27 Aralık 2020 Pazar

KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM


Modernlik ve  İlerleme

 

 Toplumsal değişme kavramından ne anlıyoruz? İbni Haldun'dan günümüze kadar tüm sosyologların temel sorunsallarından biridir değişim.Toplumsal değişim sorunu aydınlanma çağından sonra ilerleme olarak düşünülmüştür.Bir toplumun ilerlemesinden ne anlıyoruz?Bu sorun hiç de göründüğü kadar basit değil. Çünkü geleneksel toplumlar dahil, değişmiyor diyebileceğimiz hiçbir toplum yoktur. Katı geleneksel kurallarla belirlenmiş toplumlarda dahi, din gibi, sanat gibi kabul edilmiş değerler üzerinden ilerleme çabalarına tanık oluruz.

Ancak bizim burada ele aldığımız ilerleme Rönesansla başlayıp günümüzde  yeni bir seyir almış olan modern ilerleme kavramıdır.İlk olarak rönesans  sanatında görülen modern  ilerleme, ortaçağın Hristiyan merkezli statik toplumuna alternatif getirme iddiasında olmasa bile, yeni bir toplum, yeni bir insan ve yeni bir dünya özlemine yönelik arzu ve iradeyi güçlü bir şekilde ifade etmektedir.
Ancak yeni bir insana dair bu arzu ve özlemi bilim, teknik ve coğrafi keşifler desteklememiş olsaydı, Rönesans da Yunan şehir devletlerinin altın çağı gibi ayrıksı ve geçici bir dönem olarak tarih sahnesinde yerini alırdı.Rönesans sonrası dönemde ise, Avrupada zenginliğin arttığını, Avrupa kıtasının dünyaya giderek hakim olduğu, Avrupa dışında parlak medeniyetler kurmuş toplumların Avrupa karşısında askeri ve ekonomik anlamda  gerilediğini görüyoruz.


Kapitalizm ve ilerleme Sorunsalı

Ancak asıl büyük değişim dinamiği kapitalist üretim tarzının hakim üretim tarzı haline gelmesi sayesinde olmuştur.Daha önce emek yoğun yöntemlerle sürdürülen geleneksel üretim, kapitalist ücretim tarzı  karşısında gerilemiş,eski önemini yitirmiştir. Ancak geleneksel ve kapitalist üretim arasındaki asimetrik ilişkinin başlangıçta kıta avrupasına özgü olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir.

 Fabrikalarda, makine gücü ve nitelikli emekle ve iş bölümü anlayışı ile ortaya çıkan yoğun seri üretim, geleneksel üretime karşı büyük bir maliyet avantajı kazandı. Sanayi üretimi arttıkça geleneksel üretim geriledi. Fakat geleneksel toplumlar bu değişime adepte olamayıp gerilemeye başladılar. Böylece sanayi ve teknolojik üstünlüğü olan toplumlar ile tarıma dayalı geleneksel toplumlar arasında makas açılmaya başladı. Geleneksel toplum modern toplum karşıtlığı bu süreçte iyice belirginleşti.
Modern toplumu ilerleme dinamiğine sahip;geleneksel toplumları da durağan sayma fikri sanayi çağında ortaya çıkmıştır. Ancak sözü edilen bu durağanlık geleneksel toplumlar için de geçici olmuştur.Bu toplumlar  sanayi toplumunun getirdiği askeri, teknolojik üstünlük karşısında geleneksel yapılarını muhafaza edemez olmuşlar,sömürgeci kapitalizmin dönüştürücü gücünün etkisiyle çözülmeye başlamışlardır. Kapitalizmin getirdiği yıkıcı ve yaratıcı olanaklar, çağ ilerledikçe etkisi yerkürenin en ücra köşelerine sızmış ve küresel bir dönüşüm yaratarak tüm insanlığın kaderini birbirine bağlamıştır.

Sanayi çağı kapitalist toplumlara karşı bir alternatif kalkınma modelini de beraberinde getirdi. Kamucu bir mülkiyet anlayışına sahip sosyalist devletler, Rusya'daki Ekim devriminden sonra ortaya çıkmaya başladı. Bu devletler kapitalist toplumlara karşı
alternatif bir toplum yaratma iddiası ile toplumu şekillendirmeye başladılar. Bu yeni oluşum dünyayı birbirine rakip ve düşman iki büyük askeri kamp halinde böldü. Ancak sosyalist toplumlar 20. Yüzyılın son çeyreğinde kendi yapısal sorunları ve başka nedenlerle çökmeye başladılar. Kuzey kore ve Küba dışında sosyalist rejimle idare edilen ülke kalmadı. Çin tek partili bir komünist rejimle idare ediliyor görünse de, kapitalist ülkelerle yoğun ekonomik ilişkiler geliştirerek kapitalist dünya sistemine entegre olmuş durumdadır.
Bu nedenle kapitalizmin küresel hakim bir ekonomik sistem olduğu tezine istisna oluşturmaz.Günümüzde kapitalist sistem, rakipsiz bir ekonomik model görünümündedir. Her ne kadar kapitalist ülkeler şu an için kendi yapısal sorunlarını çözmekte zorlanıyor olsalar da, günümüz dünyasında kapitalizm, hakim ve başat ekonomik sistemdir.

Tarihin Sonu ve Postmodernizm 


Küreselleşme tartışmalarının giderek yoğunlaşması tam da kapitalizmin dünyada hakim ekonomik sistem haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Amerikalı yazar Francis Fukuyama, kapitalizmin ve batı tipi demokratik rejimlerin zaferini ilan ettiği 'Tarihin Sonu' tezini ortaya atmıştır.Fukuyama'ya göre komünist rejimlerin çökmesi batı tipi demokrasilerin ve kapitalist sistemin nihai zaferiydi. Bundan sonra tarihten bekleyeceğimiz şey, geleneksel toplumların batı tipi moderniteye teslim olması ve modern ütopyaların bu liberal demokrasi ile yönetilen kapitalist sistemler  içinde mükemmelleşmesiydi.

Amerikalı yazar Samuel Hungtington ise Fukuyama'nın rakipsiz saydığı batı tipi demokrasilere yeni bir misyon biçti. Komünizm bertaraf edildiğine göre batı demokratik dünyası için tek engel, dinsel fanatizmin çağımızdaki yüzü olan siyasal islamcılıktı.Bütün liberal demokrasiler kendi geleceklerini tehlikeye atmamak için islamcı fanatizmle mücadele etmek zorundaydı.
Bu tartışmalarda sanat ve felsefe alanında yeni bir dönem açıldığını iddia eden postmodernizm tartışmaları eşlik etti. Çok çeşitli kaynakları olsa da en çok Fransız postyapısalcılığından etkilenmiş olan postmodernizm Fukuyama'ya benzer şekilde yeni bir tarih anlayışının sözcüsü olduğu iddiasındaydı.Başta Lyotard olmak üzere postmodernizmin savunucularına göre  Modernizmin toplumu ilerletme anlayışı toplumun geldiği yeni aşamada anlamsız hale gelmişti. Çünkü tarihin ve felsefenin sözcülüğünü yaptığı ilerleme misyonu; bilimsel, teknolojik ve kültürel süreçlerin doğasına içkin hale gelmişti. Bir ilerleme dinamiğine sahip olmayan hiç bir şey, modern toplumda kalıcı olamazdı. Buna göre ilerleme, özneye ihtiyacı olmayan kendiliğinden bir süreç haline gelmişti. Filozofların ve aydınların topluma öncülük etmesi, gereksiz bir fikir haline gelmişti.
yeni sanat anlayışında (postmodern sanatta) bu öznesiz tarihin emarelerini görmek mümkündü. Sanatçılar yüksek sanat ile popüler sanatın, yeni üsluplarla eski üslupların eklektik bir şekilde bir araya geldiği bir sanat anlayışına göre üretmeye başladılar. Bu yeni sanatın öncüsü pop art sanatçısı Andy Warholl'dı.
Küreselleşme tartışmaları yukarıda ana hatlarını özetlediğimiz postmodernizm içinde sanat ve felsefe ile sınırlı bir alandan çıkıp her alana tekabül edecek şekilde  şekillenmeye başladı. Artık ulusal sınırlar anlamsızlaşmış, sermaye hareketleri devletin kontrol altında tutmasını imkansız hale getirecek şekilde küresel bir ivme kazanmıştı. Batı sermayesi devletin sıkı denetiminden, yüksek bulduğu vergilerden, emeğin yüksek maliyetinden kaçıp;Çin gibi, Hindistan gibi devletlerin avantaj ve kolaylıklar sağladığı iş gücünün çok ucuz olduğu coğrafyalara kaçıyordu. Sermayenin vatansızlaşması olgusuydu bu.
Postmodernizm ve küreselleşme savunucularına göre bilgi teknolojisi alanında da büyük bir devrim meydana gelmişti. Bilgi artık çok hızlı bir şekilde üretim süreçlerine aktarılabiliyordu. En kazançlı yatırım bilgi teknolojileri ve ar ge faaliyetlerine yapılan yatırımdı. İnternetin yaygınlaşması da küreselleşme süreçlerine bambaşka bir boyut kazandırmıştı. Artık ulusal sınırları anlamsız kılan küresel örgütlenme modelleri ile karşı karşıyaydık. Mesela Abd'deki bir şirketin güvenlik hizmetlerini İnternet üzerinden hindistanlı bir firma yürütebiliyordu. Güvenlik kameralarından halkla ilişkilere kadar
idare eden memurlara kadar bütün faaliyetler Hindistandan yürütülebiliyordu.Öyle ki İngilteredeki özel güvenlik hizmetinin Hindistandan idare edildiği halkla ilişkiler kuran görevlilerin şivelerinden bile anlaşılmyordu.

Kapitalizm ve Küreselleşme eleştirileri

Ancak kapitalizmin ve liberal demokrasinin zaferini ilan eden bu görüşlere karşı eleştiriler de giderek atrmaya başladı.Kapitalizmin daha da azgınlaştığı, emeğin sermayeye karşı kazanımlarına saldırılarının çok daha arttığı  söylendi.Kapitalizmin hiç de öyle kendiliğinden ilerleme ve özgürleşme yaramadığı, çünkü sermayenin özünde kar maksimizasyonu dışında hiç bir önceliğin yatmadığı iddia edildi. Küreselleşme hem her toplumun genelinde hem de ülkeler arasında büyük eşitsizliklere neden olmuştu. Toplam dünya servetinin yüzde 60'dan fazlasının binde bir zengin azınlığın elinde toplanması küreselleşmenin yarattığı eşitsizlik konusunda çok çarpıcı bir fikir veriyordu. Bu yeni kapitalizm orta sınıfları yok ederek gelirin çok büyük kısmının küçük bir azınlığın elinde
toplanmasına neden oluyordu. Ayrıca sermayenin ileri teknoloji yatırımlarını denetimin az ücretlerin çok düşük olduğu ülkelere kaydırması, sermayenin denetimsizliğini daha da artırmıştı.Her ne kadar batı demokrasilerinde sanayi ve diğer sektörlerdeki emekçiler
kazanımlarını büyük ölçüde korumuş olsa da, taşeronlaşmanın ve ucuz emeğin önüne geçilemiyordu. Ayrıca sermayenin üretim süreçlerini ucuz emek cennetlerine kaydırması emek sömürüsünün küreselleşmesi anlamına geliyordu.
Liberallerin savunduğu gibi sermayenin genel olarak toplumun bütünü açısından akılcı yatırımlara yöneldiği iddiası da gerçekçi değildi. Afrika ülkelerinde yetersiz beslenme ve sağlık sorunları yüzünden çoğunluğu çocuk milyonlarca insan ölürken silahlanma harcamalar öngörülmemiş derecede artıyordu. Trilyonlarca dolar bütçeye erişen silah endüstrisi,Fukuyama’nın kapitalizm ve liberal demokrasinin öncülüğünde bin yıllık barış geleceği tezlerini kolayca çürütüyordu. Ayrıca başta ortadoğu olmak üzere savaş ve çatışmalar eskisinden yoğun bir şekilde sürüp gidiyordu.
Küreselleşmeden duyulan rahatsızlık Dünya Ticaret Örgütünün Sattle'daki toplantısında dünyanın her yerinden gelen küreselleşme karşıtlarının büyük gösteri ve eylemleriyle iyice görünür hale geldi. Sattle gösterilerinden sonra DTÖ'nün her toplantısı giderek artan yoğun kitlesel gösteriler ve protestoların gölgesinde geçmeye başladı.

Arap Baharı ve Suriye iç savaşı 


Arap Baharı diye bilinen Akdeniz kıyı şeridi Arap dünyasındaki kitle patlamaları liberal demokrasi zaferi iddialarını çürüten bir turnusol kağıdı olmuştur.Arap baharında batı tipi liberal demokrasi ve dışa açık kapitalist büyüme modelinin bütün dünyanın geleceği ve tarihin sonu olduğu tezi deyim yerindeyse yerle bir olmuştur. Tıpkı 1. ve 2. Körfez savaşı sonrası büyük bir kaos, kargaşa ve İstikrarsızlığın içine düşen Irak gibi Arap baharı da, liberal demokrasi idealinin radikal İslamcılık ve güdümlü otoriter rejim sarmalında yok olduğu bir bir büyük kargaşa ve istikrarsızlık yaratmıştır.Tunus'ta zabıtaların tezgahına el koyduğu bir işportacının kendisini yakması ile başlayan kitle isyanları beraberinde hızlı rejim değişikliklerini getirdi. Mısır'a 30 küsür yıllık Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi ile yapılan seçimleri Müslüman kardeşler hareketi kazandı. Libya'da Muammer Kaddafi rejimi bir çok devletin müdahil olmasıyla yıkıldı. Kısa bir süre sonra Suriye'de İsyanlar patlak verince devlet Başkanı Beşşar Esad bu isyanları çok sert bir şekilde bastırmak istedi. Türkiye'de dahil olmak üzere birçok devlet destekledikleri isyancı gruplar aracılığı ile Esad rejimini devirmek için vekalet savaşlarını başlattılar.Memnuniyetsiz kitlelerin protestoları bir anda kanlı bir iç savaşa dönüşmüştü. Ancak beklenildiği gibi Esad rejimi vekalet savaşları aracılığıyla devrilemedi. Bir buçuk milyon civarında insanın ölümüne en az 5 milyon  kişinin başka ülkelere iltica etmesine ve Suriye'nin benzeri görülmemiş ekonomik ve toplumsal yıkımına neden oldu.
Suriye iç savaşı gösterdi ki, 20. Yüzyılda petrol bölgelerine ve batı emperyalizminin çıkarlarına göre sınırlar çiziilerek kurulmuş devletler hayli kırılgan toplum yapısına sahiptir. Bu ülkelerde isyanın tetiklenmesi büyük ölçekli mezhepsel ve etnik çatışmalara neden olmaktadır. Toplumu bir arada tutan ilkeler zayıflayınca ortaya çıkan boşluğu dinci fanatizm doldurabilmektedir. Ancak Suriye'de patlayan dinci fanatizm sadece Suriye Müslüman kardeşler hareketinin özgün dinamikleri ile değil, ondan daha da çok başta ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere yabancı devletlerin organize edip körüklemesiyle büyümüştür. Suriyeli'nin çöküşü, modern çağlar boyunca sömürgeci devletlerin
sömürgeleştirdikleri toplumlara uyguladıkları böl, yönet, sömür formülünün günümüzdeki versiyonudur.Fukuyama gibilerinin iddia ettiği gibi  Emperyalizmin gelişmekte olan ülkelerdeki halkları özgürleştirmek ve demokrasi getirmek gibi bir gündemi olmamıştır. Bu sözde idealler saldırganların gerçek niyetini gizleyen paravan işlevi görmüştür. Hatta çıkarlarına göre en gerici rejimleri ve tiranları desteklemişlerdir. Aslında Işid gibi köktendinci bir örgütü organize edip silahlandıran aktörlerden birinin CIA olmasında da şaşılacak birşey yoktur.

 Arap baharının bir ABD komplosu olduğu yaygın denilecek genişlikte bir kanaattir, ancak biz tarihi komplo teorileriyle açıklama kolaycılığından uzak durmak istiyoruz. Arap baharı küresel ısınma, nüfusun hızlı artması ve tarıma dayalı güney Akdeniz ülkelerinin
bu nüfus artışına yetişecek bir ekonomik yapıyı organize edememeleri nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde patlak vermiştir.Wikilaks belgelerine göre  Batılı istihbarat birimleri belki on yıl önceden artan sorunlara bağlı olarak bu ülkelerde geniş çaplı İsyanlar patlak vereceğini öngörmüşlerdi. Bu devletlerin  rejimlerini değiştirip onları dünya kapitalist sistemine entegre etmek için bu olası isyanlar büyük bir fırsat yaratabilirdi. Bunun için Cia'nın hazırladığı 'büyük ortadoğu projesi' bu devletleri 'ılımlı İslam modeline' göre  şekillendirme tasarısıydı. Ilımlı İslam radikal dinci hareketlere karşı batı yanlısı bir alternatif sağlıyordu. Bu modeli temsil eden en iyi örnek AKP Türkiye'siydi. Türkiye ılımlı İslami bir çizgide önemli bir ekonomik ve sosyal başarı yakalamış, gönül rahatlığıyla örnek gösterilebilecek bir siyasi model yaratmıştı. BOP'da AKP lideri ve o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a eşbaşkanlık görevi verildi. Ancak yaşayarak öğrendik : Büyük ortadoğu projesi ve Ilımlı İslam modeli Ortadoğu ve ön Akdeniz'in bitmek bilmeyen kargaşasında çöktüğü gibi, AKP rejimi de Mısırdaki Müslüman Kardeşler
harekatının anlayışına  benzer bir katı islamcılığa savruldu. Arap baharı sürecinde bu halklar tek kutuplu kapitalist küreselleşmeye entegre olmak yerine yeni bir küresel kutuplaşmanın kapısını araladı. Soğuk savaş döneminde kabuğuna çekilmiş görünen Rusya Suriye'de savaşın gidişini değiştiren küresel bir Aktör olarak sahnede yerini aldı. Rusya S 400'leri ve hava savunma sistemiyle ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye'nin planlarını en azından Suriye ölçeğinde bozmuş oldu. Tek kutuplu dünya şiarıyla çıkılan yolda soğuk savaş dönemi nüvelerine dönülmesi hayli ilginç bir ironidir.

Günümüzde küreselleşme kavramının etrafında oluşturulan ütopik hale dağılmış ve dünyanın daha fazla kutuplaşmaya açık bir yöne savrulmakta olduğu gerçeği bir hayli belirginleşmiştir. Ortadoğu, Akdeniz ve Karadenizde Rusya karşıt bir süper askeri güç olarak yer almıştır. ABD ve Çin arasında ticari rekabet Trump döneminde hayli kritik bir noktaya gelmiştir. Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir sorunu zaman zaman endişe verici bir gerginliğe sahne olmaktadır. Bu iki ülkenin de atom bombasına sahip olmaları günün birinde nükleer silahların kullanılmayacağına yönelik güvenceleri tehdit etmektedir. Yine katı bir İslami rejimle yönetilen İran; Ortadoğu da Suudi Arabistan, İsrail ve ABD'nin planlarına karşı ciddi bir rakip olarak sivrilmektedir.

Küreselleşme Karşıtlığı ve Çıkış Önerileri


 Bunca sorunlu bir soğuk savaş sonrası dünyada küreselleşmenin alternatifi nedir?
Küreselleşen dünyada emek ve demokrasi perspektiflerinden hareket edenlerin bir kısmı, yerel, etnik ve kültürel kimlikleri referans alarak küreselleşmeye karşı direniş modelleri önermişlerdir. Bu düşünceye göre küreselleşme, modernizmin öznesi olan  bireyin gerilemesini getirmiştir. Emekçilerin  kendi kimliklerini  kendi sınıflarıyla ifade etmesi, sendikal mücadeleyi baz alması eskisi gibi etkili değildir. Çünkü küreselleşme çağında esnek çalışma modelleri ve taşeronlaşma artmıştır. Sermayenin ucuz emek cennetlerine transfer edilmesi batı ülkelerinde emekçilerin kazanımlarını tehdit etmeye başlamıştır. Sermayenin bu denetimsizliği ulus devletlerin ulusal sınırlar içinde büyüme modellerini tehlikeye atmıştır. Ulus devletin gerileyerek yerini küreselleşmiş dünyanın pratiklerine bırakacağı artık öngörülebilir bir gerçektir.Bu değişime alternatif özneler yerel ve etnik kimlikler, kadın hareketi, çevreci hareketler,gay ve lezbiyen hareketi gibi marjinal kimliklere vurgu yapan hareketler küresel dünyada etkili direniş modelleri üretebilir.Bu direniş modeli, Sattle'daki küreselleşme karşıtlarının çok ses getiren eylemlerinde olduğu gibi yarattığı etki sayesinde diğer öznelere davetiye çıkarmıştır. Küreselleşme çağında yerel, etnik ve marjinal kimliklerin ortak paydası küreselleşme karşıtlığı olacaktır.
Ancak bu tür kimlik siyasetini savunan görüşler çeşitli eleştirilerle karşılaşmışlardır. Çünkü kimlik bazlı bir siyasetin yüceltilmesi, küreselleşme çağında zaten gerileyen ve kazanımları tehlikede olan birey özenin o yerel ve özel  kimliklerin içinde tamamen yok oluşuna yol açabilecektir.Kimlik bazlı siyaseti ulus devletlerin tek alternatifi gördüğümüz zaman çok hukuklu bir modeli de hoşgörüyle karşılamak zorunda kalabiliriz. Örneğin bir yerel topluluk kendine modern hukuk uygulanmasını isterken başka bir topluluk kendisine şeriat hukuku uygulanmasını isteyebilecektir. Bu durumda kimsenin kimseye karışma hakkı olamaz. Böyle olunca kadınlar, çocuklar, engelliler gibi korunması gereken dezavantajlı grupların hakları da bu topluluklar içinde derdest edilebilecektir.
Etnik, dinsel ya da marjinal kimliklerin yüceltilmesinin sakıncaları Suriye iç savaşında Işid gibi el kaide kökenli silahlı grupların pratiklerinde dehşet verici bir tarzda ortaya çıkmıştır. Bu silahlı gruplar yerel halkı köleleştirmişler ve modern çağdaki tüm değerli saydığımız şeyleri barbarca yok etmeye çalışmışlardır. Üstelik bu toplulukların 'öteki' saydığı her şey yok edilmesi gereken düşman, şeytanın yeryüzünde kılıktan kılığa girdiği birer tağuttur. Işid örneğinde gördüğümüz gibi  yerel toplulukların modern toplumun ve ulus devletin alternatifi olamayacağı acı verici bir şekilde deneyimlenmiştir.
Toplulukları, cemaatleri küreselleşmenin getirebileceği yıkımlara karşı alternatif bir siyasetin adresi sayan bu görüşün yanlışlığını gösteren örnekleri Türkiye özelinden de verebiliriz. Gülen Cemaati denilen topluluk, cemaatlere biçilen ilerici misyonun geçersizliğini ispat eden pratikler sergilemiştir. Yeterince güçlenip siyaset alanında etkisini artıran bu topluluğun, toplumun yüz yıllık kazanımlarını tehdit eden bir siyaset mafyası haline gelmesi ibretliktir. Onu destekleyip önünü açanların bir kısmı sivil toplum denilen şeye aşırı güven besleyen liberallerdir.
Bu sivil toplumcu reformist görüşlere yöneltilebilecek son bir eleştiri, küreselleşmeye karşı ilerici bir siyaset geliştirilecekse, bu ancak bireyi cemaatlerin insafına terkeden değil bireyi cemaatlerden kurtarmayı hedefleyen bir siyaset anlayışı ile mümkün olacağıdır.
Öte yandan bunca olumsuz etkilerinden söz ettiğimiz Küreselleşmeden tam anlamıyla vazgeçmenin mümkün olup olmadığı da tartışılmaya değer bir sorundur. Bir kısım görüşler de bu yöndedir. Ulus devletlerin güçlendirilerek küreselleşmenin yıkıcı sonuçlarından kaçınılabileceğini savunanlar az değildir. Bu fikrin savunucuları, anti emperyalist bir perspektifle ulus devletlerin güçlendirilebileceği iddiasındadır. Bu görüşün savunucuları ulus devlet anlayışını zayıflattığı gerekçesi ile Avrupa Birliği gibi yapılara da karşıdırlar. Ancak bu görüşün savucuları, ulus devletin özü itibarıyla bir sermaye örgütlenmesi biçimi oluğunu gözden kaçırmaktadırlar. Ulus devlet sermayenin birikimi süreçlerinde kaçınılmaz bir yapı olarak ortaya çıkmışlardır.Ulus devletlerin ilk dönemlerinde  yerel sermaye hem gümrük  duvarları ile küresel sermayeye karşı korunmuş hem de yerel sermayenin yatırım yapamadığı sektörlere yatırım yapılarak özel birikim dolaylı olarak desteklenmiştir. Ulus devletlerin kurumsal kimlik kazanması sermaye birikim süreçleriyle paralel bir seyir izlemiştir.Bu nedenle  Ulus devletlerin kaderi sermayenin kaderinden bağımsız değildir. Küreselleşme sürecinde ulus devletler,iyice güçlenen  sermayenin çıkarlarına tam anlamıyla uydurulmuş; özelleştirmeler, yabancı sermayenin teşviki, sermayenin küresel hareketlerinin kolaylaştırılması gibi yollarla sermayenin bir uzantısı haline gelmiştir.
Oysa sermayenin güçlenmesi ile herkes için  'kazan kazan' durumu yoktur.Küreselleşme herkesin kazançlı çıktığı bir dünya yaratmak şöyle dursun, mevcut eşitsizlikleri daha da artırmış ve derinleştirmiştir. Bu süreçten en zararlı çıkanlar emekçi kesimleridir. Emeğin değeri büyük bir hızla düşmüş, nitelikli emek pazarı vasıfsız işgücü ile neredeyse denk hale gelmiştir.(örnek : mesleğe yeni başlayan hekimlerin özel hastanelerde asgari ücrete yakın bir ücretle çalıştırılması) Esnek çalışma modelleri emeğin değerini artırmadığı gibi, çalışma saatlerindeki esneklik bireyin sosyal hayatını yok edecek noktaya getirmiştir. Bu süreçte işsizlik sayısı artmış, taşeronlaşma emekçilerin kazanımlarını ve sendikal mücadeleyi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Diğer yandan teknolojinin getirdiği robotlaşma ve otomasyon, işsizlik sayısını her geçen gün daha da artırmaktadır. Bu koşullarda emekçilerin  ulus devletler içindeki  kazanımlarının korunması bile  mümkün olmaktan çıkmıştır.
Fredric Jameson'un 'Postmodernizm ya da geç kapitalizmin kültürel mantığı' adlı makalesinde söylediği gibi kapitalizmin her aşaması, insanlığa yıkım ve felaketler getirirken yaratıcı ve özgürleştirici olanakları da beraberinde getirmektedir.Jameson'un söylediği gibi Marks'ın Kapital'de işçi sınıfına verdiği en temel öğüt, kapitalizm eleştirisinde, onu yaratıcı ve yıkıcı olanaklarıyla bir arada ele almak gerekliliğidir. Küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir tarihsel aşaması yani geç kapitalizm
olarak  adlandırmayı tercih eden Jameson, geç kapitalizm çağında öznenin zaman ve mekan algısının tamamen değiştiğini söylemektedir. Ona göre Postmodernizm bir sanat akımı olarak geç kapitalizme denk düşen zihinsel ve entelektüel faaliyetlerin toplamıdır.
Modernizm, Munch'un çığlık adlı tablosunda en derin ifadesini bulmuştur.Çığlık tablosunda öznenin bastıramadığı acısı, zamanı ve mekanı parçalayan bir çığlığa dönüşmüştür.. Postmodernizmde ise zaman ve mekanın parçalanması olarak deneyimlenen bu şey, hastalıklı bir semptom olarak değil başlıbaşına bir fetiş haline dönüşecektir.
Kanaatimce Jameson, bu yeni zaman ve mekan algısına dayalı dünyada öznenin yitip gitmesine değil geri dönüşüne vurgu yaparak ilerici bir sanatın yaratılabileceği düşüncesindedir. Jameson bireysel ve sınıfsal kimliğin bu yeni postmodern sanatın pratikleriyle yeniden yaratılabileceğini düşünmektedir.Bireyi ve özneyi (emekçi sınıf kimliğini, devrimci direniş pratiklerini) yeniden yaratmak, daha iyi bir dünya arzusu duyanların en temel sorunudur. Artık ne arkaik  sermaye birikim dönemlerine ne ulus devletlerin ideallerine geri dönmeyi arzulamak bir çözümdür. 

Bu yeni, karmaşık, insana ve doğaya yabancılaşmış, kontrol edilemez bir heyulaya dönüşmüş düzende ayakta kalmanın ve bu dünyayı dönüştürmenin yolunu/yollarını bulmak zorundayız.Doğanın sömürülmesi ve insanın sömürülmesi hiç de birbirinden alakasız şeyler değildir. Koronavirüs salgını bile tesadüfen ortaya çıkmış küresel bir felaket değil, doğanın ölçüsüz bir şekilde yağmalanması sonucu ortaya çıkmış bir felakettir Üstelik bu salgın bütün karantina çabalarına karşın yerel ve lokal bir etkiyle sınırlı kalmamış, çok kısa sürede dünyanın hemen hemen  her yerine yayılmıştır. Şimdilik bu felaketin orta ve uzun dönemde ne gibi sonuçları olacağını kestirmek güçtür, ama bu geç kapitalizm çağında bundan sonra benzeri  küresel felaketlerle yüzleşmek zorunda kalacağımız açıktır.Kapitalizmin Yeni sermaye birikim süreçleri yaratarak bu felaketlerden fırsatlar yaratmak isteyeceği şüphe götürmese de dünyanın mevcut olanaklarının bu yeni sömürü süreçlerine dayanıklı olup olmayacağı son derece kuşkuludur. Emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı yeni direniş modelleri yaratarak bu yıkım sürecini tersine çevirmeye çalışmaktan başka insanlık için bir kurtuluş yoktur.