29 Mart 2010 Pazartesi

İNSANAT BAHÇESİ

Doğuştan bir hayvansever olduğumuz  halde sonradan bu duyguyu yitiriyoruz.Hatta öyle yitiriyoruz ki, bizlerin , daha ince düşünebilme yetisi gibi ufak bir farkla onlardan ayrılan hayvanlar olduğumuz gerçeğini büsbütün  unutuyoruz.

 

Flamingolar

 

Geçenlerde Ankara’daydım.Zamanım kısıtlı olduğundan planladığım gibi eski dostları ziyaret edemedim.Ama yine de,iki buçuk yaşındaki oğlumu bahane ederek,çok çok eski bir dostumu ziyaret ettim.Çocukluğumdan beri doğaya olan merakıma karınca kararınca bir katkıda bulunmuş olan eski dostum hayvanat bahçesini…Sevdiğim hayvanların hepsi orada idi;hep orada, aynı kalan hayvanlar:Aslanlar,kaplanlar,yılan,timsah,deve,zürafa,kartal…Ama fil dostumuzu kaybetmişiz!...Filin öldüğünü,yerine yenisinin alınmadığını söylediler.En son 1997 yılında gördüğüm fil mi idi acaba ölen?Demir parmaklıklar önündeki otlarla vakit geçirmeye çalışırken ziyaretçilerin içeriye girmesiyle hortumunu bir “dilenci” gibi uzatarak yiyecek istemesi,isteği karşılıksız kalınca hortumu ile kurumuş otlara yönelmesi o zaman pek komik gelmişti bana…Bu dev hayvanı oğlumun da çok ilginç bulacağına emindim,ama ne yazık ki şanslı değildik…

   Hayvanat bahçesi,eski dostum,her yaştan meraklılara bir şeyler sunabilecvek kadar ilginçti.Ama ziyaretimizin kış soğuğuna denk gelmesi en eğlenceli şeyleri kaçırmamıza neden olmuştu.Maymunlar soğuk hava nedeniyle camlı kafeslere alınmışlardı.Camların yiyecek ikramını engellemesi nedeniyle maymunlar ziyaretçilere şaklabanlık yapmaya gönüllü değillerdi.İki tanesi karşılıklı oturmuş birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlardı.Bizim “sosyal münasebet” dediğimiz şeyin maymunlar dünyasındaki karşılığı.Bir tanesi de bir köşeye uzanmış,uyuşuk uyuşuk yatıyordu.Başka maymunlar da olmalıydı,her halde onlar içeride,ziyaretçilerin göremediği bir yerlerde uyuyorlardı.Oğlumun bu dünyanın en ilginç yaratıkalarının numaralarını bu denli küçük yaşta keşfetme şansını kaçırmasına gerçekten üzülmüştüm.

   Timsah,yılan gibi soğukkanlı hayvanlar tokken en sevdikleri şeyle meşguldüler!...Hareket etmeden ölü gibi durmak…Ablam timsahın ölü olduğu,bu nedenle kıpırdamadığı üzerine bahse girecekti  neredeyse!Akvaryum bölümünde adlarını aklımda tutamadığım devasa balıklar,gerçekten görkemli yaratıklardı.Her birinin  30-40 kilo ağırlığında olduklarını sandığım bu iri kıyım balıkları,kendi doğal ortamlarında,tropik sularda hayal etmeye çalıştım.Bir dalgıcın birdenbire karşısına çıkıverecek bu irilikte bir balığın asıl o anda benzersiz görünebileceğini düşündüm.

    Akvaryumdaki balıkları seyretmeyi pek seven oğlum bu denli çok sayıda ve türde balığı bir arada görünce sıkıldı,aklını firar edip kafasına göre gezip dolaşmaya taktı.Fakat kuş kafaslerinin olduğu bölümde papağangillerden altın renkli ve çok sevimli bir kuşun davranışları onu pek eğlendirdi.Kümeslerde değişik türdeki kuşlara bakarken ben de kendimi sıkılmış hissettim.Fakat yırtıcı kuşların kafeslerini gezerken iri bir yırtıcı kuş olan doğanın davranışları beni tuhaf bir ruh haline soktu.Bizi inceliyordu;bir objeye değişik açılardan bakarak anlamaya çalışan bir çizgi film kahramanı gibi…Bir sağdan bakıyordu bize,bir soldan!..Aslında davranışlarında  bir çeşit meydan okuma,kendi bölgesine yaklaşanları tehdit etme gibi bir amaç da olabilirdi.Fakat düş gücümü harekete geçirip beni tuhaf bir ruh haline sokan şey,onun bizleri incelediğini hayal etmemdi.Yoksa hayvanlar dışarıda asıl bizler kafeste miydik?Onlar gibi birilerinin esiri değil de özgür yaratıklarsak hayat neden çoğu zaman sıkıcı ve katlanılması gereken bir şeymiş gibi geliyordu bize?...

   Büyükbaş et yiyen hayvanların bölümünü gezerken “yak” adı verilen bir diğer adı Tibet sığırı olan (bulmaca meraklıları iyi bilirler bu hayvanı:))hayvanların bulunduğu alandan gelen kokunun çok tanıdık olduğunu söyledi  eşim.”Bana bu koku köyleri hatırlattı” dedi.Bildiğimiz gübre tezek kokusu…Ancak evcil olmayan hayvanların kafeslerinden gelen kokular çoğunlukla rahatsız ediciydi.Bu tür kokular o hayvanların ait olmadığımız dünyalarının sınırının işaretçisiydi belki de…Sahi onlar biz insanları nasıl algılıyorlardı acaba?İlginç buluyorlar mıydı?Kokularımız rahatsız ediyor muydu onları?...

Yemek yemeye giden su aygırı

   En rahatsız edici koku su aygırının bölmesinden gelendi.Tabir caizse leş gibi bir koku!..Belki de sürekli içinde bulunduğu havuzun suyunun aylardır(yıllardır?) değiştirilmemesi nedeniyle.Bu  kokuya rağmen ziyaretçiler onun kafesinin önünde daha uzun süre kalıyorlardı.Sanırım herkes benim gibi bu yaratığın sudan çıkıp o muhteşem gövdesini tüm açıklığı ile sergilemesini bekliyordu.Çıkmaya pek gönüllü değildi ama şans eseri bakıcı içeri yarım çuval elma boşaltıp gitti.Su aygırı bakıcının çıkıp gitmesini bekledikten sonra(bakıcıdan çekiniyor olmalıydı)ona göre çevik sayılabilecek hareketlerle suyun içinden çıkıp oburca bir iştahla elmaları midesine indirmeye başladı.Beklemeye değecek kadar  görkemli bir gövde!... Sanki sımsıkı şişirilmiş bir balon gibi yusyuvarlak…Minicik gözler,minicik kulaklar,minicik kuyruk…Kıçını sallayarak yürümesi hele,löp vücudunun bir o yana bir bu yana salınması, pek komik,pek eğlendirici idi.Oğlumun ağzında bir replik olmuştu:”Su aygııı eeema yediii!”Ben de bizimkilere ahkam kesip duruyordum:”Efendim su aygırı otçul olmasına rağmen çok tehlikeli köpek dişlerine sahiptir.25 cm uzunluğa kadar çıkabilen o dişlerle bir vuruşta bir timsahı bile ikiye bölebilir..”

    Yukarıdaki satırlarla evcil olmayan hayvanların kokularının insanla vahşi yaşamın arasındaki sınırlara işaret ettiğini düşündüğümü yazmıştım.Oysa çocukluk anılarımdan hayvanlarla ilgili çok sayıda anı kalmış olmasına rağmen kokularla ilgili bir şey hatırlamıyorum.O zamanlar işitme duyum şimdikinden daha güçlü olmasına rağmen bu kokuları önemsiz sayıp hayvanlara arama girmesine izin vermemiştim sanıyorum.Doğuştan bir hayvansever olduğumuz  halde sonradan bu duyguyu yitiriyoruz.Hatta öyle yitiriyoruz ki, bizlerin , daha ince düşünebilme yetisi gibi ufak bir farkla onlardan ayrılan hayvanlar olduğumuz gerçeğini büsbütün  unutuyoruz.

   Flamingolara bakarken oğlum “baba canavar nerde” diye sordu.Çizgi filmlerde gördüğü canavar denilen yaratıkların buralarda olabileceğini akıl etmişti.Aklıma aslanlar geldi “biraz sonra göreceğiz oğlum” dedim.Puma leopar gibi kedi irisi sayılabilecek yırtıcılar pek ilgisini çekmedi,ama aslan ve kaplanların  kafesine geldiğimizde merak ve şaşkınlığı arttı.”Bu ne baba?”Kaplanı soruyordu.Kaplan oğlum” dedim.”İşte canavar bu…”

  

Kafesindeki huzursuz kaplan

  Daha önce kim bilir kaç kez gördüğüm halde bir kez daha  iri cüsseleri ile şaşırtmıştı beni bu yaratıklar.O kadar irilerdi ki,bir insanı kısa sürede midelerine indirebileceklerini tahmin etmek için çok fazla hesap bilgisine gerek yoktu.Kafesinde yalnız olan kaplan bir sağa bir sola volta atarken,yandaki kafeste dişi aslan uyuyor,erkek aslansa yattığı yerden mıymıntı mıymıntı gelip geçene bakıyordu.Kaplanın neden bir dişisi ya da bir arkadaşı yoktu?Bildiğim kadarıyla bir kaplan,asya ormanlarında yalnız yaşayıp yalnız avlanan bir yırtıcıydı.Kaplanlar çiftleşme dönemleri dışında bir araya gelmiyorlardı.Bir kaplan belli bir avlanma bölgesini sahiplendiğinden karşı cinsten bile olsa bir başka kaplanın kendi bölgesine girmesine izin vermiyordu.Girerse bu,ölümle sonuçlanabilecek kanlı bir kavganın nedeni olabilirdi.İşte böyle bir yaratığı sırf merakımızı tatmin etmek için ufacık bir kafese yerleştirmiştik.Hatırlıyorum da her zaman kafesinde volta atarken ve hep yalnız görmüştüm kaplanı.Sürekli volta atmasının nedeni neydi kimbilir?Buraya değil kendi doğal ortamına ait olduğu dürtüsünden asla vazgeçmeyeceği için mi?Belki de içgüdüsel olarak kendi bölgesini(kafesini) kontrol etmeye çalışıyordu o davranışı ile.Nedeni ne olursa olsun çok mutsuz olduğu,çok sıkıldığı kesindi.

   Aslan da öyle.O uyuşuk haliyle ziyaretçilere o denli ilgisiz görünüyordu ki,türümüzün hiç de ilginç olmadığını çok çok önceden keşfetmiş gibiydi.Sakindi, çünkü dişisi ile yaşıyordu.O iri gövdesi,soylu bakışları ile kafeste de olsa bir “kral” olduğunu belli edecek kadar heybetliydi.Timur’ un zındana attırdığı Yıldırım Beyazıt gibi.

     Kaplan mutsuzdu,aslan da öyle.Acaba “ekmek elden su gölden” bir ortamda mutlu olanı,kendini evinde gibi hissedeni var mıydı?Kafeslerinin kapılarını açsak belki dışarıdaki dünyadan duydukları ürküntü nedeniyle geri dönmek isteyenler olabilirdi,ama bu onların hiç değilse bazılarının mutlu olabileceğini gösterir miydi?Ya kafesin bizden tarafı,insanat bahçesindeki bizler,mutlu ve özgür mü idik?Aslanın o enerjisi tükenmiş, mıymıntı haline baktıkça kendi sıkıntılarımı,yalnızlık ve bıkkınlık duygularımı hatırladım.Ormanlar kralının bu düşmüş haline ne kadar benzemiş olabileceğimi düşündüm.Ya oğlum?Çocuklar o tasasız,düş ve fantezi ile biçimlenmiş dünyalarında mutlu mu idiler?Oğlum sürekli firar edip kafasına göre gezip tozmanın mücadelesini veriyordu,bizlerse onu her seferinde enseleyen gardiyanlar gibiydik.Her ebeveyn çocuklarını eğitirken mutlaka”özgürlük ve güvenlik” kavramlarını düşünür,gözden geçirir ,çözümlemeye çalışır.Kendi sahip olamadığımız özgürlüğe çocuklarımızın sahip olmasını isteriz;ama diğer yandan onların güvenli yaşamayı öğrenmeleri için sınırlamak zorundayızdır.Ne yaparsak yapalım tümüyle başarılı olmamız(özgürlük ve güvenlik arasında mükemmel bir denge kurmamız)mümkün olmayan bir sınavdır bu.Çocuklar da büyüyüp ebeveyn olduklarında bu paradoksu çözmeye çalışacaklar.Ama,tam olmayacak işte…

     Hayvanları bu şekilde kapatmaya,doğal ortamlarından koparmaya hakkımız var mı?Eski “insan merkezli” dünya görüşüne göre tartışılması gereksiz bir soru idi bu.İnsan “dünyanın efendisi” idi.Kendi  amaçları için hayvanları kullanmak onun en tabii hakkıydı.Ancak bu zihniyet insanlığın bulunduğu bugünkü noktada hayli tartışma konusu.Militan bir hayvan hakları savunucusu sayılmam,ama hangi amaca hizmet ederse etsin,hayvanat bahçesini adil bulmuyorum.

    Belki de onlar,o  hayvanlar kapattılar bizleri.Belki de asıl onlar kafesin dışından bizleri izliyorlar.Hiç yabana atılır bir olasılık değil bu.Kendimizi kafesin dışındayız diye özgür sanıyoruz,oysa kafeste gibiyiz.Kafesteki kadar tutsak,kafesteki kadar mutsuz…

 

 

Oğlum Berk ve Ben

28 Mart 2010 Pazar

KAHRAMAN BAKKAL MEGA MARKETLER ZİNCİRİNE KARŞI

 

clip_image002

Resim:Hakan İpek (Taşrayı modernleştiren kapitalizm)

  Bir kaç yıldır yaşadığım bir karadeniz kıyı kasabası olan Akçakoca’da,o dediğim oyunlardaki süpermarketlere benzeyen irice bir bakkalı olan komşum,birkaç ay önce iflas etti.Varını yoğunu kaybetmiş olarak başka bir şehre yerleşti.Yalnız o değil,daha başka küçük bakkallar ve orta boy marketler de tehdit altındalar.Sürekli cepten yiyip,fındık bahçelerinin sağladığı ek gelir sayesinde ayakta durmaya çalışıyorlar.

Yazı başlığı bir zamanlar Ankara tiyatrolarında sahnelenmiş bir oyunla ilgili..Hatırlayanınız ya da izleyeniniz var mı bilmiyorum.Seksenli yılların başında ya da ortalarında,kesin bir tarih olarak hatırlamıyorum,ama tam adı”Kahraman Bakkal Süpermarkete  Karşı “ olan bu oyunun adı zihnimde yer etmiş.O zamanlar şimdiki gibi market zincirleri,market ağları yok,”gima” ve “yeni karamürsel mağazaları” sayılmazsa.Süpermarket dediğimiz şey,bakkalın büyüğü,içinde şarküteri ya da kozmetik reyonlarının da bulunduğu daha teferruatlı büyük bakkallar.Zengin semtlerinde ya da büyük şehirlerin işlek caddelerinde bulunuyorlar.İşte bu dönemde gösterilmiş bir oyun.Bir komedi,ama gelişen kapitalizmden duyulan kaygıları da,mesaj kaygısı içeren bir alt katman olarak dokusuna yerleştirmiş bir eserdi herhalde..İzlemedim,ama dediğim gibi sağda solda gördüğüm afişlerinden ismi aklıma çakılıp kalmış...

 

  Bir kaç yıldır yaşadığım bir karadeniz kıyı kasabası olan Akçakoca’da,o dediğim oyunlardaki süpermarketlere benzeyen irice bir bakkalı olan komşum,birkaç ay önce iflas etti.Varını yoğunu kaybetmiş olarak başka bir şehre yerleşti.Yalnız o değil,daha başka küçük bakkallar ve orta boy marketler de tehdit altındalar.Sürekli cepten yiyip,fındık bahçelerinin sağladığı ek gelir sayesinde ayakta durmaya çalışıyorlar.Komşumun bakkalının “BİM” mağazasının tam yanında yani bitişik olması,bu yazının konusuyla alakalı ironik bir tesadüf.Oysa eski komşumun bu durumdan şikayeti yoktu pek.Bim’in hemen yanıbaşında bir hareketlilik yaratarak bazı mallardaki satışlarının artmasına katkıda bulunduğunu söylüyordu,her ne kadar kendi ticari çöküşünde BİM benzeri marketler zincirinin Akçakoca’yı istila etmesinin payı olduğu gerçeğini çok iyi bilse de...

   Ekonomisi büyük ölçüde fındık tarımına dayanan Akçakoca,batı karadeniz kıyılarının orta boy bir kasabası.Turizmi görece gelişmiş,yıllar içinde sektörden aldığı pay büyümüş;ancak turizm geliri sınırlı bir katkı sağlıyor Akçakoca ekonomisine.Yazı kısa,iklimi kararsız,Karadenizde giderek artan kirlilik de olumsuz bir etken.Her ne kadar sanayi tesislerine rastlansa da,sanayii, ekonomisinin omurgasını oluşturacak büyüklükten fersah fersah uzak.kabaca özetlemeye çalıştığımız bu nedenlere bağlı olarak,Akçakocanın ekonomisi fındık piyasasına bağımlı olmuş.Başlangıçta fındık çiftçisini oy deposu olarak gören siyasi partiler,doğanın ve ekonomik yaşamın gereklerini gözardı ederek fındık alanlarının artmasını sağlamışlar.Giderek ormanlar bozulup fındık bahçelerine dönüştürülmüş.Şimdilerde artık fındık tarımının ülke ekonomisine bir yük olduğu siyasi iktidarların  dilinde pelesenk etmiş,ama oy hesaplarına bağlı olarak fındık piyasasına özellikle genel seçim dönemlerinde müdahale edip,seçim sonrası yine serbest piyasanın azgın pençesine itecekler köylüyü.Seçim dönemlerinde sahnelenen bu alicengiz oyununu hep yiyecek mi fındık emekçileri,yoksa geç kalmış osmanlı tokadını patlatacak mı suratına onların göreceğiz..

    O anlı şanlı serbest piyasa kapitalizmi,o liberallerin pek övdükleri piyasanın mükemmel düzenleyici görünmez eli ne yapıyor Akçakoca’da?Sürekli düşen fındık fiyatlarını daha da aşağıya çekip çiftçiye kan kusturmak dışında?Ne sanayii,ne de uzun vadeli turizme yönelik yatırımlar yapıyorlar,liberalizm destanının yüzünü karartırcasına.Onlar ne yapmaları gerekiyorsa onu yapıyorlar;kısa dönemde büyük vurgunlar yapıp bölgenin zaten kıt olan kaynaklarını başka yerlere transfer etmek gibi mesela.Ah o piyasanın mükemmel düzenleyici görünmez eli!...Bir gün o garibanın,bir gün başka bir garibanın ümüğünde!...

    Küçük ve orta ölçekli tarım işletmelesi ekonomisine dayalı kırsal bölgelerde yeraltı kaynakları ya da ticari yaşamın döngüsüne katalizör olabilecek avantajları yoksa o bölgeler için devletin aktif müdahalesi dışında pek şans yoktur.Buralarda sermaye birikimi çok düşük düzeyde kaldığından ekonominin büyümesi çok yavaştır.Marks’ın “eşitsiz gelişme”diye tarif ettiği olgudur bu.Kapitalizm buralara bereket getirmez,tersine o kıt kaynakları da talan edip ekonomik büyümeyi iyice sekteye uğratır.Bu talan ve yağma mekanizmasını en iyi işletenler de büyük market zincirleri ya da ağları.Ama Migroslar,Tansaşlar değil,Bimler,Şok Marketler,101’ler sokulmuş Akçakoca’nın içine.Bunları biliyoruz,müşterilere bakkalların sunamayacağı fiyat avantajları sunan marketler.Kar ve fayda maksimizasyonu bilimsel esaslara göre yapan,üreticinin elinden perakende müşteriye kadar olan bütün o üretim dağıtım ve pazarlama zincirini kontrol eden,bütün bu zincirin içindeki çok farklı faaliyetleri fiyat optimizasyonunun gerektirdiği ölçüde üstlenen,uzun vadeli kar ve maliyet hesapları yapan,kısacası küçük sermayeli ticaret erbabının rekabet etmesi mümkün olmayan firmalar.Bazı liberallere büyük keyif veren örnek firmalar onlar!..Tüketiciye ucuz ve kaliteli ürünler sunarak küçük esnaf ve tüccarların tüketiciyi sömürmesine son veren,tüketici dostu işletmelermiş onlar!...Prekapitalizm artığı bakkal,manav türü küçük işletmelerin köküne kibrit çalıp kar ve fayda maksimizasyonuna büyük katkılar yapacak,ülke ekonomisinin büyümesinde büyük pay sahibi olacaklarmış!...Bunları ben uydurmuyorum,o medya gazetelerinin ekonomi sayfalarına ara sıra göz atıyorsanız bile,onların başarı destanları üstüne methiyelere sık sık rastlamanız mümkündür...

     Ancak henüz araştırılması yapılmamış konulardan birisi,fiyat optimizasyonunun gıda sektöründe telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabilmesi ihtimalidir.Genelde medyaya ara sıra yansıyan gıda operasyonlarında içler acısı derecede pislik içinde yüzen gıda mamulleri imalathanelerine ya da eşek etini sığır eti diye pazarlayan ya da onlardan sucuk yapan firmalara rastlarız.Fakat taşrada perakende gıda pazarını ele geçiren BİM,Şok gibi “ucuzcu” market zincirlerinin gıda üretimi,ambalaj ve pazarlama ile ilgili mevzuatlara uyup uymadığı ile ilgili denetim yapılıp yapılmadığı medyanın semtine hiç uğramayan esrarengiz bir konudur.Bu konunun gündeme gelmemiş oluşu,bu firmaların sicillerinin iyi olduğuna kesin kanıt değildir.Bu durum olsa olsa büyük firmaların ayrıcalıklı oldukları ve gıda denetiminin yeterince şeffaf olmadığına delalet eder.

    Ancak gözden kaçması mümkün olmayan asıl önemli husus,bu firmaların uzun dönemde taşra ekonomisinin gelişimine verdikleri hasardadır.Akçakoca’da günümüze kadar egemenliğini sürdürmüş olan fındık tarımı politikaları nedeniyle ekonomi çökme noktasına gelmiştir.Devletin sanayi ve turizm alanına yatırımlarından iyice elini çekmesine neden olan  neo liberal politikalar yüzünden,çok küçük de olsa sermaye birikim sürecine katkı yapabilecek perakende gıda sektörü de büyük market zincirlerinin rekabeti yüzünden çökme noktasına sürüklenmektedir.Çünkü bu firmalar elde ettikleri karı taşrada değil,büyük ve gelişmiş metropollerde değerlendirmektedirler.

 

    Bu olumsuz tablo,kapitalizme reddiye çıkarmak adına,küçük esnafın ve küçük işletmelerin kutsanması biçiminde romantik bir anti kapitalizme bürünmemelidir.Meseleye yoksullar ve emeği ile geçinenler adına baktığımız zaman kırk katır mı kırk satır mı paradoksu ile karşılaşırız.Büyük işletmeler uzun vadede nasıl ki taşra ekonomisine büyük zararlar veriyorsa,küçük esnaf tacir işletmeleri de emekçilerin çıkarlarına  o denli aykırı sonuçlara yol açmaktadırlar.Bu küçük girişimciler,geleneksel yöntemlerle çalışmakta,işletme yönetiminin bilimsel esaslarından uzak kalmakta,yanında çalıştırdıkları kişileri düşük ücrete ve sosyal güvencesizliğe mahkum ederek sömürmekte,ciddi vergi geliri kayıplarına yol açmaktadırlar.Marks,bu paradoksal durumu devrimci proletarya iktidarını tehayyül ederek çözümlemişti.Sanayi öncesi romantik anti kapitalizmi ve salt üretimi ve teknolojik gelişimi tetiklediği için bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerine karşın kapitalist gelişmeyi destekleyen safdil modernizm arasında üçüncü yol olarak,kapitalizmi sosyalist devrim ile içerip aşacak bir devrimci tehayyül dünyası koymuştu insanlığın önüne.Her ne kadar kapitalizmin yarattığı doğa ve çevre tahribatı nedeniyle kapitalist üretim ve teknolojik gelişmeye Marks’ın zamanındaki kadar iyimserlikle bakmak mümkün görünmüyorsa da,bugün solun unutmaya yüz tuttuğu sosyalist devrim tehayyülünü ve kapitalist emperyalist sistemden kopuş perspektifini canlandırmadan bu meselelere sol çözüm önerileri üretmek ne yazık ki mümkün değildir.Romantik anti kapitalizme ve neo liberalizm  karşısında  üçüncü seçenek devrimci seçenek,emekçilerin sosyalist iktidarı seçeneğidir.

    Kahraman bakkalın mega marketler zincirine karşı zafer kazanması mümkün değildir.Ayrıca kahraman bakkalın gerici,tutucu ve akıldışı nitelikleri nedeniyle böyle bir savaştan kazançlı çıkması sol mücadele açısından hiç gerekli değildir.Ne var ki,asıl mücadele edilmesi gereken şey,neo liberalizmin alternatifsiz yol  diye insanlığın önüne koyduğu azgın kapitalizmdir.