Siyah takım elbisesi içinde bir devlet başkanı, ofisinde dolanıyordu. Pencereden dışarı bakarken, Seul’un ışıkları geceye meydan okurcasına parlıyordu. Ancak bu ışıklar, ülkenin üzerine çöken ağır atmosferi aydınlatamıyordu. Güney Kore, bir kez daha tarihinin en çetin siyasi sınavlarından birine girmişti.
Sıkıyönetim… O kelime, halkın hafızasında geçmişin acı hatıralarını taşıyordu. Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol, muhalefeti "devlet karşıtı faaliyetler" ile suçlayarak bu olağanüstü önlemi duyurduğunda, ülkenin ruhu sarsılmıştı. Parlamento çoğunluğunu elinde bulunduran muhalefet, bu kararı derhal reddetti. Demokrat Parti liderleri, sadece başkana değil, aynı zamanda onun temsil ettiği sisteme de meydan okuyordu.
Krizin Kalbine Yolculuk
Her şey 2024’ün o sıcak bahar aylarında başlamıştı. Muhalefet, parlamentoda sandalyelerin çoğunu ele geçirerek başkanın politikalarını engelleme gücüne ulaşmıştı. Ancak bu güç, sadece yasalarla sınırlı değildi. Muhalefet, halkın desteğini de arkasına alarak ülke çapında bir direniş hareketi örgütledi.
Yoon Suk-yeol, sıkıyönetim ilan ederek halkın üzerindeki baskıyı artırmayı hedefledi. Ancak hesaplayamadığı bir şey vardı: Güney Kore halkının geçmişten gelen dersleri. 1980’de Gwangju’da, 1987’de Seul sokaklarında, halk demokrasi için bedeller ödemişti. Bu hafıza, şimdi yeniden canlanıyordu. Üniversite öğrencileri kampüslerde bir araya geldi, işçi sendikaları meydanlarda toplandı, sanatçılar eserleriyle karşı durdu. Muhalefet bu enerjiyi, halkın iradesinin gerçek sesi olarak gördü ve buna sırtını yasladı.
Muhalefetin Sessiz Gücü
Demokrat Parti’nin liderleri, bu krizin çözümünü tek bir stratejide görmüştü: Direnmek, ama direnmekle sınırlı kalmamak. Halkın taleplerini bir platforma dönüştürdüler. Eğitimde reform, sosyal adalet ve işçi hakları gibi yıllardır birikmiş sorunları gündeme taşıdılar. Yoon Suk-yeol’un baskıcı politikaları, bu taleplerle birleşince, muhalefet halkın gerçek temsilcisi olarak algılanmaya başlandı.
Parlamentodaki güçlerini stratejik bir biçimde kullandılar. Başkanlık makamının kararlarını sürekli veto ettiler ve kendi alternatif yasa önerilerini halkın desteğiyle duyurdular. Bu süreçte, devlet başkanının politikalarını baltalarken halkın taleplerini yasama sürecine taşıdılar. Böylece sıkıyönetimin meşruiyetini sorgulayan bir dalga büyüdü.
Bir gün, beklenmedik bir şey oldu. Yoon Suk-yeol, televizyondan halka seslenmek için ekranlara çıktı. Sesinde önceki günlere kıyasla bir yorgunluk vardı. “Halkımızın iradesiyle karşı karşıya olduğumu kabul ediyorum” dedi. “Sıkıyönetimi kaldırıyorum.” Bu açıklama, hem bir yenilgiyi hem de bir ders alındığını simgeliyordu.
Sıkıyönetimin kaldırılması, başkanın bir geri adımı olarak algılansa da, aslında ülkedeki siyasi aktörlerin, halkın desteğini kazanan bir muhalefetin gücünü hafife almaması gerektiğini gösteriyordu. Demokrat Parti, sadece parlamentodaki üstünlüğüyle değil, halkın taleplerine samimiyetle cevap vermesiyle bu zaferi kazanmıştı.
Demokrasi Zaferinin Sınıfsal Anlamı
2024’te Güney Kore’de yaşanan kriz, yalnızca başkanın otoriter politikalarına karşı bir direniş değil, aynı zamanda emekçi sınıflar için bir yol ayrımıydı. Muhalefetin stratejisi, bu krizden yalnızca özgürlük değil, aynı zamanda sosyal adalet taleplerini çıkararak zafer kazandı. Peki bu nasıl mümkün oldu?
Muhalefet, sıkıyönetimi kaldırmaya yönelik çabalarını, emekçi sınıfların somut talepleriyle birleştirdi. Eğitim reformu, sağlık hizmetlerine erişim ve işçi hakları gibi konular, bu mücadelenin merkezine yerleştirildi. İşçi sendikaları ve sivil toplum örgütleri, otoriter rejime karşı kitlesel direnişi organize etti. Grevler, sokak protestoları ve dayanışma kampanyaları, yalnızca sıkıyönetimin kaldırılmasını değil, aynı zamanda emekçilerin haklarının gündeme gelmesini sağladı.
Muhalefet, demokrasiyi soyut bir hedef olarak değil, halkın ekonomik ve sosyal çıkarlarını gerçekleştirebileceği bir araç olarak tanımladı. Bu yaklaşım, sınıfsal bir perspektifle hareket eden kitlelerin desteğini kazandı.
Demokrasi Mücadelesinde Eksik Kalanlar
Ancak bu süreç, her açıdan kusursuz değildi. Emekçi sınıflar adına verilen mücadelenin, çoğu zaman Kuzey Kore paranoyasının gölgesinde kaldığı söylenebilir. Sıkıyönetim kaldırılmış olsa da, bu süreç, işçi haklarını ve toplumsal eşitliği güvence altına alan yapısal değişikliklerle tamamlanmadı. Muhalefetin elde ettiği başarı, sınıfsal temellere dayanmadığı ölçüde kırılgan kalma riski taşır.
Bir Karşılaştırmanın Gölgesinde: Türkiye’de Olası Bir Kriz
Güney Kore'deki sıkıyönetim krizinin gölgesinde, Türkiye’de benzer bir senaryo yaşanırsa ne olur? İşte bu sorunun yanıtı, iki ülke arasındaki siyasal ve toplumsal dinamiklerin ne kadar farklı olduğunu anlamaktan geçiyor. Güney Kore, halk iradesinin kriz anlarında bile hareket alanı bulabildiği bir sistemde nefes alırken, Türkiye’de demokratik alanın daraltılması ve muhalefetin sistematik olarak baskı altına alınması, bu tür bir çıkışı neredeyse imkânsız kılabilir.
2013’teki Gezi Parkı protestolarında başlayan toplumsal hareketlilik, halkın demokratik taleplerini dile getirdiği barışçıl bir direniş olarak görülüyordu. Ancak bu hareket, kısa sürede iktidar tarafından “terörle ilişkilendirildi” ve kriminalize edildi. Hükümet, bu süreci, halkı bölmek ve muhalefeti susturmak için bir fırsat olarak değerlendirdi.
2014’teki Kobani olayları, bu stratejinin daha da yoğunlaştığını gösterdi. Sokaklar, bu kez Kürt halkının öfkesine tanıklık ediyordu. Ancak, protestoların şiddetle bastırılması ve ardından gelen kitlesel gözaltılar, toplumsal hareketlerin devlet tarafından tamamen kontrol altına alınmasının kapısını araladı. O günlerden itibaren, Türkiye’de sokak hareketleri marjinalleşti, demokratik talepler ise sesini duyuracak platformlardan yoksun bırakıldı.
Başkanlık Sisteminin Gölgesinde
15 Temmuz kalkışmasının bastırılmadından sonra 2017’de başkanlık sistemine geçişle birlikte Türkiye’de siyasal yapı, adeta bir parti devleti rejimine evrildi. Güney Kore’de olduğu gibi parlamentoda çoğunluk elde etmek, Türkiye’de sistemin dönüşümünü engelleyemeyebilir. Çünkü başkanlık makamı, tüm yürütme yetkilerini elinde toplarken, parlamento işlevsiz bir kuruma dönüştürülmüş durumda.
Muhalefet, artık miting çağrısı bile yapamıyor. 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde elde edilen zaferler, kısa süreli bir umut yarattı. Ancak bu başarılar bile sürekli yargı baskısı ve idari engellemelerle gölgelendi. Belediye başkanlarının yetkilerinin kısıtlanması ve mali kaynaklarının kesilmesi, yerel yönetimlerde bile muhalefetin etkin olmasını engelledi.
Türkiye’nin Farklı Gerçeği
Türkiye’de iktidar, yıllardır toplumsal korkuları ve etnik çatışmaları araçsallaştırıyor. Güney Kore’de, Kuzey Kore tehdidi nasıl otoriter eğilimleri meşrulaştırmak için kullanıldıysa, Türkiye’de Kürt sorunu ve “terörle mücadele” söylemi aynı işlevi gördü. Ancak Türkiye’de bu strateji, Güney Kore’de olduğundan daha derin ve kalıcı sonuçlar doğurdu.
Güney Kore’de muhalefet, parlamentoda çoğunluk sağlayarak başkanlık yetkilerini dengelemeyi başarırken, Türkiye’de bu tür bir çoğunluk, sistemin yapısal sorunlarını aşmaya yetmeyebilir. Türkiye'de Başkanlık makamında oturan kişi, tüm sistemin kontrolünü elinde tutmakta ve muhalefetin yasama faaliyetlerini etkisiz hale getirebilme gücüne sahiptir.
Bu durum, Türkiye’yi Güney Kore’den çok Venezuela’ya yaklaştırıyor. Venezuela’da başkan ve parlamento farklı partilerden olduğunda, bu durum bir denge unsuru olmaktan çok, bir kriz kaynağı haline geldi. Başkanlık makamı, tüm yetkileri elinde toplarken, yasama organı etkisiz hale geldi. Türkiye’de benzer bir senaryo, parlamentoda çoğunluğu kazanan bir muhalefetin, başkanlık sistemi nedeniyle hiçbir icra yetkisi kullanamamasıyla sonuçlanabilir.
Venezüela’da Bolivarcı Rejim: Halkçı Popülizmden Yabancılaşmaya
Venezüela’daki Bolivarcı deneyim, tarihe bir halkın adalet ve eşitlik arayışı olarak kazındı. Ancak bu arayış, örgütlü bir sınıf hareketine dayanmaktan çok, halkçı bir popülizm etrafında şekillendi. Bu popülizm, kısa vadede halkın ihtiyaçlarına yanıt vermeyi başardı; ancak uzun vadede, kaynakların savurgan kullanımı ve sınıfsal dayanaktan yoksun bir politik vizyon, rejimi halktan uzaklaştırarak bir otoriter yapıya dönüştürdü.
Hugo Chávez, iktidarını halkın geniş kesimlerinin taleplerini dile getirerek ve onlara umut vererek inşa etti. Petrol gelirlerinin sosyal programlara yönlendirilmesi, yoksullukla mücadelede önemli kazanımlar sağladı. Ancak bu politikalar, sınıfsal bir dayanaktan yoksundu ve ekonomik sürdürülebilirlikten çok, siyasi meşruiyet arayışına hizmet ediyordu. Eğitim, sağlık ve barınma gibi temel ihtiyaçlara yönelik sosyal programlar, halkın kısa vadeli refahını artırdı. Ancak bu programlar, petrol gelirlerine bağımlı bir şekilde tasarlanmıştı. Bu bağımlılık, petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte sürdürülemez hale geldi.Bolivarcı rejim, halkın doğrudan katılımını artırmayı vaat etmişti; ancak bu vaat, güçlü ve dayanıklı kurumlarla desteklenmedi. Merkeziyetçi yönetim anlayışı, demokratik katılımı sınırlarken, halkla devlet arasındaki bağın zayıflamasına neden oldu.
Rejim, sınıf mücadelesi temelli bir hareket yerine, "halk" adı altında homojen bir kitleyi hedef aldı. Bu yaklaşım, emekçi sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenmesini ve rejimin daha sağlam bir toplumsal dayanağa sahip olmasını engelledi.
Muhalefet İçin Çıkış Yolu: Sınıf Temelli Bir İttifak Mümkün mü?
Türkiye'de muhalefet, Venezüela benzeri bir rejimin önüne geçmek istiyorsa, yalnızca mevcut siyasi tıkanıklıkları aşmayı değil, aynı zamanda yapısal bir dönüşüm yaratmayı hedeflemek zorundadır. Ancak bu dönüşüm, geleneksel ve geçici ittifak modelleriyle değil, daha derin, daha köklü ve toplumsal gerçekliklerle uyumlu bir stratejiyle mümkün olabilir. İşte burada, sınıf temelli bir ittifak modeli tartışılmayı hak ediyor.
Geçici İttifakların Sınırları
Türkiye’deki muhalefetin son yıllarda izlediği strateji, farklı ideolojik ve politik grupları bir araya getiren geçici ittifaklara dayanıyor. Millet İttifakı gibi oluşumlar, farklı siyasi partilerin bir araya gelip “tek adam rejimi”ne karşı durmasını sağladı. Ancak bu ittifaklar, seçim sonrası süreçte etkisini hızla kaybetti.
Bu tür ittifaklar, genellikle seçim kazanmak gibi dar hedeflere odaklanıyor. Ancak, kazandıkları seçimler sonrasında, sistemin dönüşümünü sağlayacak bir vizyon ortaya koyamıyorlar.
Farklı ideolojilerden partilerin bir araya gelmesi, ortak bir yönetişim modeli oluşturmayı zorlaştırıyor. Ekonomik eşitsizlik, işçi hakları gibi kritik konular genellikle ittifakın öncelikleri arasında yer almıyor.
Bu nedenle, geçici ve kırılgan ittifakların yerine, daha uzun vadeli ve toplumun derinliklerine dokunan bir model gerekiyor.
Sınıf Temelli Bir İttifak Neden Gerekli?
Türkiye’nin mevcut rejimi, toplumsal eşitsizlikler ve sınıf çelişkilerinden besleniyor. Bu çelişkiler, sistemin baskıcı mekanizmalarını güçlendirirken, halkın geniş kesimlerini marjinalleştiriyor. İşte bu nedenle, sınıf temelli bir ittifak modeli, yalnızca muhalefetin mevcut sıkışmışlığını aşmakla kalmaz, aynı zamanda yapısal bir değişimin önünü açar.
Türkiye’de işçi sınıfı, gençler ve kadınlar, baskıcı rejimin en büyük mağdurlarıdır. Ancak mevcut siyasi partiler, bu grupların taleplerini yeterince temsil edememektedir. Sınıf temelli bir ittifak, bu kesimlerin gerçek ihtiyaçlarını siyasal bir programa dönüştürebilir.
Ekonomik eşitlik, adil bir gelir dağılımı ve sosyal hakların genişletilmesi gibi sınıf temelli talepler, hem işçi sınıfını hem de diğer dezavantajlı grupları bir araya getirebilir. Bu talepler, ideolojik farklılıkları aşan bir bağlayıcı unsur haline gelebilir.Sınıf temelli bir ittifak, sadece seçimlere odaklanmak yerine, örgütlü bir toplumsal hareket inşa edebilir. Bu hareket, grevlerden sokak protestolarına kadar geniş bir eylem repertuvarı ile baskı mekanizmalarına direnç gösterebilir.Muhalefet, sendikalar ve sivil toplum örgütleriyle daha güçlü bağlar kurmalıdır. Bu kurumlar, işçi sınıfının taleplerini siyasi alana taşıyacak en etkili araçlardır.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı toplumsal dinamikler vardır. Kürt sorunundan tarım işçilerinin sorunlarına kadar farklı meseleler, yerel örgütlenmeler aracılığıyla bir sınıf perspektifiyle ele alınabilir.İttifak, yerel değil, evrensel değerleri savunan bir mesaj oluşturmalıdır. İnsan hakları, sosyal adalet ve çevre gibi evrensel değerler, toplumu birleştirebilir.
Başarının Önündeki Engeller
Elbette, sınıf temelli bir ittifak modeli de zorluklarla karşılaşabilir:
Türkiye’de sınıfsal talepler, etnik ve mezhepsel kimliklerle sık sık kesişiyor. Bu durum, sınıf temelli bir hareketin birleştirici etkisini zayıflatabilir. İktidar, sınıf temelli hareketleri bastırmak için tüm araçlarını seferber edebilir. Sendikal hareketler ve grevler, yasaklarla ve polis şiddetiyle karşılaşabilir.
Tüm zorluklara rağmen, Türkiye’de sınıf temelli bir ittifak modelinin inşası mümkündür ve gereklidir. Bu model, Venezüela tarzı bir rejimin önüne geçmek için en etkili stratejidir. Türkiye, otoriter rejimin karanlık gölgesinden kurtulmak istiyorsa, halkın geniş kesimlerini kapsayan ve toplumsal adaleti temel alan bir siyasi vizyon geliştirmek zorundadır.
Unutulmamalıdır ki, demokratik dönüşüm, yalnızca seçimlerle değil, halkın örgütlü mücadelesiyle mümkün olur. Türkiye’nin geleceği, bu mücadelenin ne kadar geniş bir tabana yayılacağına bağlıdır. Sınıf temelli bir ittifak, bu mücadelenin kalbinde yer alabilir ve yer almalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder