Ortadoğu’nun Kaygan Zemininde Adalet Arayışı
Tarih, adalet arayışının peşinden koşan halkların sesleriyle doludur. Bazı sesler yankılanır, tarihin taş duvarlarını aşar ve geleceğe uzanır. Bazıları ise zalimlerin gürültüsüyle bastırılır, tozun altında kaybolur. Ancak Ortadoğu’da tarih hiçbir zaman susmaz. Bu coğrafya, adaletin kaybolduğu yerde yankılanan sessiz çığlıkların evidir.
Bugün Ortadoğu, zalimler ve kurbanlar arasında rollerin değiştiği bir sahnedir. İsrail, kendi tarihsel travmalarını bir güvenlik politikası haline getirmiş; düşmanlarını bastırmaya çalışırken, kendisini korkularından özgürleştirememiştir. Her duvar daha yüksek bir düşman yaratır; her silah, gelecekte karşılaşacağı bir tehdidin gölgesini büyütür. İsrail’in güvenlik politikaları, bölgeyi daha da istikrarsızlaştıran bir bumerang gibi kendi eline dönmektedir.
Bu yazıda, İsrail’in güvenlik stratejisinin bölgesel ve küresel sonuçlarını incelerken, tarihin döngüsel doğasının bir halkı nasıl yükseltebildiğini, bir diğerini ise nasıl batırabileceğini sorgulayacağız. Bugün İsrail’in sürgün ettiği halklar, gelecekte kendi topraklarına dönebilir mi? Tarih, zalimlerle kurbanların rollerini değiştirir mi? Bu sorular, Ortadoğu’nun çalkantılı tarihinde yankılanan en derin meselelerden biridir.
İsrail’in Güvenlik Paradoksu
İsrail, tarih sahnesine travmatik bir giriş yaptı. 20. yüzyılın karanlık sayfalarından biri olan Holokost’un ardından, dünya Yahudi halkına bir yuva armağan etti. Ancak bu yuva, Filistin halkı için bir yıkımın başlangıcıydı. Nakba, yalnızca bir toprak kaybı değil; bir halkın kimliğinin, anılarının ve geleceğinin ellerinden alınmasıydı.
İsrail’in güvenlik politikaları, sürekli bir paranoya üzerine inşa edildi. Hamas, Hizbullah, İran… Bu tehditlerin gerçekliği tartışılmaz; ancak bu tehditlerin çoğu, İsrail’in kendi politikalarının bir sonucu değil midir? FKÖ’ye karşı desteklenen Hamas, bugün İsrail için daha büyük bir tehdit haline gelmedi mi? Güvenlik duvarları örülürken, bu duvarların ötesinde biriken öfkenin gücü hesaba katılmadı mı?
"İsrail, kendini koruma adına bir kale inşa etti. Ancak bu kale, yalnızca dışarıdaki düşmanları değil, içerideki insanlığı da hapsetti."
İsrail’in politikaları, bölgedeki diğer güçleri de harekete geçirdi. İran, İsrail’in varlığını meşru bir tehdit olarak tanımlarken, bölgesel Şii liderliği etrafında bir direniş bloğu oluşturdu. Bu strateji, yalnızca İsrail’i değil, tüm Ortadoğu’yu ateş çemberine aldı. Her çatışma, bir sonraki çatışmanın tohumlarını ekti; her ateşkes, bir sonraki savaş için bir mola oldu.
İsrail’in güvenlik stratejisi, bir bumerang gibi Ortadoğu’da dönüp dolaşıp kendi eline çarpıyor. Güvende kalmak için attığı her adım, bölgede yeni çatışmaların ve yeni düşmanlıkların filizlenmesine yol açıyor. Bu, yalnızca İsrail’in kaderi değil; aynı zamanda Ortadoğu’nun üzerine çöken istikrarsızlık döngüsünün de bir parçası. İsrail, güvenlik kaygılarıyla adeta kendini bir duvara hapsetmiş bir kale gibi davranıyor. Ancak bu kale, onu korumaktan çok, daha büyük bir yalnızlığın ve düşmanlığın sembolüne dönüşüyor.
Ortadoğu, sürekli olarak içindeki huzursuzluğu dışarıya ihraç eden bir coğrafya. İsrail, düşmanlarının nefretinden kaçmak için çabalar harcarken, bölgenin daha fazla parçalanmasına ve yeni radikalizmler doğmasına neden oluyor. Filistin halkını yerinden eden politikalar, sadece bölgesel bir sorunu değil, küresel bir travmayı da tetikliyor. Yerinden edilen her aile, köklerinden koparılan her topluluk, bir başka yerde toplumsal dengenin altını oyan bir yara açıyor.
Bu yaraların en büyüklerinden biri, Avrupa kıtasında her geçen gün daha belirgin hale geliyor. Ortadoğu’da patlayan her bomba, Avrupa’da yankılanıyor; her yıkılan ev, Batı’da bir göç dalgasını tetikliyor. İsrail’in güvenlik adına yürüttüğü politikalar, Avrupa’yı da bir güvenlik krizine sürüklüyor. Bugün Avrupa, göç dalgalarını durdurmak için sınırlarını kapatmaya çalışırken, aslında Ortadoğu’nun yükünü sırtlamaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak bu mümkün değil. Çünkü tarih, hiçbir travmayı tamamen silmez; yalnızca biriktirir.
Göç, yalnızca insanların yer değiştirmesi değildir. Göç, bir kültürün, bir travmanın, bir öfkenin başka bir coğrafyaya taşınmasıdır. Avrupa, göçmenleri kabul ederek bu travmayı tolere etmeye çalışırken, bir yandan da toplumsal dengelerini kaybetme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in Filistin halkına yönelik politikaları, radikalizmi sadece Gazze’de değil, Paris’in varoşlarında, Berlin’in sokaklarında da besliyor. Ortadoğu’nun istikrarsızlığı, Avrupa’nın kapısına dayanan bir tehdit olarak kendini yeniden üretiyor.
Bütün bunların altında, insanlık tarihinin en temel döngüsü yatıyor: zalimlerin ve kurbanların rollerini sürekli değiştiren bir döngü. Bir zamanlar yurtlarından sürülen Yahudiler, bugün bir ulus olarak tarih sahnesine döndüler. Ancak bu dönüş, yerlerinden edilen bir başka halkın hikayesiyle mümkün oldu. İsrail’in güvenlik politikaları, kendisini korumak için her şeyi yapmaya hazır bir ulusun kararlılığını gösteriyor. Ancak bu kararlılık, bölgedeki barış ihtimalini her geçen gün daha da uzağa itiyor.
Bugün Filistinliler için geri dönüş bir umut, bir hayal. Tıpkı bir zamanlar Yahudiler için olduğu gibi. Ancak bu döngü, İsrail’in bölgesel ve küresel politikalarını değiştirmediği sürece, sadece çatışmaları derinleştirecek. İsrail, Filistin halkını görmezden gelerek kendini bir kale gibi izole edebilir. Ancak tarih, duvarların arkasında bile kendini hatırlatmayı başarır.
Ortadoğu’daki bu tarihsel döngünün nihai sonucu, sadece İsrail ve Filistin için değil, bütün dünya için belirleyici olacak. İsrail, bir bumerang gibi dönüp kendisini vuran bu döngüyü kırmak istiyorsa, güvenlik saplantısını bir kenara bırakıp adalet temelinde bir politika inşa etmek zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, tüm küresel güçlerin çıkarlarını yeniden gözden geçirmesini gerektiriyor. Çünkü Ortadoğu’da atılan her adım, dünyanın başka bir yerinde yankı buluyor. Ve tarih, adaleti her zaman bumerang gibi geri getirmeyi başarır.
Tarih, adaletin geç de olsa yerini bulduğu bir döngü olarak işler. Kurbanlar, bir gün zalimlere dönüşürken, zalimler de bir başka döngünün içinde kurban olurlar. İsrail’in güvenlik politikaları, bu döngünün Ortadoğu sahnesindeki en çarpıcı örneklerinden biridir. Tarih boyunca yerinden edilmiş, zulme uğramış bir halkın, bugün başka bir halkı aynı şekilde yerinden etmesi ve zulme uğratması, bu döngünün ne denli acımasız olduğunu gösteriyor.
Bugün Filistin halkı, kendi "geri dönüş mitini" oluşturuyor. Tıpkı bir zamanlar Yahudilerin Babil Sürgünü’nden sonra Kudüs’e dönüşlerini mitolojik bir öykü haline getirmesi gibi, Filistin halkı da topraklarına dönüşlerini umutla bekliyor. Ancak bu umut, yalnızca bir hayal değil; tarihsel bir gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü hiçbir zulüm, sonsuza kadar sürdürülemez. Hiçbir halk, kendi toprağından koparılanların haklı öfkesine karşı ebediyen bağışık kalamaz.
Bugün İsrail’in varlığını güvence altına almak için kurduğu politikalar, Filistinlilerin geri dönüş ihtimalini erteleyebilir, ancak bu ihtimali tamamen ortadan kaldıramaz. Zira tarih, zalimlerin korkularıyla büyüttüğü her duvarı yıkmayı başarır. İsrail, sadece kendini korumak için değil, aynı zamanda bir ulus olarak vicdanını korumak için de bu döngüyü kırmak zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki ve dünyadaki güçlerin de sorumluluğudur.
Ortadoğu, sadece kendi halklarının değil, küresel güçlerin de zulüm ve çıkar oyunlarının sahnesidir. İsrail’in bölgedeki güvenlik saplantısı, sadece Filistinliler için değil, Avrupa, Afrika ve Asya’daki tüm halklar için yankılar yaratıyor. Bugün İsrail’in güvenlik adına sürdürdüğü politikaların sonuçları, Avrupa’nın demografik ve kültürel yapısında çatlaklar oluşturuyor; göçmen krizleri, radikalizmin yükselişi ve sosyal uyum sorunları gibi.
Ancak bu durum, yalnızca Avrupa’nın ya da Filistin halkının problemi değildir. İsrail’in kendisi de bu döngünün içinde sıkışmış durumda. İsrail, bu döngüyü kırmak için ne yapabilir? Adalet, güvenlikten önce gelebilir mi? Filistinliler, topraklarına geri dönebilecekleri bir gelecek inşa edebilir mi? Bu soruların yanıtı, yalnızca İsrail’in politikalarında değil, aynı zamanda uluslararası toplumun adalet konusundaki iradesinde saklı.
Tarih, Ortadoğu gibi çatışmalarla yoğrulmuş bir coğrafyada, hiçbir gücün ebedi olmadığını gösteriyor. İsrail, bugünkü gücünü ve güvenliğini ancak barış ve adalet temelli bir politika ile sürdürebilir. Çünkü tarihin döngüsü, adaleti geciktirebilir, ancak asla onu yok edemez.
Sonuç: Bir Adalet Çığlığı
Ortadoğu’nun hikayesi, adalet için yükselen bir çığlığın hikayesidir. Bu çığlık, bazen taşlara kazınır, bazen göç yollarında yankılanır, bazen de duvarların ötesine ulaşır. İsrail, bu çığlığı bastırmaya çalışarak bir güvenlik politikası inşa ediyor. Ancak bu politika, uzun vadede yalnızca kendi yıkımını hazırlar.
Bu yazı, Ortadoğu’daki döngüyü anlamaya çalışan bir çağrıdır. Çünkü bu döngüyü anlamadan, ne Ortadoğu’nun ne de dünyanın geri kalanının huzur bulması mümkün değildir. Adalet, tarihsel bir gerekliliktir. Ve İsrail, bu adaleti reddederek kendini tarih sahnesinde daha da izole bir pozisyona itmektedir.
Ancak umut her zaman vardır. Belki de bir gün, Ortadoğu’nun toprakları yeniden barışın ve adaletin ana vatanı olabilir. Ancak bu, bugünkü politikaların terk edilmesiyle mümkün olacaktır. Ve o gün geldiğinde, belki de tarih, bir kez daha bir halkın geri dönüşüne tanıklık edecektir. Çünkü tarih, zalimlerin ve kurbanların rollerini değiştirmekle meşgul olan bir yazgıdır.