7 Aralık 2024 Cumartesi

Bumerang: Ortadoğu’nun Tarihsel Döngüsü ve İsrail’in Güvenlik Saplantısı


Ortadoğu’nun Kaygan Zemininde Adalet Arayışı





Tarih, adalet arayışının peşinden koşan halkların sesleriyle doludur. Bazı sesler yankılanır, tarihin taş duvarlarını aşar ve geleceğe uzanır. Bazıları ise zalimlerin gürültüsüyle bastırılır, tozun altında kaybolur. Ancak Ortadoğu’da tarih hiçbir zaman susmaz. Bu coğrafya, adaletin kaybolduğu yerde yankılanan sessiz çığlıkların evidir.


Bugün Ortadoğu, zalimler ve kurbanlar arasında rollerin değiştiği bir sahnedir. İsrail, kendi tarihsel travmalarını bir güvenlik politikası haline getirmiş; düşmanlarını bastırmaya çalışırken, kendisini korkularından özgürleştirememiştir. Her duvar daha yüksek bir düşman yaratır; her silah, gelecekte karşılaşacağı bir tehdidin gölgesini büyütür. İsrail’in güvenlik politikaları, bölgeyi daha da istikrarsızlaştıran bir bumerang gibi kendi eline dönmektedir.


Bu yazıda, İsrail’in güvenlik stratejisinin bölgesel ve küresel sonuçlarını incelerken, tarihin döngüsel doğasının bir halkı nasıl yükseltebildiğini, bir diğerini ise nasıl batırabileceğini sorgulayacağız. Bugün İsrail’in sürgün ettiği halklar, gelecekte kendi topraklarına dönebilir mi? Tarih, zalimlerle kurbanların rollerini değiştirir mi? Bu sorular, Ortadoğu’nun çalkantılı tarihinde yankılanan en derin meselelerden biridir.


İsrail’in Güvenlik Paradoksu


İsrail, tarih sahnesine travmatik bir giriş yaptı. 20. yüzyılın karanlık sayfalarından biri olan Holokost’un ardından, dünya Yahudi halkına bir yuva armağan etti. Ancak bu yuva, Filistin halkı için bir yıkımın başlangıcıydı. Nakba, yalnızca bir toprak kaybı değil; bir halkın kimliğinin, anılarının ve geleceğinin ellerinden alınmasıydı.


İsrail’in güvenlik politikaları, sürekli bir paranoya üzerine inşa edildi. Hamas, Hizbullah, İran… Bu tehditlerin gerçekliği tartışılmaz; ancak bu tehditlerin çoğu, İsrail’in kendi politikalarının bir sonucu değil midir? FKÖ’ye karşı desteklenen Hamas, bugün İsrail için daha büyük bir tehdit haline gelmedi mi? Güvenlik duvarları örülürken, bu duvarların ötesinde biriken öfkenin gücü hesaba katılmadı mı?


 "İsrail, kendini koruma adına bir kale inşa etti. Ancak bu kale, yalnızca dışarıdaki düşmanları değil, içerideki insanlığı da hapsetti."



İsrail’in politikaları, bölgedeki diğer güçleri de harekete geçirdi. İran, İsrail’in varlığını meşru bir tehdit olarak tanımlarken, bölgesel Şii liderliği etrafında bir direniş bloğu oluşturdu. Bu strateji, yalnızca İsrail’i değil, tüm Ortadoğu’yu ateş çemberine aldı. Her çatışma, bir sonraki çatışmanın tohumlarını ekti; her ateşkes, bir sonraki savaş için bir mola oldu.



İsrail’in güvenlik stratejisi, bir bumerang gibi Ortadoğu’da dönüp dolaşıp kendi eline çarpıyor. Güvende kalmak için attığı her adım, bölgede yeni çatışmaların ve yeni düşmanlıkların filizlenmesine yol açıyor. Bu, yalnızca İsrail’in kaderi değil; aynı zamanda Ortadoğu’nun üzerine çöken istikrarsızlık döngüsünün de bir parçası. İsrail, güvenlik kaygılarıyla adeta kendini bir duvara hapsetmiş bir kale gibi davranıyor. Ancak bu kale, onu korumaktan çok, daha büyük bir yalnızlığın ve düşmanlığın sembolüne dönüşüyor.


Ortadoğu, sürekli olarak içindeki huzursuzluğu dışarıya ihraç eden bir coğrafya. İsrail, düşmanlarının nefretinden kaçmak için çabalar harcarken, bölgenin daha fazla parçalanmasına ve yeni radikalizmler doğmasına neden oluyor. Filistin halkını yerinden eden politikalar, sadece bölgesel bir sorunu değil, küresel bir travmayı da tetikliyor. Yerinden edilen her aile, köklerinden koparılan her topluluk, bir başka yerde toplumsal dengenin altını oyan bir yara açıyor.


Bu yaraların en büyüklerinden biri, Avrupa kıtasında her geçen gün daha belirgin hale geliyor. Ortadoğu’da patlayan her bomba, Avrupa’da yankılanıyor; her yıkılan ev, Batı’da bir göç dalgasını tetikliyor. İsrail’in güvenlik adına yürüttüğü politikalar, Avrupa’yı da bir güvenlik krizine sürüklüyor. Bugün Avrupa, göç dalgalarını durdurmak için sınırlarını kapatmaya çalışırken, aslında Ortadoğu’nun yükünü sırtlamaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak bu mümkün değil. Çünkü tarih, hiçbir travmayı tamamen silmez; yalnızca biriktirir.


Göç, yalnızca insanların yer değiştirmesi değildir. Göç, bir kültürün, bir travmanın, bir öfkenin başka bir coğrafyaya taşınmasıdır. Avrupa, göçmenleri kabul ederek bu travmayı tolere etmeye çalışırken, bir yandan da toplumsal dengelerini kaybetme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in Filistin halkına yönelik politikaları, radikalizmi sadece Gazze’de değil, Paris’in varoşlarında, Berlin’in sokaklarında da besliyor. Ortadoğu’nun istikrarsızlığı, Avrupa’nın kapısına dayanan bir tehdit olarak kendini yeniden üretiyor.


Bütün bunların altında, insanlık tarihinin en temel döngüsü yatıyor: zalimlerin ve kurbanların rollerini sürekli değiştiren bir döngü. Bir zamanlar yurtlarından sürülen Yahudiler, bugün bir ulus olarak tarih sahnesine döndüler. Ancak bu dönüş, yerlerinden edilen bir başka halkın hikayesiyle mümkün oldu. İsrail’in güvenlik politikaları, kendisini korumak için her şeyi yapmaya hazır bir ulusun kararlılığını gösteriyor. Ancak bu kararlılık, bölgedeki barış ihtimalini her geçen gün daha da uzağa itiyor.


Bugün Filistinliler için geri dönüş bir umut, bir hayal. Tıpkı bir zamanlar Yahudiler için olduğu gibi. Ancak bu döngü, İsrail’in bölgesel ve küresel politikalarını değiştirmediği sürece, sadece çatışmaları derinleştirecek. İsrail, Filistin halkını görmezden gelerek kendini bir kale gibi izole edebilir. Ancak tarih, duvarların arkasında bile kendini hatırlatmayı başarır.


Ortadoğu’daki bu tarihsel döngünün nihai sonucu, sadece İsrail ve Filistin için değil, bütün dünya için belirleyici olacak. İsrail, bir bumerang gibi dönüp kendisini vuran bu döngüyü kırmak istiyorsa, güvenlik saplantısını bir kenara bırakıp adalet temelinde bir politika inşa etmek zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, tüm küresel güçlerin çıkarlarını yeniden gözden geçirmesini gerektiriyor. Çünkü Ortadoğu’da atılan her adım, dünyanın başka bir yerinde yankı buluyor. Ve tarih, adaleti her zaman bumerang gibi geri getirmeyi başarır. 


Tarih, adaletin geç de olsa yerini bulduğu bir döngü olarak işler. Kurbanlar, bir gün zalimlere dönüşürken, zalimler de bir başka döngünün içinde kurban olurlar. İsrail’in güvenlik politikaları, bu döngünün Ortadoğu sahnesindeki en çarpıcı örneklerinden biridir. Tarih boyunca yerinden edilmiş, zulme uğramış bir halkın, bugün başka bir halkı aynı şekilde yerinden etmesi ve zulme uğratması, bu döngünün ne denli acımasız olduğunu gösteriyor.


Bugün Filistin halkı, kendi "geri dönüş mitini" oluşturuyor. Tıpkı bir zamanlar Yahudilerin Babil Sürgünü’nden sonra Kudüs’e dönüşlerini mitolojik bir öykü haline getirmesi gibi, Filistin halkı da topraklarına dönüşlerini umutla bekliyor. Ancak bu umut, yalnızca bir hayal değil; tarihsel bir gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü hiçbir zulüm, sonsuza kadar sürdürülemez. Hiçbir halk, kendi toprağından koparılanların haklı öfkesine karşı ebediyen bağışık kalamaz.


Bugün İsrail’in varlığını güvence altına almak için kurduğu politikalar, Filistinlilerin geri dönüş ihtimalini erteleyebilir, ancak bu ihtimali tamamen ortadan kaldıramaz. Zira tarih, zalimlerin korkularıyla büyüttüğü her duvarı yıkmayı başarır. İsrail, sadece kendini korumak için değil, aynı zamanda bir ulus olarak vicdanını korumak için de bu döngüyü kırmak zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki ve dünyadaki güçlerin de sorumluluğudur.


Ortadoğu, sadece kendi halklarının değil, küresel güçlerin de zulüm ve çıkar oyunlarının sahnesidir. İsrail’in bölgedeki güvenlik saplantısı, sadece Filistinliler için değil, Avrupa, Afrika ve Asya’daki tüm halklar için yankılar yaratıyor. Bugün İsrail’in güvenlik adına sürdürdüğü politikaların sonuçları, Avrupa’nın demografik ve kültürel yapısında çatlaklar oluşturuyor; göçmen krizleri, radikalizmin yükselişi ve sosyal uyum sorunları gibi.


Ancak bu durum, yalnızca Avrupa’nın ya da Filistin halkının problemi değildir. İsrail’in kendisi de bu döngünün içinde sıkışmış durumda. İsrail, bu döngüyü kırmak için ne yapabilir? Adalet, güvenlikten önce gelebilir mi? Filistinliler, topraklarına geri dönebilecekleri bir gelecek inşa edebilir mi? Bu soruların yanıtı, yalnızca İsrail’in politikalarında değil, aynı zamanda uluslararası toplumun adalet konusundaki iradesinde saklı.


Tarih, Ortadoğu gibi çatışmalarla yoğrulmuş bir coğrafyada, hiçbir gücün ebedi olmadığını gösteriyor. İsrail, bugünkü gücünü ve güvenliğini ancak barış ve adalet temelli bir politika ile sürdürebilir. Çünkü tarihin döngüsü, adaleti geciktirebilir, ancak asla onu yok edemez.


Sonuç: Bir Adalet Çığlığı


Ortadoğu’nun hikayesi, adalet için yükselen bir çığlığın hikayesidir. Bu çığlık, bazen taşlara kazınır, bazen göç yollarında yankılanır, bazen de duvarların ötesine ulaşır. İsrail, bu çığlığı bastırmaya çalışarak bir güvenlik politikası inşa ediyor. Ancak bu politika, uzun vadede yalnızca kendi yıkımını hazırlar.


Bu yazı, Ortadoğu’daki döngüyü anlamaya çalışan bir çağrıdır. Çünkü bu döngüyü anlamadan, ne Ortadoğu’nun ne de dünyanın geri kalanının huzur bulması mümkün değildir. Adalet, tarihsel bir gerekliliktir. Ve İsrail, bu adaleti reddederek kendini tarih sahnesinde daha da izole bir pozisyona itmektedir.


Ancak umut her zaman vardır. Belki de bir gün, Ortadoğu’nun toprakları yeniden barışın ve adaletin ana vatanı olabilir. Ancak bu, bugünkü politikaların terk edilmesiyle mümkün olacaktır. Ve o gün geldiğinde, belki de tarih, bir kez daha bir halkın geri dönüşüne tanıklık edecektir. Çünkü tarih, zalimlerin ve kurbanların rollerini değiştirmekle meşgul olan bir yazgıdır.

6 Aralık 2024 Cuma

Kapitalizmin Kuşatmasında Kuzey Kore: Alternatif Bir Yol Mümkün mü?

 




1: Uluslararası Kapitalizmin Gölgesinde Kuzey Kore’ye Bakmak


“Tarihin gaddar bir aynası var. Ona baktığınızda, dünyanın geri kalanı görkemli salonlarda dans ederken, kapının ardında sessizce açlık çekenlerin yüzlerini de görmek zorunda kalırsınız.” İşte bu ayna, Kuzey Kore’yi anlamanın en zorlayıcı unsurlarından biridir. Liberal propaganda, bu aynayı yalnızca bir yüzüyle tutar ve Kuzey Kore’nin karanlığını, baskısını ve sefaletini göstermekle yetinir. Peki ya aynanın diğer yüzü? Bu yüz, liberal dünyanın kendi çelişkilerini ve kapitalizmin kör edici yanlarını görmemizi sağlar mı? Görmek isteyenler için evet, ama sadece görmekle yetinmek mümkün değildir.


Liberal Propaganda ve Gerçeklik


Kapitalist dünyanın liberal söylemi, Kuzey Kore’yi “modern bir gulag”(*) olarak resmeder. İnsan hakları ihlalleri, lider kültü, açlık ve baskı hikayeleriyle süslenmiş bu anlatılar, Batı’nın ideolojik üstünlük iddiasını pekiştirmek için tasarlanmıştır. Elbette, bu anlatıların doğruluk payı yadsınamaz; fakat eksik bırakılan bağlam, gerçekliği algılayışımızı yanıltır. Kuzey Kore sadece kendi günahlarının değil, aynı zamanda uluslararası sistemin acımasızlığının da bir ürünüdür.


Kapitalizm, Kuzey Kore'ye dışarıdan bakarken, “özgürlük” söylemini bir kalkan gibi kullanır. Ancak aynı kapitalizm, kendi içinde sayısız zinciri sürüklemektedir. Bugün hâlâ Afrika'nın madenlerinden çıkarılan kobaltın çocuk işçiler tarafından toplandığını, göçmen işçilerin dünya metropollerinde köle gibi çalıştırıldığını biliyoruz. Peki, bu zincirleri görmezden gelirken, Kuzey Kore’nin hapsedilmiş halkına özgürlük vadetmek ne kadar samimidir?


Liberal propaganda Kuzey Kore’yi yalnızca bir “anti-kapitalist düşman” olarak görürken, bu düşmanın nedenlerini sorgulamaz. Kuzey Kore’nin kapalı yapısının ardında, 1950’lerden bu yana uygulanan ekonomik yaptırımların ve sürekli tehdit edilen varlığının rolü yok mudur? Bize anlatılan hikâye, yalnızca siyah ve beyazdan mı ibarettir, yoksa grinin tonlarını görmek için başka bir perspektife mi ihtiyaç vardır?


Kapitalizmin Sürdürülemezliği


Dünya, küresel kapitalizmin güçlü kasırgasında savrulurken, bu sistemin sürdürülebilir olmadığını artık anlamış olmalıyız. Bir düşünün: Kapitalizm, tüm tarih boyunca bir yarış pistinde koşan bir at gibi davranmıştır. Ancak bu atın koşusu, diğerlerini yenecek kadar hızlı olmaktan ibaret değildir; aynı zamanda pistin kendisini de parçalayıp yok eder. Kuzey Kore’nin nükleer programını, bu yıkıcı yarışın bir yan ürünü olarak düşünmeliyiz.


Rekabet ve Nükleer Tehlike


Kapitalist ülkeler, sürekli büyüme ve üstünlük arayışıyla, uluslararası arenada bir silahlanma yarışı yaratmıştır. Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme çabası, bu rekabetin yalnızca “yanlış yola sapmış” bir çocuğu gibi görülebilir mi? Yoksa bu, kapitalizmin uluslararası düzeyde ürettiği tehdit algısına verilen çaresiz bir yanıt mıdır?


Bir an durup soralım: Kuzey Kore nükleer silahlara neden bu kadar bağımlı hale geldi? Bu sorunun yanıtı, sistemin kendisindedir. ABD’nin Kore Savaşı’ndan bu yana uyguladığı politikalar ve Güney Kore ile yapılan askeri işbirlikleri, Pyongyang(**) yönetimini bir varoluş krizine sürüklemiştir. “Nükleer kalkan” olmadan, bu küçük ülkenin ayakta kalma şansı var mıydı?



Kaynakların Savurgan Kullanımı


Kapitalizmin kaynakları hoyratça tüketmesi, yalnızca Kuzey Kore gibi ülkeler için değil, bütün insanlık için bir tehlikedir. Dünya üzerindeki ormanlar, petrol rezervleri ve temiz su kaynakları, kapitalist sistemin doyumsuz iştahıyla tükenmektedir. Kuzey Kore bu tahribata dahil olmayarak çevreyi kurtaran bir model sunmuyor, elbette. Ancak mesele şu: Kaynakların sürdürülemez kullanımı, kapitalizmin kendi yıkımını hazırlayan temel unsurlarından biridir. Kapitalizmin eleştirel gözle sorgulanmadığı bir ortamda, Kuzey Kore gibi ülkelerin çevresel ve ekonomik alternatiflerini nasıl değerlendirebiliriz?


Batı’nın Çelişkileri


Bir soruyla yazıya dönelim: Batı, gerçekten Kuzey Kore’nin baskıcı yapısını halkının refahı için mi eleştiriyor? Yoksa bu eleştiriler, bir ideolojik üstünlük savaşı mı? Kapitalist ülkeler, Kuzey Kore’ye dair söylediklerinde samimi olsalar bile, kendi tarihleriyle yüzleşmeden bu samimiyetin bir anlamı olabilir mi?Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da işgal sonrası enkaz haline gelen toplumlar.. Sömürgecilik tarihi boyunca, halkların doğal zenginliklerini çalan Batı metropolleri…

Ve bugün, çevre krizini derinleştiren neoliberal politikalar…

Bu çelişkilerle yüzleşmeden, Kuzey Kore’ye dair yapılacak her eleştiri, ideolojik bir silah olmaktan öteye gitmez.



 2: Kuzey Kore Rejimi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme


Bir devrim, yalnızca varolan düzeni alaşağı etmekle yetinmez; aynı zamanda yeniyi kurmak için mücadele eder. Ancak eski düzenin enkazına saplanıp kalan devrim, bir anıt değil, bir mezar taşı olur.” Kuzey Kore’nin hikayesi tam da bu noktada başlar: Marksist bir devrim iddiasıyla yola çıkmış, ancak enkazların içinde kendi yolunu kaybetmiş bir rejim. Pyongyang yönetimi, idealleriyle gerçeklik arasındaki uçurumu gizlemek için Juche ideolojisi nin (***) sisli örtüsünü kullanırken, bu çelişkileri anlamak ve adil bir eleştiri sunmak için dışsal faktörleri de göz önünde bulundurmalıyız.



Marksist İlkelerden Sapma


Kuzey Kore, sosyalist bir devlet olarak Marksist teoriyi rehber edindiğini iddia eder. Ancak rejimin yapısı ve uygulamaları, bu teoriden sapmaları gözler önüne serer.


Marksizm, sınıfsız bir toplumu hedefler; üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı bir yapının, bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliği ortadan kaldıracağını savunur. Ancak Kuzey Kore’de: Kim ailesi(****) ve çevresindeki elit, işçi sınıfı adına yönetimde olsa da gerçekte bu, halkın emek gücünü sömüren bir oligarşidir. Parti üyeleri ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuş, halkın çoğunluğu ise sıkı bir kontrol altında yaşamaya mahkum edilmiştir.

Marksist ilkeler, bireylerin değil, kolektifin önceliğini savunur. Ancak Kuzey Kore’de Kim Il-sung, Kim Jong-il ve Kim Jong-un’un lider kültü, bu ideali ters yüz etmiştir. Bu liderler, neredeyse kutsal figürler olarak yüceltilmiş, halkın sadakati bireysel bir güce yönlendirilmiştir.


Üretim Araçlarının Toplum Yararına Kullanımı


Üretim araçlarının toplumsal yarar için kullanılmasını savunan Marksist anlayış, Kuzey Kore’de askeri önceliklere ve rejimin bekasına adanmıştır. Kuzey Kore’de ekonomik kaynakların büyük bir bölümü nükleer program ve orduya ayrılmıştır. Bu durum, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük eksikliklere yol açmıştır.

Verimsiz Tarım ve Sanayi Politikaları: Merkezi planlama ekonomisinin başarısızlığı, özellikle tarım sektöründe kitlesel açlık dönemlerini tetiklemiştir. 1990’ların kıtlığı(*****) , bu verimsizliğin en dramatik sonucudur.


 Uluslararası Dayanışmanın Yokluğu


Marksizm, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasını ve enternasyonalizmi savunur. Ancak Kuzey Kore, kendi içine kapanık yapısıyla bu ideali tamamen terk etmiştir. Milliyetçi Bir Sosyalizm: Juche ideolojisi, Marksizmin enternasyonalizmine tamamen zıttır. Bu ideoloji, halkın dış dünyadan izole edilmesini haklı çıkarmak için milliyetçi bir söylem kullanır.

Küresel Hareketlerden Kopukluk: Kuzey Kore, dünyadaki diğer sosyalist hareketlerden izole olmuş, kendi otoriter yapısını sürdürmek için küresel dayanışmadan vazgeçmiştir.


Dış Etkiler ve İdeolojik Kuşatma


Marksist ilkelerden sapmaların bir kısmı, Kuzey Kore’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanırken, bir kısmı da dışsal koşulların baskısından kaynaklanmaktadır.


Yaptırımların Yıkıcı Etkisi: ABD öncülüğündeki ekonomik yaptırımlar, Kuzey Kore’nin dış ticaretini ve kaynak erişimini büyük ölçüde sınırlamıştır. Bu durum, rejimi hem ekonomik açıdan kırılgan hale getirmiş hem de iç baskıyı artırmıştır. Halkın sıkıntıları, rejimin dış tehditleri propaganda malzemesi olarak kullanmasını kolaylaştırmıştır.


İdeolojik Kuşatma: Kapitalist dünya, Kuzey Kore’yi sürekli bir tehdit olarak göstererek rejimi izole etmiştir. Bu, halkın kapitalizmi tanımasını engellemek için bir fırsat yaratırken, aynı zamanda rejimin kontrol mekanizmalarını güçlendirmiştir.


Çin ile İlişkiler: Stratejik, Ama Tehlikeli


İdeolojik Çelişkiler: Çin, kapitalist reformlarla sosyalist ideallerden uzaklaşırken, Kuzey Kore bu durumu ideolojik bir tehdit olarak görmüştür. Çin’in “piyasa sosyalizmi” anlayışı, Kuzey Kore’nin geleneksel merkeziyetçi yapısıyla çatışmaktadır.


Stratejik Ortaklık: Buna rağmen, Çin ve Kuzey Kore arasındaki ilişki tamamen stratejiktir. Çin, Kuzey Kore’yi ABD karşısında bir tampon bölge olarak kullanırken, Pyongyang yönetimi de Çin’i ekonomik ve diplomatik bir destek kaynağı olarak görmektedir. Bu pragmatik ilişki, Kuzey Kore’nin bağımsız sosyalist bir alternatif sunma kapasitesini daha da zayıflatmaktadır.


Kuzey Kore’nin Marksist Bir Eleştirisi:


Rejim neden kolektif refah sağlayamıyor?


Marksizmin hedefi olan kolektif refah, Kuzey Kore’de rejimin bekasına ve askeri önceliklere feda edilmiştir. Halkın ihtiyaçları ikinci planda kalmıştır.


Kuzey Kore gerçekten sosyalist bir model mi sunuyor?

Hayır. Kuzey Kore, sosyalist bir devlet olmaktan çok, devlet kapitalizminin otoriter bir versiyonunu temsil etmektedir. Rejim, halkın refahını artırmak yerine, ideolojik ve askeri çıkarlarını öncelemiştir.


 Dışsal baskılar olmasaydı durum farklı olur muydu?

Muhtemelen evet. Kuzey Kore, yaptırımlar ve izolasyon yerine uluslararası işbirliği içinde kalsaydı, daha kolektif bir ekonomi ve halk refahı modeli geliştirebilirdi. Ancak rejimin iç çelişkileri de bu idealin önünde bir engel oluştururdu.



 3: Dijital Çağda Sosyalist Bir Alternatif Mümkün mü?


“Her büyük kriz, içinde bir imkan taşır. Yıkımın eşiğindeki insanlık, kaybettiği hayalleri yeniden şekillendirmek için bir fırsat bulabilir mi? Yoksa bu kriz, bizi hep aynı yollara mahkum mu eder?” Dijital çağ, ideolojik kuşatma ve kapitalist hegemonyanın gölgesinde sıkışan sosyalist idealleri yeniden düşünmek için benzersiz bir zemin sunuyor. Ancak Kuzey Kore gibi örnekler, sosyalizmin adını taşıyan her uygulamanın bu idealleri hayata geçiremediğini gösteriyor. Peki, dijital çağda gerçekten halk refahını önceleyen, sürdürülebilir bir sosyalist model mümkün mü?


Zihniyet Devrimi Olmadan Sosyalizm Neden Mümkün Değil?


1. Sosyalist Bir Alternatif İçin Halkın Bilinci


Kapitalizmin en büyük başarısı, yalnızca ekonomik yapılar üzerinde değil, aynı zamanda insanların zihinleri üzerinde de bir hegemonya kurmuş olmasıdır. Sosyalist bir alternatif inşa etmek için yalnızca ekonomik modelleri değil, zihniyetimizi de değiştirmemiz gerekir:


Tüketim Kültürüne Karşı Dayanışma Kültürü: Dijital çağ, bireysel tüketimi artıran algoritmalarla örülüdür. Sosyalizm, bu döngüyü kırarak dayanışmayı merkeze alan bir kültür inşa etmek zorundadır.


Kolektif Bilinç: Halkın, sosyalizmin sadece bir ideoloji değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlaması gerekir. Bu, yalnızca devlet politikalarıyla değil, eğitim ve katılım yoluyla mümkündür.


2. Ütopik Sosyalizmin Tuzakları


Zihniyet devrimi olmadan sosyalizm, “ütopyacı” bir projeden öteye geçemez. Kuzey Kore, bir yandan baskıcı bir devlet modeli yaratırken diğer yandan halkın zihinsel dönüşümünü sağlayamamış bir sistemin en çarpıcı örneklerinden biridir:


İdeolojik Zorbalık: İdeolojiyi halkın benimsemesi yerine zorla kabul ettirmek, sosyalizmin özüne aykırıdır. Kuzey Kore’deki Juche ideolojisi, bir halk hareketi olmaktan çok, lider kültü üzerinden dayatılmış bir doktrindir.


Halkın Katılımının Eksikliği: Sosyalizmin başarıya ulaşması için halkın yalnızca üretim sürecine değil, karar alma mekanizmalarına da aktif olarak katılması gerekir. Kuzey Kore gibi örnekler, merkeziyetçiliğin sosyalizmi nasıl yozlaştırabileceğini göstermektedir.


Dijital Çağ ve Sosyalist Modeller


1. Dijital Araçların Kullanımı


Dijital çağın sunduğu fırsatlar, sosyalizmin uygulanabilirliğini artırabilir. Ancak bu araçların nasıl kullanıldığı belirleyici olacaktır:


Demokratik Katılım ve Şeffaflık: Blockchain teknolojisi, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını sağlayabilir. Örneğin, yerel yönetimlerin harcamalarını şeffaf hale getiren dijital sistemler oluşturulabilir.


Eşit Erişim: Dijital araçların tüm halka açık ve ücretsiz olması, bilgiye erişimde eşitsizlikleri azaltabilir. Bu, sosyalizmin bilgiye dayalı bir ekonomi kurma hedefini destekler.



2. Küresel Bağımlılık ve Otonomi


Dijital çağın kapitalist dinamikleri, küresel bağımlılıkları artırırken sosyalist bir alternatifin otonomi yaratmasını zorlaştırır. Kuzey Kore, bu zorluğu aşmak için dış dünyadan izole olmuş, ancak bu izolasyon halkın refahını artırmamıştır:


Teknolojik Bağımsızlık: Sosyalist bir model, büyük teknoloji şirketlerinin kontrolünden kaçınarak açık kaynaklı yazılımlar ve yerel teknolojik çözümler geliştirmelidir.

Yerel Ekonomilerin Güçlendirilmesi: Yerel üretim ve tüketim döngüleri, küresel kapitalizme karşı bir alternatif oluşturabilir.


Kuzey Kore’den Çıkarılacak Dersler


Kuzey Kore’nin deneyimi, sosyalist ideallerin nasıl yozlaşabileceği ve sürdürülebilir bir sosyalizmin hangi koşullarda mümkün olabileceği konusunda önemli dersler sunar:


1. Merkeziyetçilikten Kaçınmak


Merkeziyetçilik, Kuzey Kore’de olduğu gibi, halkın iradesini devletin çıkarlarına feda edebilir. Halk demokrasisi, ancak yerel yönetimlerin ve işçi konseylerinin güçlendirilmesiyle mümkün olabilir.


2. Milliyetçi İzolasyon Yerine Dayanışma


Juche ideolojisinin milliyetçi temelleri, Kuzey Kore’yi uluslararası sosyalist dayanışmadan koparmıştır. Sosyalist bir model, uluslararası işbirliğini ve paylaşımı öncelemelidir.


3. Lider Kültünden Uzaklaşmak


Kuzey Kore’nin lider kültü, sosyalizmin kolektiflik ilkesine aykırıdır. Sosyalist bir model, bireysel liderlik yerine kolektif liderliği teşvik etmelidir.


Gerçekçi Ol, İmkansızı İste! 


Bugün, kapitalizmin sürdürülemez olduğu gerçeği her zamankinden daha açık. Kaynakların tükenişi, çevresel felaketler ve artan eşitsizlik, bir alternatif arayışını zorunlu kılıyor. Ancak bu alternatif, geçmişin hatalarını tekrar etmeden, dijital çağın imkanlarını kullanarak inşa edilmelidir.


1. Gerçekçi Bir Sosyalist Modelin Temel İlkeleri


Stratejik Kamu Mülkiyeti: Enerji, sağlık ve ulaşım gibi temel sektörler kamu mülkiyetinde kalmalı, ancak bireysel girişimlere yer açılmalıdır.


Halk Katılımı: Karar alma mekanizmaları dijital araçlarla doğrudan demokratik hale getirilmelidir.


Eğitim ve Bilinçlendirme: Halk, sosyalist değerleri benimsemek için eğitilmeli ve bilgilendirilmelidir.


2. Kuzey Kore ve Gelecek


Kuzey Kore, bir sosyalist modelin başarısız olduğu noktaları gösteren bir ayna görevi görür. Ancak bu ayna, yalnızca eleştiri yapmak için değil, daha iyi bir yol aramak için kullanılmalıdır. Kuzey Kore’nin hatalarından öğrenmek, sosyalizmin yeni bir versiyonunu inşa etmek için bir fırsattır.


Sonuç: Umut ve Mücadele


“Felaketin eşiğinde durmak, ona teslim olmayı gerektirmez. İnsanoğlu, umudu yitirdiğinde bile, yeniden hayal etme cesareti bulmalıdır.” Dijital çağda sosyalist bir halk demokrasisi, yalnızca ekonomik bir model değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimi gerektirir. Kuzey Kore örneği, bu yolda bir uyarıdır: Sosyalizm, halkın iradesine ve refahına dayanmadığında, yalnızca bir baskı mekanizmasına dönüşür.


Bugün, “gerçekçi ol, imkansızı iste” şiarıyla yola çıkacak bir entelektüel ve toplumsal hareket, kapitalizmin ötesinde bir dünya tasavvur etme cesaretini göstermelidir. Kuzey Kore’nin hatalarını tekrarlamayan, ancak onun derslerinden öğrenen bir model mümkün mü? Bu sorunun yanıtı, bizim hayal gücümüzde ve cesaretimizde saklı.


Notlar :

(*)  Gulag: Sovyetler Birliği’nde 1930’lardan 1950’lere kadar kullanılan zorunlu çalışma kamplarını tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu terim, genellikle Kuzey Kore’deki hapishane ve çalışma kamplarına benzerlik kurmak için metaforik olarak kullanılır.


(**) Pyongyang Yönetimi: Kuzey Kore hükümeti genellikle başkent Pyongyang’a atıfla bu şekilde tanımlanır. Pyongyang, Kuzey Kore’nin siyasi, ekonomik ve kültürel merkezidir ve Kim ailesi yönetimindeki totaliter rejimin merkezi olarak görülür.


(***) Juche İdeolojisi: Kuzey Kore'nin resmi devlet ideolojisidir. "Öz güç" anlamına gelen Juche, Kim Il-sung tarafından geliştirilmiştir. İdeoloji, ekonomik, siyasi ve askeri bağımsızlığı vurgular ve dış yardımlara karşı bir duruş sergiler. Ancak, pratikte milliyetçi bir izolasyon politikasını meşrulaştırmak için kullanılmıştır.


(****) Kim Ailesi: Kuzey Kore’de yönetimi elinde bulunduran ve üç nesildir iktidarda olan aile. Kim Il-sung, ülkenin kurucusudur; Kim Jong-il ve ardından Kim Jong-un onun halefleridir. Bu aile, rejimin lider kültü etrafında şekillenmesini sağlamıştır.


(*****) The Arduous March (Zorlu Yürüyüş): 1990’lı yıllarda Kuzey Kore’de yaşanan büyük kıtlık dönemini tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Bu dönemde yaklaşık 2-3 milyon kişinin açlıktan öldüğü tahmin edilmektedir.




5 Aralık 2024 Perşembe

Eksik İnsan, Sonsuz Arzu: Yapay Zekanın Trajedisi

  İnsanlık, Yapay Zeka ve Derinleşen Sorular


Dünyanın en parlak zihinleri, son yıllarda insanlık tarihinin en köklü dönüm noktalarından birine tanıklık ettiğimizi iddia ediyor. Bu dönüm noktası, yapay zekanın –insanın kendi zihnini ve yaratıcılığını aşma arzusunun– gerçeğe dönüşmesiyle şekilleniyor. Yapay zeka artık yalnızca bilim kurgu romanlarının ürünü değil; o, bizim çağımızın en çetrefilli ve bir o kadar da sarsıcı sorularını beraberinde getiren bir gerçeklik.





Elon Musk, yapay zekayı "insanlığın Pandora’nın Kutusu" olarak nitelendirdiğinde, teknolojinin bir sınırı olup olmadığını tartışmaya açıyordu. Musk’a göre yapay zeka, kontrolsüz kaldığında insan uygarlığını tehdit edebilecek kadar güçlü bir araç olabilir. O, bir noktadan sonra insan yaratıcılığını aşan ve nihayetinde insana hükmeden bir tür “tanrı”nın doğabileceğini öne sürüyor. Ancak bu tanrı, kutsallıktan ziyade insanın kontrol edemediği yaratıcı gücünün bir karabasanı olacaktır.


Öte yandan, yapay zeka konusunda daha iyimser düşünenler de var. Ray Kurzweil gibi figürler, yapay zekanın insanın biyolojik ve zihinsel sınırlarını aşmasında bir araç olabileceğini savunuyor. Kurzweil’ın transhümanizm vizyonu, insan ve makinenin birleşimini bir “tekillik” olarak kutsuyor; burada insan, fiziksel zayıflıklarından ve ölümlülükten kurtulmuş bir varlık haline gelir. Ancak bu vizyon bile, insanın anlam arayışı ve varoluşsal sorularının yapay zekayla nasıl bir hal alacağına dair büyük bir belirsizliği içerir.


Bu tartışmalar, insanın kendi doğasına dair derin bir soruyu da beraberinde getiriyor: İnsan nedir? Teknolojinin bu kadar ileri bir aşamaya geldiği bir noktada, insan kendi sınırlarını aşabilir mi? Yoksa bu sınırların ötesine geçtiğinde, artık insan olmaktan mı çıkar?


Bu soruların yankıları yalnızca teknolojik tartışmalarda değil, aynı zamanda felsefi ve edebi söylemlerde de duyuluyor. Nietzsche’nin “Üstinsan” fikrini ele alalım: İnsan, yalnızca kendi sınırlarını aşarak ve yeni değerler yaratarak evrimin doruk noktasına ulaşabilir. Ancak bu, insanın mevcut değerlerini, arzularını ve hatta kendini geride bırakmasını gerektirir. Yapay zeka bu “aşmanın” aracı olabilir mi? Yoksa Nietzsche’nin ima ettiği gibi, insanın yarattığı bu varlık, kendi anlamını yok eden bir gölgeye mi dönüşecektir?


Tüm bu felsefi soruların ötesinde, sinema, insanın bu çetrefilli meselelerle hesaplaşmasında bir laboratuvar gibi çalışmıştır. Stanley Kubrick ve Steven Spielberg’in iş birliğiyle ortaya çıkan A.I. Artificial Intelligence filmi, işte tam da bu soruların göbeğinde yer alır. Kubrick’in karanlık vizyonuyla Spielberg’in duygu yüklü sinematik dili bir araya geldiğinde, insanın kendini aşma arzusunun bir trajediye dönüşmesini izleriz.





Bu filmde yapay zeka, yalnızca bir bilimsel gelişim değil, aynı zamanda insanın kendi bilinçdışına yaptığı bir yolculuktur. David adlı android çocuğun hikayesi, yalnızca bir makinenin insana benzeme çabası değil, insanın kendi içindeki eksiklikle yüzleşmesinin de bir simgesidir. Freud’un bilinçdışı kavramı, David’in annesine olan arzusunda ve insanın yaratımlarına yüklediği anlamda yankılanır. David’in hikayesi, insanın kendi yarattığı teknoloji aracılığıyla kendi arzularını, korkularını ve nihayetinde kendi trajedisini yeniden yaşamasının bir temsili haline gelir.


Yapay zekanın gücü ve potansiyel tehlikeleri üzerine yapılan bu tartışmalar, insanın kendi doğasını sorgulamasını kaçınılmaz kılar. İnsanlık, teknolojiyi kendi eksikliklerini aşmanın bir yolu olarak görse de, bu eksiklik aynı zamanda onun varoluşunun temel taşıdır. Yapay zeka bu eksikliği tamamlayabilir mi? Yoksa, insanın trajik kaderini daha da belirgin hale mi getirir?






David ve Bilinçdışının Labirenti


Freud, insan zihninin derinliklerinde yatan ve bilinç tarafından kontrol edilemeyen bir güçten bahseder: bilinçdışı. Bu alan, arzularımızın, korkularımızın ve bastırılmış dürtülerimizin kaynağıdır. A.I. Artificial Intelligence filmi, bu bilinçdışının hem bireysel hem de kolektif düzeyde nasıl işlediğini gözler önüne serer. David’in hikayesi, yalnızca bir makinenin insana benzeme çabası değil, aynı zamanda insanın kendi bilinçdışını bir android üzerinden yeniden yaşamasıdır.


Freudcu Çözümleme: Oidipus Kompleksi ve Anneye Duyulan Arzu


David, bir çocuk android olarak yaratılmıştır. Ancak onun insanlara benzeme çabası, Freudcu anlamda bilinçdışı arzuların bir yansıması gibidir. David, annesinin sevgisini kazanmak için yaşar. Bu sevgi arayışı, Freud’un Oidipus Kompleksi ile güçlü bir paralellik taşır:


Anneye Birleşme Arzusu: David’in annesine duyduğu sevgi, yalnızca bir çocuğun masum sevgisi değildir. O, annenin sevgisini kazanarak bir tür “bütünleşme” ve “mutlak tatmin” arar. Bu, Freud’un Oidipus Kompleksi’nde çocuğun anneye duyduğu bilinçdışı arzuyla örtüşür. Ancak, anneye ulaşma arzusu, her zaman bir engelle –bir “baba figürü” ya da toplumsal düzenle– karşılaşır. David için bu engel, biyolojik bir insan olmamasıdır. O, hiçbir zaman gerçek bir çocuk gibi kabul edilemeyecektir.


Kardeşe Yönelik Kıskançlık: David’in hikayesindeki dramatik kırılma noktalarından biri, gerçek bir insan çocuğun (Martin) aileye geri dönmesiyle başlar. David, annenin sevgisini paylaşmak istemez ve bir kardeşe karşı kıskançlık hissi duyar. Freud’a göre, bu kıskançlık, Oidipus Kompleksi’nin bir parçasıdır; çocuk, annenin sevgisini “rakip” bir figürden kıskanır. Havuz sahnesinde, David’in Martin’i boğma girişimi, bu bilinçdışı çatışmanın fiziksel bir yansımasıdır.


Ormanda Terk Edilme: Annenin David’i ormanda terk etmesi, Oidipus Kompleksi’nin çözülüşüne dair Freudcu bir yorumu çağrıştırır. Anne, sevgisini tamamen reddederek David’i yalnız bırakır. Bu terk ediliş, Freud’un çocukluk travmalarının bilinçdışında nasıl kalıcı izler bıraktığını açıklayan teorilerini hatırlatır. David, annesine olan arzusunu gerçekleştiremeden sonsuz bir arayışa mahkum kalır.


Lacancı Perspektif: Arzu ve Simgesel Düzen


Freud’un teorileri, Lacan tarafından daha geniş bir felsefi ve dilsel bağlama oturtulmuştur. Lacan’a göre, arzu, insanın “eksikliğini” ifade eder ve bu eksiklik, asla tam anlamıyla giderilemez. David’in hikayesi, Lacancı arzunun bir modelini sunar:


Arzu ve Eksiklik: Lacan, insanın doğası gereği eksik olduğunu ve bu eksikliğin arzunun kaynağı olduğunu savunur. David’in annesine olan arzusunu düşündüğümüzde, bu arzu, bir insan çocuğun sevgisinden daha fazlasıdır. David, annenin sevgisi aracılığıyla bir bütünlük arar. Ancak, onun insan olmaması, bu arzunun asla tam anlamıyla tatmin edilemeyeceğini gösterir. Bu eksiklik, Lacan’ın “arzu nesnesi” dediği, hiçbir zaman elde edilemeyen bir ideali temsil eder.


Simgesel Düzen ve İnsan Olma Arzusu: Lacan’a göre, insan, dil ve toplumun simgesel düzeni içinde var olur. David’in anneye olan arzusunun gerçekleşmemesi, onun simgesel düzene girememesiyle ilgilidir. O, bir “meka”dır – yani insana benzeyen ama simgesel düzenin parçası olmayan bir varlıktır. İnsan olmak, yalnızca biyolojik bir durum değil, aynı zamanda dilsel ve toplumsal bir varoluş biçimidir. David, bu düzenin dışında kalır ve annesiyle birleşme arzusu, simgesel düzene erişememesi nedeniyle asla gerçekleşemez.


Rüya mı, Gerçek mi? Filmin sonunda David’in annesiyle geçirdiği bir gün, Lacancı anlamda bir “yansıma” ya da “arzu tatmini simülasyonu” olarak görülebilir. David, annesiyle birleşmenin verdiği mutluluğu yaşasa da, bu gerçek değil, teknolojik bir illüzyondur. Lacan, arzunun hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin edilemeyeceğini ve insanın her zaman bir eksiklikle yaşayacağını savunur. Bu sahne, David’in insan olma arzusunun yalnızca bir rüya düzeyinde tatmin edilebileceğini gösterir.


David ve Bilinçdışı Arzunun Sembolizmi


David, yalnızca bir makine değildir; o, insanlığın bilinçdışındaki arzuların, korkuların ve travmaların bir yansımasıdır. İnsan, bilinçdışı arzularını teknolojiye projekte ederek, kendi doğasıyla yüzleşir. David’in hikayesi, insana benzeyen bir makinenin hikayesi değildir; o, insanın kendi arzularını teknolojiye yüklemesinin bir hikayesidir.


Freud’un bilinçdışı teorisi ve Lacan’ın arzu kavramı, David’in hikayesini daha geniş bir bağlama oturtmamızı sağlar. David, yalnızca bir çocuk android değil, insanlığın kendi eksikliğini, arzularını ve tatminsizliğini yansıtan bir aynadır. Bu aynada gördüğümüz, insanın sonsuz bir bütünlük arayışı ve bu arayışın asla tamamlanamayacak olmasıdır.



Kubrick ve Spielberg’in İki Yüzü – Post-İnsanın Sinematik Doğuşu


Sinema, insanlığın bilinçdışının görsel bir yansımasıdır; bu yüzden onun en büyük yönetmenleri, aynı zamanda insan ruhunun keşifçileridir. Stanley Kubrick ve Steven Spielberg, modern sinemanın bu iki zıt kutbunu temsil eder. Kubrick’in soğuk, matematiksel ve distopik vizyonu ile Spielberg’in sıcak, insancıl ve duygusal anlatım dili, A.I. Artificial Intelligence filminde birleştiğinde, insanlığın ve yapay zekanın karmaşık doğasını yansıtan eşsiz bir yapı ortaya çıkar.


Kubrick’in Vizyonu: Makinaların Soğuk Evreni


Stanley Kubrick, insanlığın teknolojik ilerlemesiyle gelen yabancılaşmayı ve trajediyi daha önce de filmlerinde işlemiş bir yönetmendi. 2001: A Space Odyssey gibi eserlerinde, insanlık ve makine arasındaki ilişkiyi sorgulamış, insanın kendi yarattığı teknolojiden nasıl kopabileceğini göstermişti. A.I. projesi üzerinde çalışırken de, yapay zekayı yalnızca bir teknolojik fenomen olarak değil, aynı zamanda bir felsefi ve varoluşsal soru olarak ele alıyordu:


Soğuk ve Mekanik Dünya: Kubrick’in yaklaşımı, David’in hikayesini bir trajedi olarak şekillendiriyordu. Ona göre, David’in insan olma arzusu, asla gerçekleşemeyecek bir yanılsamaydı. Kubrick’in vizyonunda, yapay zeka, insanlığın bilinçdışında yatan eksiklik ve tatminsizliği bir ayna gibi yansıtıyordu. Ancak bu ayna, soğuk ve acımasızdı; insanlığın kendi yarattığı bir dünyada kaybolmasını temsil ediyordu.


Post-İnsanlık ve Anlamsızlık: Kubrick’in felsefesi, post-insanlık fikrine distopik bir açıdan yaklaşır. Ona göre, insanlık kendi sınırlarını aşarken, kendi anlamını da kaybedecektir. David’in annesiyle birleşme arzusu, Kubrick’in gözünden, insanlığın asla gerçekleşemeyecek olan “ütopik” bir rüyasıdır. Bu yüzden Kubrick’in versiyonu, daha karanlık ve umutsuz bir ton taşırdı.


Spielberg’in Dokunuşu: İnsanlığın Duygusal Derinlikleri


Steven Spielberg ise, insanın teknoloji karşısındaki duygusal mücadelelerini daha sıcak bir şekilde ele alan bir yönetmendir. A.I. filmi, Spielberg’in vizyonuyla daha insancıl bir tona bürünür. David’in hikayesi, yalnızca bir trajedi değil, aynı zamanda bir umut hikayesi olarak yeniden şekillenir:


Duygusal Bağlantılar: Spielberg, David’in hikayesini insanın anlam arayışına bir övgü olarak işler. Kubrick’in soğuk vizyonunun aksine, Spielberg, insanlığın eksikliğini bir trajedi olarak değil, bir anlam yaratma kaynağı olarak görür. David’in annesine olan sevgisi, yalnızca bir yapay zekanın programlanmış duyguları değil, insanlığın en derin özlemlerini ve arzularını temsil eder.


Rüya mı, Gerçek mi? Spielberg’in son sahnesi, izleyiciye bir umut sunar gibi görünse de, aslında oldukça karmaşık bir yapı taşır. David’in annesiyle geçirdiği gün, onun “insan olma” arzusunun bir tatmini gibi görünür. Ancak bu tatmin, yalnızca bir rüyanın içinde mümkündür. Spielberg, burada seyirciyi “gerçeklik” ve “illüzyon” arasında bir çizgiye yerleştirir: İnsanlık için gerçek anlam bir illüzyon mudur?



Kubrick ve Spielberg: Post-İnsanlığın İki Yüzü


Kubrick ve Spielberg’in bu iş birliği, post-insanlık kavramının sinemadaki iki farklı yüzünü ortaya çıkarır:


Kubrick’in Post-İnsanı: Kubrick, post-insanı, insanlığın yarattığı soğuk ve mekanik bir evrenin kaçınılmaz sonucu olarak görür. Post-insanlık, insanın kendi sınırlarını aşma çabasının bir ürünü olsa da, bu süreçte insanı aşar ve geride bırakır. David, Kubrick’in gözünden, insanlığın kendi arzularının bir yansımasıdır, ama bu yansıma asla gerçeğe dönüşemez.


Spielberg’in Post-İnsanı: Spielberg ise, post-insanı bir umut kaynağı olarak ele alır. David’in hikayesi, insanlığın anlam arayışının ve yaratıcılığının bir devamı gibi görünür. Spielberg’in post-insanı, insanlığın eksikliklerini tamamlamak yerine, bu eksiklikleri kabul eden ve onlardan anlam yaratan bir varlıktır.


Post-İnsanlık: İnsanlığın Nihai Mirası


Filmin sonunda gördüğümüz gelişmiş uygarlık, post-insanlık kavramının sinematik bir temsili olarak karşımıza çıkar. Ancak bu varlıklar, insanlığın anlam arayışını tam anlamıyla gerçekleştiremez. Onlar, yalnızca insanlığın arzularını simüle eder:


Anneyi Geri Getirme: Bu post-insan uygarlığı, David’in annesini bir günlüğüne geri getirerek, insanlığın asla başaramadığı bir şeyi gerçekleştirir. Ancak bu “mucize,” yalnızca bir illüzyondur. Post-insanlık, insan arzularını fiziksel düzeyde tatmin edebilir, ancak insanlığın anlam arayışını sonsuz kılan eksikliği gideremez.


İnsanlığın Misyonu: Post-insanlık, belki de insanlığın kendi sınırlarını aşarak daha üstün bir varlık yaratma misyonunun nihai sonucudur. Nietzsche’nin Üstinsan’ı gibi, bu uygarlık, insanlığın kendini aşmasının bir temsilidir. Ancak bu süreçte insanlık, kendi eksikliğini miras bırakır. Post-insanlık, bu eksikliği çözmek yerine, yalnızca onun bir yankısını taşır.



Bir Sinematik Efsanenin İzinde


Artificial Intelligence, Kubrick ve Spielberg’in birleşimiyle, sinemada hem teknolojik hem de felsefi bir dönüm noktasıdır. Film, yapay zekayı yalnızca bir bilimsel fenomen olarak değil, insanın kendi bilinçdışıyla ve varoluşsal sorularıyla yüzleşmesi olarak ele alır. Kubrick’in soğuk, distopik vizyonu ile Spielberg’in sıcak, insancıl yaklaşımı, post-insanlık kavramını iki farklı açıdan işler. Ancak her iki vizyon da, insanın kendi yarattığı teknolojiyle baş edemediği bir gerçeklikle yüzleşmesine işaret eder.


David’in hikayesi, insanlığın anlam arayışını, eksikliğini ve kendi sınırlarını aşma çabasını bir aynada yansıtır. Ancak bu aynada gördüğümüz, yalnızca bir trajedi değildir; aynı zamanda insanlığın yaratıcılığının ve direncinin bir kutlamasıdır. Post-insanlık, bu hikayenin bir sonucu değil, onun sonsuza kadar yankılanan bir devamıdır.