29 Haziran 2011 Çarşamba

29 Haziran 2011 Çarşamba


Bu havalar ne zaman ısınacak sahi?Şu anda gece yarısını geçti.Üşüdüğümü hissediyorum.Hava raporuna bakılırsa,Akçakoca'da yarın ve öbürgün çok bulutlu.Sağanak yağış olasılığı da yüksek.Hayli yağışlı geçen yaz mevsimini hatırlıyorum,ama böylesi hiç olmamıştı daha önce.Yaz mevsiminde nadir olarak yağiş olmasına alışığım Ankara'dan.Fakat geçen haftadan gördüğüm kadarıyla Ankara gibi kurak bir şehir bile hiç alışık olmadığı bir yaz mevsimi geçiriyor.Bulunduğum yer,Akçakoca,Karadeniz kıyısında olması nedeniyle yaz yağışlarının olağan olduğu bir yer.Ama gel gör ki,yaz mevsiminde soğuk ve yağışlı havalar bu denli inatçı değildi.Bir gün yağıyorsa ertesi gün mutlaka yerini temiz ve pırıl pırıl bir havaya bırakırdı.Şimdilerde soğuk inatlaşıyor.Bu olağandışı hava şartları,Akçakoca ekonomisinin belini büktü zaten.Fındık tarımı çöktü resmen.Ağaçlarda beklenilen fındık miktarının onda birinin bile olmadığını söylüyor üreticiler.Fındık olmayınca bütün bir Akçakoca ekonomisi tepe takla oluyor.Çünkü esnafın para kazanması fındık üreticisinin durumuna bağlı.Akçakoca'nın uzun bir sahil şeridi ve hatırı sayılır bir turizm ekonomisi olmasına rağmen,turizmin ilçe ekonomisine katkısı son derece düşük.Nedeni yaz mevsiminin yağışlı olması,denizin çok dalgalı ve tehlikeli olması nedeniyle pek tercih edilmemesi.Zaten olumsuz hava şartları nedeniyle bir iki aylık turizm kazancı beklentisi de boşa çıkmış durumda.Fındık çiftçileri kemer sıkarak kendi yağında kavrulmaya çalışacak.

Olumsuz hava şartlarının küresel ısınma ile ilgili olduğu yaygınca paylaşılan bir kanaat.İlginçtir,insanlar soğumayı bile küresel ısınmaya bağlıyorlar!...Belki de kresel iklim dengesinin bozulmasına bağlıdır bu kötü havalar.Ama mevsimlerdeki kararlılığın bozulması da olabilir.Bu durum insanlık tarihi boyunca zaman zaman yaşanmış.Ortaçağ Avrupası'nda mini buzul devri adı verilen bir dönem yaşandığı söyleniyor.30 yıl boyunca havalar çok kötü gitmiş.Yaz ayları düpedüz yok olmuş.İnsanlar evlerine kapanmış,evlerinde vakit geçirir olmuşlar.Bu arada salon kültürü diye bir şeye yol açmış bu süreç.Kağıt oyunları,danslı eğlenceler ve buna benzer bir çok şey,bu 30 yıllık süreçte icad olunmuş.Demek ki mevsimlerdeki kararsızlığı her zaman küresel iklim değişimine bağlamak doğru değil.

Yağmurlu hava bana bazen huzur verir.Yağmur tıpırtısı eşliğinde sıcak bir yatakta uyumak gerçekten de sakinleştirebilir insanı.Ama yağmur uzun ve şiddetli olursa,bu tam tersine ruhsal dengeyi bozabiliyor.Sinema ve edebiyat,yağmurlu havaları hüzün ve melankolinin ifadesi olarak kullanmış.Aklıma Clint Eastwood'un "Aşk Hikayesi" adlı filmde Meryl Streep'e sırılsıklam bir kedi gibi yalvaran bakışlarla baktığı sahne geliyor.Hele şairlerin şiirleri her şeysiz olur da yağmursuz asla...Fakat bana şu sıralar romantizm hayli ağır geliyor.Yaz tatilimi geçirmek için izin almıştım.Denize girme planım vardı,olmadı.Yarın yağmasa bile soğuk olacak biliyorum.Eve kapanıp bilgisayarın başında zaman geçirme dışında fazla bir seçeneğim yok ne yazık ki....

Beğendiğim Bloglar: Eskiz Defteri...


Bu kız kardeşimin blogu.Henüz yeni başladı yazmaya.İyi yazabileceğini bildiğim için onu ben teşvik ettim blog oluşturmaya.O zaten hep meraklı idi yazıp çizmeye..Biz üç kardeştik.Yani ana bir baba bir kardeşler demek istedim.Başka kardeşlerim de var.Onları öz be öz olanlardan ayırt ettiğim sanılmasın.Biz üç kardeştik derken,birlikte büyüdüğümüz kardeşleri kastediyorum.Baba bir anne ayrı ablalarımız evli oldukları için ayrı bir dünya kurmuşlardı.Bu açıklamaları yapıyorum ki,eğer Ablalarım okurlarsa,ayrımcılık yapıyorum sanıp alınmasınlar...İşte üç kardeş;Ayşe,Sinan ve ben...En küçük kardeşim Sinan ile bolca kitap okur,okuduklarımızı yüksek sesle tartışırdık.Ayşe'yi adam yerine pek koymazdık(!) bu nedenle O,bizim tartışmalarımızı gizli gizli dinler,defterine bir şeyler yazardı.O defteri de bizden bucak bucak saklardı.Elimize defterini geçirdiğimizde vay haline...Yazdıkları ile dalga geçerdik.Aman Tanrım,ne zalim çocuklardık!Fakat bir gün yazılarını ciddi bir şekilde okuduğumda,onun hakkında yanıldığımı,gayet güzel yazdığını anladım.Sonra evlendi,çoluk çocuk sahibi oldu,yazmaya fırsat bulamadı pek.Ama çok sıkıntılı zamanları olduğunda yazı yazmaya can simidi gibi sarıldığını biliyorum.Fakat bunları geliştiremedi,çünkü paylaşamadı.Şimdi web ortamında herkesin yazıp çizdiklerini paylaşma imkanı mevcut.Galiba telefon ve televizyon gibi icadların yaygınlaşması ile yitirdiğimiz yazılı kültür,internetin yaygınlaşması ile birlikte yeniden doğuşunu yaşıyor.Gelgelelim,blog yazarlığı pek önemsenmiyor.Okunan ve izlenen bloglar,sevgili bulmak ve çevre edinmek derdindeki insanların özel hayatlarını çarşaf gibi döktükleri,ya da bolca görsellik,atraksiyon ve atmasyonlarla destekledileri görkemli hayatlarını büyük bir kibirle teşhir ettikleri blog yazıları....Ya da  moda,incik boncuk,yemek tarifi  sayfaları...Kız kardeşim  hayatından derlediği  anı parçacıkları ile dünyaya bakışını,yaşam anlayışını ortaya koymaya çalışıyor.Biraz imla ve dilbilgisi hataları olsa da,başlangıç için oldukça iyi.Rahat yazmakta önemli bir faktör de klavyeye alışkın olmak.O klavye ile yazmaya henüz alışık değil.Buna alıştıkça yazıları daha da güzelleşecek.

Bloguna göz atmak isteyenler şu bağlantıya tıklamalı :Eskiz Defteri

Ankara Dünyanın Neresinde Yer Alır?


devin uyanışı | izlesene.com


Bu kısa film New York  ya da Los Angeles gibi şehirler örnek alınaak yapılmış.Dev adamlarla minik adamlar aynı ortamı paylaşıyorlar bu şehirde.Cüce adamların içine koskoca bir yemek işleme fabrikası kurdukları yer,dev adamlardan birinin pizzasının artığı..Minik adamlar her yeri sarmışlar.Ama onların yarattığı uygarlık dev adam için çöplük,kokuşma ve kirlenme anlamına geliyor.Bir elektrik süpürgesi sipariş ediyor ve minik adamların (haşere ve böceklerin!)  oracıkta kurmuş oldukları kent, kısa bir zamanda silinip süpürülüyor.

Hollywood'un hızlı kurgu ve görsel efektlerine,manipülatif müziğine karşı bir antipatiniz yoksa zevkle izleyebileceğiniz türden bir kısa film.Bu film beni türlü türlü düşüncelere sürükledi.Devasa metrpollerdeki  içindeki sınıf mücadelesi,bu savaşta güçlerin  eşitsiz ve adaletsiz dağılımı üzerine düşünmeye  davet ediyordu bizi.Birileri orada sonsuza kadar sürebilecek bir yaşam tarzı bir kültür yapabilir,ama eninde sonunda oranın asıl sahibi olanlar bundan rahatsızlık duyarlar ve yıkıp tarumer ederler onu...

Geçen hafta Ankara'nın göbeği Kızılay'ın caddesinde turlarken bu film aklıma geldi.6 ya da 7 yıl öncesine kadar bu şehirde yaşamıştım.Şimdi ise buraya ne kadar yabancılaşmış olduğumu hissetmek doğrusu çok şaşırtıcı idi.Beton yığınları,uğuldayıp duran bir kalabalık,sinir bozucu klakson sesleri ve havayı sürekli kirleten egzoz dumanları.Burada yeni bir yaşam kurulabileceği,yepyeni bir mutluluk inşa edilebileceği konusunda hiç bir umut vermedi bana.Ankara filmdekine benzer devasa yapıların olduğu bir metropol değil.Ama yine de ürkütücü.Hele ki ondan aldığınız sayısız yarayı içinizde taşıyorsanız.Yaşadığım her an,asla kendimi içinde hissetmediğim,hep kıyısında dolaştığım bir şehir.İnsana sayısız vaadlerde bulunup yalnızlığa mahkum eden bir şehir.Çocukluğumda çok büyük bir şehir sayılmazdı:ama artık Ankara  çok büyük,merkezini yitirmiş bir şehir.Tıpkı büyük metropoller gibi, zenginler banliyolere kaçarken yoksul ve orta sınıflar şehrin merkezine doğru hareket ediyor.Fakat hala sorgulanamayan asıl şey,sürekli büyümesine karşın,nasıl bunca zamandır küçük,tutucu bir memur şehri olarak kalabildiği...Küçük yerlerde yaşamaya başladığımdan beri bireysel varoluşun,özgür düşünce ve yaşama biçiminin ancak büyük şehirlerde var olabileceğini farketmiş olmama rağmen,Ankara gibi bir şehirde yeni bir hayata başlanabileceğine inanmıyorum.Büyük şehirlere değil kastım;Ankara'ya.Ne yazık ki sevemedim seni bir türlü,ey şehir!...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Korsanlar Prensi!...


Rodney Pike'ın photoshop ile yaptığı karikatür/forto-maniplasyon'ları o kadar hoşuma gitti ki,ben de bir Jonny Deep/J. Sparrow yapayım dedim.Pike'ınkiler kadar mükemmel olmadı.Ayrıca photoshop izleri belli.Zaten Rodney Pike'a yetişebileceğimi hiç sanmıyorum.Gene de fena olmadı.En azından Jonny Deep'in suratındaki o hınzır ifadeyi yansıtabildim sanıyorum.

Rodney Pike'ın olağanüstü güzel çalışmalarına göz atmak için blogunu ziyaret etmeniz şiddetle tavsiye olunur :http://rwpike.blogspot.com/

26 Haziran 2011 Pazar

İnsanlığın dünyası daha az vahşet mi içeriyor?


Oğlum büyüdükçe soruları çoğalıyor.Onun büyümesi ile sorularının güçlüğü de artıyor.Hayvanların birbirini yemesi,ona normal geliyordu,besbelli ki son zamanlarda bunun trajik bir şey olduğunu fark etmiş."Neden hayvanlar birbirini yiyorlar?" diye soruyor.Aslında tam ifade edebilse sorusu şöyle olacak belki:"Neden hayvanlar birbirini yemek zorundalar?"Çocuk büyüdükçe ölümün de son derece trajik bir şey olduğunu seziyor çünkü.Bir hayvanın bir başka hayvanı yemek için öldürmek zorunda olduğunu kabul edebilse de,ölen bir yaratığın bir daha yaşama dönemeyeceğini sezgisel olarak kavramaya başladı.Bunları biliyorum,anlıyorum.Elimden geldiği kadar ona dürüst yanıtlar vermeye çalışıyorum,ama bu soruya cevap vermekte zorlanınca,yalan söyleyerek "kıvırıyorum"."Hayvanlar yaşamak için birbirlerini öldürmek zorunda olsa da,biz insanlar başka canlıları öldürmeyiz..Biz marketten alırız yiyeceklerimizi" diyorum:-))

Gün gelecek aslında ona kocaman bir yalan söylediğimi fark edecek.Çünkü herkes gibi o da bir gün,başka canlıları yok etmek konusunda insanlarla hiç bir yaratığın boy ölçüşemeyeceğini anlayacak.Dünyamızın ne büyük bir vahşet ve yok etme dürtüsü üzerine kurulduğunu fark etmemizi engelleyen şey,markette ya da pazarda,tüketim ürünlerinin son şekli ile karşılaşmamız.Örneğin sucuk ya da salam,şekli,kokusu ve ambalajı ile aslında hayvanın öldürülmesi sonucunda bu hale geldiği gerçeği ile yüzleşmemizi engelliyor.Onların hayvan ölüleri olduğunu bilsek de,pazardaki son şekilleri hayvanların çektiği acıyı göz ardı etmemizi sağlıyor.

Bir arkadaşım vardı, ismi Zafer.Ne yazık ki yıllar önce intihar edip yaşamına son verdi.Bir gün bize et yememe konusunda aldığı kararı açıklamıştı.Neden böyle bir karar aldığını sorduğumda,hayatımızın güçlünün zayıfı kendi çıkarlarına göre ezip yok etmesi mantığı üzerine kurulu olduğunu,et yemeyi reddederek bu yok etme zinciri dışına çıkmak istediğini söylemişti.O zamanlar bu mantık biraz ,abartılı gelmişti bana.Çünkü fikrimce evcil hayvanları besleyerek onların doğada mümkün olmayacak kadar sayılarının artmasını sağlıyorduk, falan.Aslında bu gün artık Zafer'in düşüncesinin haklı olduğunu itiraf etmek zor gelmiyor bana.Gerçekten de güçlünün zayıfı ezip yok etmesi mantığı üzerine kurulu bir dünya bu.Ama aslında kapitalizmin getirdiği bir şey bu.Çünkü modernlik öncesi toplumlar,örneğin kızılderililerin kültürüne göre her şey kutsal,her şey yaşama ve var olma hakkına sahipti.Kızılderili onları avlasa da,Kızılderili kültürü onların yaşama alanlarının baki kalmasına büyük önem veriyordu.Aslında kızılderililer değil sadece,dünyanın büyük küçük dinlerinin hepsi de,onlara bir kutsallık mertebesi vererek aşırı avlanma ve tüketilmelerinin önüne geçmeye çalışmıştı.Fakat kapitalizm,her şeyi metalaştırdı,karlılık dışında hiç bir şeyin var olma hakkını tanımak istemedi.Yalnızca hayvanların aşırı tüketilmeleri ve avlanmaları söz konusu değil artık.Kapitalizm,sonraya hiç bir şey bırakmayacak kertede yıkıp yok ediyor dünyayı..ve bizler pazarda onların ambalajlı en "şirin" hallerini görüyoruz.Onların ne büyük bir vahşet ve yıkımın "nihai ürünü" olduğunu göremiyoruz.Çünkü pazarda malın sahte bir değeri ile,yani fetişizmi ile karşılaşıyoruz.

Şimdiye kadar solcular kapitalizme karşı çıktılar.Bir takım özgürlük kaygıları ya da geleneksel değerleri nedeniyle sosyalizm fikrine karşı çıkmış olanlar da dahil,herkes, dünyamızı büyük bir yıkım ve felakete sürükleyen kapitalist değerleri reddetmek zorunda artık.Nasıl olur bilmiyorum,ama kapitalist pazar ekonomisi dışında yeni bir model,doğanın denge ve uyumu fikri üzerine kurulu kızılderililerin kültürüne benzer bir kültür ve değerler dünyası yaratmaya mecburuz artık...



Accra, Gana bir banliyösü...Yasa ve yasadışı yollardan gelen Batılı ve uzakdoğulu zengin ülkelerden gelen elektronik dijital atıklar burada işleniyor.Onların(Ganalıların) çevrelerinin nasıl kirletildiğini,sağlıklarının nasıl tehdit edildiğini;geleceklerinin nasıl ellerinden alındığını görmek için izleyiniz...Evet o dijital oyuncakların pazardaki cicili bicili hallerini görüyoruz.İşte bu videoda kimlerin nasıl bir bedel ödemekte oldukları gerçeği var.