi gibi sahneler,tam da olması gerektiği yerde karşımıza çıkıyorlar.Artık bu filmde ne yapacağına kararını çoktan vermiş,anlattığı konuların damarına basmasını çok iyi beceren bir sinemacı ile karşılaşıyoruz.Belki de aslında çok iyi tanıyıp anladığı insanları anlattığı için bu denli başarılı olmuştur.Sibel gibi,Cahit gibilerin nerede ne yaşadıklarını,nasıl davranacaklarını ve ne zaman kırılacaklarını çok iyi biliyor Fatih Akın.

6 Ağustos 2009 Perşembe

KIYIYA VURMUŞ BİR YUNUSA BENZEYEN KASABA :AKÇAKOCA

resim11tb9 

Bu gibi turistik fotoğraflarda görünen değil bu gibi fotoğrafların gizlediği bir Akçakoca’dır bu yazının konusu…

Fındık bahçeleri sayılmazsa yeşil alan diyebileceğimiz yerler,mezarlıklar ve hastane bahçesi gibi yerlerdir Akçakoca’da.Mezarlıklardaki o güzelim selviler,ayaklarının dibinde mezarlıklarda yatan ölülerin değil,doğası ve tarihsel dokusu tahrip edilmiş Akçakocanın yasını tutar gibi sessiz sessiz sallanırlar rüzgarda.

 

Akçakoca belli bir kesim tarafından gezi ve tatil yeri olarak tercih edilen bir batı karadeniz kıyı kasabası.Kayaların denize dimdik indiği karadeniz kıyı profilinden biraz farklı olarak, uzun kıyı şeritleri ile dikkat çekiyor.Denizin pek temiz olduğu söylenemez ama kale plajı gibi mavi bayrak alıp temizliği uluslararası alanda teyid adilmiş plajları da var.Genelde yazlığı olan, ya da tatil için ayıracak fazla bütçesi olmayan orta halli aileler tarafından tatil yeri olarak tercih ediliyor,ancak yine de Akçakoca'nın bir turistlik belde olduğunu söylemek güç.Karadenizin kararsız yaz ikliminden dolayı.Öğle güneşi ile hava pırıl pırılken akşama kadar kara bulutların toplanması ve akabinde patlayan doludizgin sağanak,yadırganacak birşey değildir burada.Ayrıca kışın durgun olan denizin aksine yaz boyunca denizden kıyıya doğru esip güçlü dalgalar yaratan poyraz da olumsuz bir etken.Deniz sık sık yüzmekten ziyade sörf yapmaya elverişli dalgalarıyla yüzme deneyimi olmayanlara ürküntü verecek bir hal alıyor.Ama her zaman böyle değil elbette.Denizin yatışmış havanın pırıl pırıl olduğu günlerde Akçakoca Denizi zevkine doyulmaz bir hal alır ve akşam püfür püfür esen serin rüzgar sayesinde kendini caddeye atan insan kalabalığından ana baba gününe döner.Havanın alışılmadık davranışlarına hazır olmak koşuluyla Akçakoca'da uygun bir bütçe ile bir iki güzel hafta geçirebilmek mümkündür.
  Denizden istifade edecek kadar kıyısı olan başka yerler gibi Akçakoca sahil şeridi güzeldir.Kıyı boyunca plajlar,bu plajların ardına öbeklenmiş lokantalar ve eylence yerlerinin sizi sıcak bir tatil atmosferine sokması uzun zaman almaz.Yılda 2 ay da olsa ekonomide kımıl kımıl bir canlılığa yol açan turistleri akçakoca esnafı güleryüzlülüğü ile bağrına basar.Akçakoca geceleri o güzel "Akdeniz Akşamları" şarkısını getirir akıllara sık sık..
  Ancak Bu kasabayı kıyılarından ibaret sayanlar içindir Akçakocanın sevimliliği.Burada yaşıyorsanız zamanla tuhaf giden birşeyler ve bazı şeylerin eksikliği kendini her geçen gün daha fazla hissettirir.Yeşil eksiktir ve beton yığınları ile mahvolmuş bir haldedir Akçakoca.Yeşilin eksikliği tuhaftır,adeta olağandışıdır.Çünkü Akçakoca'da en ölü toprağı bile diriltecek Karadeniz iklimi egemenliğini sürdürür.Gerçi özellkle yaz aylarında kasabanın dışına doğru baktığınızda heryer yemyeşilmiş gibi görünür.Oysa bu bir yanılmadır,çünkü o yeşillikler tümüyle fındık bahçelerine aittir.Ormanları talan edildikten sonra herkese ait ormanların yerini özel mülk fındık bahçeleri almıştır.Fındık da tıpkı keçi gibi ormanın en azılı düşmanıdır.Çünkü fındık,sulanmayı istemez;engebeli araziye,meyilli yerlere bayılır.Ormanın doğal bir biçimde yetişip tarıma elverişli olmayan arazilerde kurduğu egemenliğin yerini fındık bahçelerinin egemenliği almıştır.Fındık bahçeleri genişledikçe ormanlar yok olmuştur.Akçakoca köylerinde biile kendiliğinden yetişen ormanlara seyrek rastlanır.Akçakocanın ekonomisinin temelini fındık tarımı oluşturur.Çünkü eyimli ve engebeli araziye fındık,düşük giderli ve pazar değeri oldukça yüksek bir ürün olarak kurtarıcı olmuştur.Yıllar yılı fındık tarımını destekleme politikaları sayesinde fındık alanları artmış,bu alan arttıkça çiftçinin refahı artmış,çiftçinin refah artışına bağlı olarak Akçakoca esnafının yüzü gülmüştür.Ama bu ilerleme modeli pahalıya malolmuştur Akçakoca'nın doğasına.
   Ancak son yıllarda bu gidiş kötüye dönmüş görünüyor Akçakoca'da.Birkaç yıldır fındık taban fiyatlarını oldukça düşük tutmak bir devlet politikası halini aldı.Nihayet bu yıl da erkenden "toprak mahsulleri ofisinin fındık alımı yapmayacağını" açıkladı Maliye Bakanı.Cumhurbaşkanı seçimi ve kapatma davaları nedeniyle mağdur kisvesine bürünüp bura halkının oldukça sempatisini kazanmış olan iktidar partisinin nihayet takkesi düştü,keli göründü.Hükümet fındık tarımını destekleme politikasını tümüyle terkedip çiftçiyi serbest piyasanın acımasız çarkına itiverdi.Ancak fındık alımı ve taban fiyatı,bir takviye güç olarak iktidar partisinin yedeğinde duracak her zaman.Seçim yaklaştığı zaman şimdiki sözlerini  bir kenara bırakıp bol miktarda destekleme alımı yapacaklar.Halkı uyutup seçimi kazandıktan sonra destekleme alımlarını bırakıp piyasa ekonomisinin acımasız çarkını çevirmeye başlayacaklar.Halk bu naneyi yutacak mı?Ancak sosyalizm perspektifinde planlı ekonominin gücü sayesinde refah artarken doğanın ve doğanın dengesinin korunmasının mümkün olabileceğini halkın anlaması için ne kadar daha beklemek zorundayız?Daha ne acı bedeller ödemesi gerekecek insan ve doğanın?...
    Neyse konuyu dağıtmadan bir de şu "beton yığınları" meselesine değinelim.Akçakocanın tarih içindeki serüveni korkunç derecede plansız bir gelişim seyri izlemiştir.Bunu anlamak için  tarihçi olmaya lüzum yoktur.Başınızı kaldırıp binalara bakmanız yeterlidir.Merkezde çok katlı binaların hemen hepsi,aceleye getirilmiş,maharetsiz ellerden çıkmış,hiçbir özgünlük taşımayan bir görünümdedir.Bu sokakları ya da caddelerini dolaşırken içinizi bir anda amansız bir kasvet duygusu kaplarsa,bilin ki bunda etrafınızı çevrelemiş grotesk bir şekilde sırıtan bu binaların büyük payı vardır.Akçakocanın çok büyük bir bölümü,buralarda hiç imar planı yapılıp uygulanmadığı duygusuna yol açar insanda.Ancak bu kasvet duygusuna yol açan nedenlerden birinin de,bu binaların çok eski olması değildir.Her nedense Akçakoca çok eski bir kasaba olmasına karşın tarihi denilebilecek binalara rastlamak pek kolay değildir.Tarihi ve doğası buharlaşıp uçmuş gibidir.Bu dokuyu tahrip edip yerini alan şey,hiçbir özelliği olmayan,hiçbir şey ifade etmeyen apartman gecekondu kırması diyebileceğimiz binalardır.Kıyı şeridini saymazsak,sokak ve caddelerde ağaca rastlamak imkansızdır.Hayli meyilli bir arazi üzerine kurulmuş Akçakocanın yukarı mahallelerine çıkıp etrafa baktığınızda doğanın yoksullaşması ve fakirleşmesi son derece dramatik bir hal alır.Fındık bahçeleri sayılmazsa yeşil alan diyebileceğimiz yerler,mezarlıklar ve hastane bahçesi gibi yerlerdir.Mezarlıklardaki o güzelim selviler,ayaklarının dibinde mezarlıklarda yatan ölülerin değil,doğası ve tarihsel dokusu tahrip edilmiş Akçakocanın yasını tutar gibi sessiz sessiz sallanırlar rüzgarda.
   Akçakoca'da kamu hizmetlerini gören belediyenin bu yoksullaşmada payı nedir diye sorarsanız,fazla söze gerek duymayan birşey,belediye binası, çok şey anlatacaktır.Yüksekçe bir arazide,herşeye hakim bir mevkide kurulmuş olan Akçakoca yeni belediye binası,bu yıl hizmete açılmıştır.Oldukça görkemli bir taş binadır;ilk anda bura için muazzam para harcanılmış olduğu düşüncesine yol açar.Apartman gecekondu kırması binaların egemen olduğu Akçakoca'da diğerlerine kıyasla bir saray gibi gözükür.Binanın ihtiyacın çok üzerinde bir büyüklüğe sahip olduğu,devasa odalarda bir ya da ikişer memurun çalıştığı,bu odaların ısıtılması için çok para harcandığı söylenmektedir.Böyle bir saraya ihtiyaç olmadığını,bunca harcanmış paranın fuzuli olduğunu söyleyenler haklıdır.İnsanı yutuveren geniş ama bomboş koridorları ve kocaman odaları ile belediye binasının iç mekanında eksik olan şey,sevimliliktir.Rampalı,küf kokulu,bitişik, geniş camekanlı odaları ile eski belediye binası,bundan 40-50 sene öncesinin havasını taşıyan atmosferi ile gözüme bu yenisinden daha sevimli gözükmüştür.Şimdiki şafafatlı belediye binasını yapan AKP'li belediyenin en göze çarpan eseridir bu. Binanın masraflarının çok büyük kısmı ödenmemiş,belediyenin borç hanesine yazılmıştır.Yeni belediye "sarayında"  büyük fetihler yaptıktan sonra zaferini taçlandırmak için işgal ettiği yerlere görkemli anıt ve yapılar yaptıran işgalci muzaffer komutanların yaptırdıklarını çağrıştıran bir şeyler vardır.Ancak bu saray,aslında Akçakoca'ya, harcanmış olandan daha da pahalıya mal olmuştur.Akçakocalılar şimdiki belediye sarayının olduğu yerde,doğal orman ağaçlarından oluşmuş yemyeşil bir alanın olduğunu,Belediyenin bir ağaç katliamına girişip bütün ağaçları söktükten sonra belediye sarayı için alan açıldığını söylemektedirler.Hatta o alan,Akçakoca'da çok az bulunan doğal yeşil alanların içinde ağacın en fazla bulunduğu yermiş.Belediyenin nasıl bir kıyıcı savaş sonunda zaferini ilan edip o belediye sarayını inşa ettirdiği çok daha iyi anlaşılıyor şimdi.Mühendis belediyeciler,en iyi yerleşim alanının insan ve doğa arasındaki dengeni korunduğu alan olduğu gerçeğinden habersiz, böyle övünecekleri türden eserler bırakıyorlar kendilerinden geriye.Akçakoca son seçimlerde AKP'li belediyeye yeterli oy vermeyerek yolcu etmiştir,yerine de yeni bir "mühendis"  belediye başkanı getirmiştir.Onlar da betonun zaferine(!)  katkı sağlayacaklar mı,bunu zamanla göreceğiz...
    Gerçekte yukarılara çıkıp bakıldığında kıyıya vurmuş, can çekişmekte olan bir yunus balığına benzer Akçakoca.Can çekişmektedir,ama o yunus güzelliği üzerindedir hala.Yeterli ilgi,özen ve emek sayesinde dirilip canlanacak bir yunus balığı.Karadenizde kendini çok hızlı bir şekilde yenileyebilecek güce sahip bir iklim bulunmaktadır.Her şeye rağmen kaybedilmemiştir,bire bin verecek potansiyeli barındırmaktadır.Yeter ki,insan ile doğa arasındaki o hassas uymu kararlılıkla sürdürebilecek hassasiyete sahip çağdaş bir şehircilik anlayışı ile sahip çıkılsın ona.Yeter ki,her şey,para ve rant ekonomisinin hizmetine sokulmasın.