29 Mart 2010 Pazartesi

İNSANAT BAHÇESİ

Doğuştan bir hayvansever olduğumuz  halde sonradan bu duyguyu yitiriyoruz.Hatta öyle yitiriyoruz ki, bizlerin , daha ince düşünebilme yetisi gibi ufak bir farkla onlardan ayrılan hayvanlar olduğumuz gerçeğini büsbütün  unutuyoruz.

 

Flamingolar

 

Geçenlerde Ankara’daydım.Zamanım kısıtlı olduğundan planladığım gibi eski dostları ziyaret edemedim.Ama yine de,iki buçuk yaşındaki oğlumu bahane ederek,çok çok eski bir dostumu ziyaret ettim.Çocukluğumdan beri doğaya olan merakıma karınca kararınca bir katkıda bulunmuş olan eski dostum hayvanat bahçesini…Sevdiğim hayvanların hepsi orada idi;hep orada, aynı kalan hayvanlar:Aslanlar,kaplanlar,yılan,timsah,deve,zürafa,kartal…Ama fil dostumuzu kaybetmişiz!...Filin öldüğünü,yerine yenisinin alınmadığını söylediler.En son 1997 yılında gördüğüm fil mi idi acaba ölen?Demir parmaklıklar önündeki otlarla vakit geçirmeye çalışırken ziyaretçilerin içeriye girmesiyle hortumunu bir “dilenci” gibi uzatarak yiyecek istemesi,isteği karşılıksız kalınca hortumu ile kurumuş otlara yönelmesi o zaman pek komik gelmişti bana…Bu dev hayvanı oğlumun da çok ilginç bulacağına emindim,ama ne yazık ki şanslı değildik…

   Hayvanat bahçesi,eski dostum,her yaştan meraklılara bir şeyler sunabilecvek kadar ilginçti.Ama ziyaretimizin kış soğuğuna denk gelmesi en eğlenceli şeyleri kaçırmamıza neden olmuştu.Maymunlar soğuk hava nedeniyle camlı kafeslere alınmışlardı.Camların yiyecek ikramını engellemesi nedeniyle maymunlar ziyaretçilere şaklabanlık yapmaya gönüllü değillerdi.İki tanesi karşılıklı oturmuş birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlardı.Bizim “sosyal münasebet” dediğimiz şeyin maymunlar dünyasındaki karşılığı.Bir tanesi de bir köşeye uzanmış,uyuşuk uyuşuk yatıyordu.Başka maymunlar da olmalıydı,her halde onlar içeride,ziyaretçilerin göremediği bir yerlerde uyuyorlardı.Oğlumun bu dünyanın en ilginç yaratıkalarının numaralarını bu denli küçük yaşta keşfetme şansını kaçırmasına gerçekten üzülmüştüm.

   Timsah,yılan gibi soğukkanlı hayvanlar tokken en sevdikleri şeyle meşguldüler!...Hareket etmeden ölü gibi durmak…Ablam timsahın ölü olduğu,bu nedenle kıpırdamadığı üzerine bahse girecekti  neredeyse!Akvaryum bölümünde adlarını aklımda tutamadığım devasa balıklar,gerçekten görkemli yaratıklardı.Her birinin  30-40 kilo ağırlığında olduklarını sandığım bu iri kıyım balıkları,kendi doğal ortamlarında,tropik sularda hayal etmeye çalıştım.Bir dalgıcın birdenbire karşısına çıkıverecek bu irilikte bir balığın asıl o anda benzersiz görünebileceğini düşündüm.

    Akvaryumdaki balıkları seyretmeyi pek seven oğlum bu denli çok sayıda ve türde balığı bir arada görünce sıkıldı,aklını firar edip kafasına göre gezip dolaşmaya taktı.Fakat kuş kafaslerinin olduğu bölümde papağangillerden altın renkli ve çok sevimli bir kuşun davranışları onu pek eğlendirdi.Kümeslerde değişik türdeki kuşlara bakarken ben de kendimi sıkılmış hissettim.Fakat yırtıcı kuşların kafeslerini gezerken iri bir yırtıcı kuş olan doğanın davranışları beni tuhaf bir ruh haline soktu.Bizi inceliyordu;bir objeye değişik açılardan bakarak anlamaya çalışan bir çizgi film kahramanı gibi…Bir sağdan bakıyordu bize,bir soldan!..Aslında davranışlarında  bir çeşit meydan okuma,kendi bölgesine yaklaşanları tehdit etme gibi bir amaç da olabilirdi.Fakat düş gücümü harekete geçirip beni tuhaf bir ruh haline sokan şey,onun bizleri incelediğini hayal etmemdi.Yoksa hayvanlar dışarıda asıl bizler kafeste miydik?Onlar gibi birilerinin esiri değil de özgür yaratıklarsak hayat neden çoğu zaman sıkıcı ve katlanılması gereken bir şeymiş gibi geliyordu bize?...

   Büyükbaş et yiyen hayvanların bölümünü gezerken “yak” adı verilen bir diğer adı Tibet sığırı olan (bulmaca meraklıları iyi bilirler bu hayvanı:))hayvanların bulunduğu alandan gelen kokunun çok tanıdık olduğunu söyledi  eşim.”Bana bu koku köyleri hatırlattı” dedi.Bildiğimiz gübre tezek kokusu…Ancak evcil olmayan hayvanların kafeslerinden gelen kokular çoğunlukla rahatsız ediciydi.Bu tür kokular o hayvanların ait olmadığımız dünyalarının sınırının işaretçisiydi belki de…Sahi onlar biz insanları nasıl algılıyorlardı acaba?İlginç buluyorlar mıydı?Kokularımız rahatsız ediyor muydu onları?...

Yemek yemeye giden su aygırı

   En rahatsız edici koku su aygırının bölmesinden gelendi.Tabir caizse leş gibi bir koku!..Belki de sürekli içinde bulunduğu havuzun suyunun aylardır(yıllardır?) değiştirilmemesi nedeniyle.Bu  kokuya rağmen ziyaretçiler onun kafesinin önünde daha uzun süre kalıyorlardı.Sanırım herkes benim gibi bu yaratığın sudan çıkıp o muhteşem gövdesini tüm açıklığı ile sergilemesini bekliyordu.Çıkmaya pek gönüllü değildi ama şans eseri bakıcı içeri yarım çuval elma boşaltıp gitti.Su aygırı bakıcının çıkıp gitmesini bekledikten sonra(bakıcıdan çekiniyor olmalıydı)ona göre çevik sayılabilecek hareketlerle suyun içinden çıkıp oburca bir iştahla elmaları midesine indirmeye başladı.Beklemeye değecek kadar  görkemli bir gövde!... Sanki sımsıkı şişirilmiş bir balon gibi yusyuvarlak…Minicik gözler,minicik kulaklar,minicik kuyruk…Kıçını sallayarak yürümesi hele,löp vücudunun bir o yana bir bu yana salınması, pek komik,pek eğlendirici idi.Oğlumun ağzında bir replik olmuştu:”Su aygııı eeema yediii!”Ben de bizimkilere ahkam kesip duruyordum:”Efendim su aygırı otçul olmasına rağmen çok tehlikeli köpek dişlerine sahiptir.25 cm uzunluğa kadar çıkabilen o dişlerle bir vuruşta bir timsahı bile ikiye bölebilir..”

    Yukarıdaki satırlarla evcil olmayan hayvanların kokularının insanla vahşi yaşamın arasındaki sınırlara işaret ettiğini düşündüğümü yazmıştım.Oysa çocukluk anılarımdan hayvanlarla ilgili çok sayıda anı kalmış olmasına rağmen kokularla ilgili bir şey hatırlamıyorum.O zamanlar işitme duyum şimdikinden daha güçlü olmasına rağmen bu kokuları önemsiz sayıp hayvanlara arama girmesine izin vermemiştim sanıyorum.Doğuştan bir hayvansever olduğumuz  halde sonradan bu duyguyu yitiriyoruz.Hatta öyle yitiriyoruz ki, bizlerin , daha ince düşünebilme yetisi gibi ufak bir farkla onlardan ayrılan hayvanlar olduğumuz gerçeğini büsbütün  unutuyoruz.

   Flamingolara bakarken oğlum “baba canavar nerde” diye sordu.Çizgi filmlerde gördüğü canavar denilen yaratıkların buralarda olabileceğini akıl etmişti.Aklıma aslanlar geldi “biraz sonra göreceğiz oğlum” dedim.Puma leopar gibi kedi irisi sayılabilecek yırtıcılar pek ilgisini çekmedi,ama aslan ve kaplanların  kafesine geldiğimizde merak ve şaşkınlığı arttı.”Bu ne baba?”Kaplanı soruyordu.Kaplan oğlum” dedim.”İşte canavar bu…”

  

Kafesindeki huzursuz kaplan

  Daha önce kim bilir kaç kez gördüğüm halde bir kez daha  iri cüsseleri ile şaşırtmıştı beni bu yaratıklar.O kadar irilerdi ki,bir insanı kısa sürede midelerine indirebileceklerini tahmin etmek için çok fazla hesap bilgisine gerek yoktu.Kafesinde yalnız olan kaplan bir sağa bir sola volta atarken,yandaki kafeste dişi aslan uyuyor,erkek aslansa yattığı yerden mıymıntı mıymıntı gelip geçene bakıyordu.Kaplanın neden bir dişisi ya da bir arkadaşı yoktu?Bildiğim kadarıyla bir kaplan,asya ormanlarında yalnız yaşayıp yalnız avlanan bir yırtıcıydı.Kaplanlar çiftleşme dönemleri dışında bir araya gelmiyorlardı.Bir kaplan belli bir avlanma bölgesini sahiplendiğinden karşı cinsten bile olsa bir başka kaplanın kendi bölgesine girmesine izin vermiyordu.Girerse bu,ölümle sonuçlanabilecek kanlı bir kavganın nedeni olabilirdi.İşte böyle bir yaratığı sırf merakımızı tatmin etmek için ufacık bir kafese yerleştirmiştik.Hatırlıyorum da her zaman kafesinde volta atarken ve hep yalnız görmüştüm kaplanı.Sürekli volta atmasının nedeni neydi kimbilir?Buraya değil kendi doğal ortamına ait olduğu dürtüsünden asla vazgeçmeyeceği için mi?Belki de içgüdüsel olarak kendi bölgesini(kafesini) kontrol etmeye çalışıyordu o davranışı ile.Nedeni ne olursa olsun çok mutsuz olduğu,çok sıkıldığı kesindi.

   Aslan da öyle.O uyuşuk haliyle ziyaretçilere o denli ilgisiz görünüyordu ki,türümüzün hiç de ilginç olmadığını çok çok önceden keşfetmiş gibiydi.Sakindi, çünkü dişisi ile yaşıyordu.O iri gövdesi,soylu bakışları ile kafeste de olsa bir “kral” olduğunu belli edecek kadar heybetliydi.Timur’ un zındana attırdığı Yıldırım Beyazıt gibi.

     Kaplan mutsuzdu,aslan da öyle.Acaba “ekmek elden su gölden” bir ortamda mutlu olanı,kendini evinde gibi hissedeni var mıydı?Kafeslerinin kapılarını açsak belki dışarıdaki dünyadan duydukları ürküntü nedeniyle geri dönmek isteyenler olabilirdi,ama bu onların hiç değilse bazılarının mutlu olabileceğini gösterir miydi?Ya kafesin bizden tarafı,insanat bahçesindeki bizler,mutlu ve özgür mü idik?Aslanın o enerjisi tükenmiş, mıymıntı haline baktıkça kendi sıkıntılarımı,yalnızlık ve bıkkınlık duygularımı hatırladım.Ormanlar kralının bu düşmüş haline ne kadar benzemiş olabileceğimi düşündüm.Ya oğlum?Çocuklar o tasasız,düş ve fantezi ile biçimlenmiş dünyalarında mutlu mu idiler?Oğlum sürekli firar edip kafasına göre gezip tozmanın mücadelesini veriyordu,bizlerse onu her seferinde enseleyen gardiyanlar gibiydik.Her ebeveyn çocuklarını eğitirken mutlaka”özgürlük ve güvenlik” kavramlarını düşünür,gözden geçirir ,çözümlemeye çalışır.Kendi sahip olamadığımız özgürlüğe çocuklarımızın sahip olmasını isteriz;ama diğer yandan onların güvenli yaşamayı öğrenmeleri için sınırlamak zorundayızdır.Ne yaparsak yapalım tümüyle başarılı olmamız(özgürlük ve güvenlik arasında mükemmel bir denge kurmamız)mümkün olmayan bir sınavdır bu.Çocuklar da büyüyüp ebeveyn olduklarında bu paradoksu çözmeye çalışacaklar.Ama,tam olmayacak işte…

     Hayvanları bu şekilde kapatmaya,doğal ortamlarından koparmaya hakkımız var mı?Eski “insan merkezli” dünya görüşüne göre tartışılması gereksiz bir soru idi bu.İnsan “dünyanın efendisi” idi.Kendi  amaçları için hayvanları kullanmak onun en tabii hakkıydı.Ancak bu zihniyet insanlığın bulunduğu bugünkü noktada hayli tartışma konusu.Militan bir hayvan hakları savunucusu sayılmam,ama hangi amaca hizmet ederse etsin,hayvanat bahçesini adil bulmuyorum.

    Belki de onlar,o  hayvanlar kapattılar bizleri.Belki de asıl onlar kafesin dışından bizleri izliyorlar.Hiç yabana atılır bir olasılık değil bu.Kendimizi kafesin dışındayız diye özgür sanıyoruz,oysa kafeste gibiyiz.Kafesteki kadar tutsak,kafesteki kadar mutsuz…

 

 

Oğlum Berk ve Ben

Hiç yorum yok: