31 Temmuz 2010 Cumartesi

Elimizden Alınıp Geri Verilen Hayat...


Tetiği çekmişti adam.Bunu yapmıştı!Vurduğu Adamın şaşkınlıktan donmuş hali,acı içinde kıvranışı ve kağıt rengine dönmüş yüzü,yaşamı boyunca aklından çıkmayacak kareler olarak nakşoldu hafızasına.Vurduğu adam bir çuval gibi yığılırken,Pişmanlıkla haykırmak istedi;ama dili ağzı dondu,kalakaldı...

Ölmemesini umut ediyordu.Kurşunun ölümcül bir yara açmamış olmasını diledi.Fakat Adam,yaralama nedeniyle yine de hapse girebileceğini,işinden gücünden olabileceğini,çok sevdiği karısını kaybedebileceğini,henüz konuşmaya başlamış minicik oğlunu belki uzun yıllar göremeyebileceğini biliyordu yaralamış da olsa...

Olabilecek en kötü şey olmuştu.Vurduğu adamı kontrol ettiler..Ölmüştü!Kurşun tam kalbine isabet etmişti.

Oysa öldürdüğü Adamı,sadece bir saat öncesine kadar tanıyordu.Kışkırtılmıştı,üzerine çok gelinmişti,vurulan adam düpedüz belasını arayan bir tipti...Fakat yine de bu kadarına hiç gerek yoktu."Hiç uğruna,hiç uğruna!" diye yankılıyordu bir ses zihninin koridorlarında.

Panik halinde uyandı.Bu bir rüyaydı sadece!Bir süre hızlı hızlı soluk alıp verdikten sonra,karısını uyandırmamaya özen göstererek,sessizce kalktı,gitti mutfağa.Işığı açtı.Dışarısı hala karanlıktı."Neyse ki rüyaymış!"Fakat bu düşünce rahatlatmaya yetmedi onu.O felaket duygusu bir süre daha onunla kalmaya kararlı şekilde hala üstüne çöküyor,çöküyordu...Adam saatin kaç olabileceğini tahmin etmek için elektrik ışığını söndürüp dışarı baktı.Hava henüz aydınlanıyordu.

Bir süre sonra o felaket duygusunun üstünden kalktığını ve kendinden uzaklaştığını hissetti.Sonra yükselen güneşin her şeyi aydınlığa boğması gibi,yaşama sevinci ile dolup taştı adam.Her şeyin yolunda olduğunu,yaşamın eskisi gibi devam ettiğini bilmek,o an için hiç bir şeye değişmeyeceği eşsiz bir duyguydu.

Uyumadan önceki perişan halini hatırladı Adam...Memnuniyetsizliğini,yaşamdan bezginliğini,boş yere ömür sürmüş olduğu duygusunu,adeta kıyamet yaklaşıyormuş gibi bir panik duygusunun kendini esir aldığını,kendini bir türlü yatıştıramadığını...Sonra rüyasını düşündü.Yatmadan önceki haliyle rüyası arasında bir bağlantı kurmaya çalıştı.Belki de rüyası,içinde fazla birikmiş olan stresi atmak için bilinçdışında planlanmış bir refleksti.Adam eskiden beri rüyaların böyle basit bir işlevi olduğuna inanırdı.

Fakat bu kez değil.Rüyanın nedeni sanki, onunla bütün evren arasındaki mistik bir iletişimdi.Sanki yaşamını değiştirmesi için kainatta varolan o gizemli güçler çağrı yapmışlardı ona.Sanki o güçler,bir an için yaşamını elinden almış,sonra da bir armağan gibi vermişlerdi gerisin geri ona.

Ölümden dönmüş bir insan ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktı öyleyse.Yaşamını değiştirecekti.Dargınlıklarını sona erdirecek,yeni planlar kurup yeni hedefler belirleyecek,yeni insanlar tanıyıp,yeni dostlar edinecek..Kısacası yeni bir insan olmak için uğraş verecekti...

29 Temmuz 2010 Perşembe

BOLU GÖLCÜK'TE HAFTA SONU


Epeydir merak ediyordum,Bolu Gölcük'ü.Ancak bir türlü fırsat olmamıştı.En sonunda gittik oğlum,eşim ve misafirlerimizle..Bolu'nun yüksekte,çam ormanları içinde kıvrıla kıvrıla giden daracık yollarla ulaşılan bir mesire yeri.İri kıyım çam ağaçlarının ayak ucunda bir deniz kızı gibi sereserpe uzanmış bir göl.İçinde en tembel gözün bile çabucak farkedeceği kımıl kımıl balıklar..Eşşsiz bir cennet köşesinden tesadüfen buralara düşmüşe benzeyen ibibik kuşları.Meşe,kestane gibi ağaçların ayak ucunda minik berrak derecikler oluşturmuş şırıl şırıl serin sular..Tarifi zor güzelliklerin şevkatli bir ana gibi başını daya diye uzatması göğsünü..Nazım Hikmet'in ilk defa avluya çıkardıklarında teninin güneş ışığı ile temas etmesiyle yaşadığı bahtiyarlığı çağrıştıran bir huzur duygusu..Görmek gerek:Gölcük tanımlanacak gibi değil!

Tam karşımızda kimbilir belki de orman işletmesine ait bir villa var(resimdeki pembe villa).Oranın zenginlerden birine ait olduğunu sanan misafirimiz,böyle bir yerde bir saat kalamayacağını söyleyince çok şaşırdım.Doğa,o yabanıl sessizlik,galiba huzur değil ürküntüye yol açmıştı onda..Resim çektirmek için o villanın önünü tercih etti yine de!Göldeki nilüferlerlerin arkada seçilebileceği şekilde bir kaç poz aldım.Sonra düşündüm,o evde yalnız ya da karımla ne kadar kalabileceğimi..Eşim de pek hazzetmiyordu böyle yerlerden.O kalabalıkları seviyordu,bana da bu tür yerler çekici geliyordu.Ya ben?Ne kadar kalabilirdim orada?Böyle bir ıssızlıkta yalnızlık bir hayli tekinsiz olacağından belki başlangıcı biraz ürküntü yaratırdı.Ama sonra.Gözün karanlığa giderek alışması gibi,doğanın o eşsiz müziği ile sarmaş dolaş oldukça,belki bir ninni gibi doyumsuzca dinlerdim etrafımı belki.Sonra dönerdim kendi içime,derinliklerimden hiç duymadığım seslerle etrafımdaki ağaçların ve kuşların sesleri arasında bir ahenk yakalamaya başlardım.Belki anlardım düpedüz doğanın bir parçası olduğum halde hoyratça koparılıp sisli puslu şehir cangılına itildiğimi..Belki doğa beni öyle bir basardı ki bağrına,aslında ruhumun ve gövdemin nereye ait olduğunu anlayabilirdim..

Ya sonra..Mutlaka dönmek isteyeceğime eminim hafta sonu piknikçilerinin akşam yaptıkları gibi.Doğaya ait varlıklar olmamız yetmiyor ki,doğa ile içiçe olmadıktan sonra.Toprağı ekip biçmedikten, hayvanları avlamadıktan,mantarlarını,şifalı otlarını,yabanıl meyvelerini toplamadıktan sonra..(Kızılderililer gibi)Böylesine doğa ile iç içe bir kültüre sahip olmadıktan sonra bu güzellikler salt yeşilliğe duyduğumuz romantik sevgi ile tutamayız ayakta..Tabiat ana ile ilişkimiz yeniden dolaysız biçimlere kavuşmadıkça bu güzelliklerin yıkılıp gitmesine engel olabilir miyiz?

28 Temmuz 2010 Çarşamba

UKALALIĞA ÖVGÜ!..


Ukalalık yapmaktan korkmayın!..Büyük,kocaman,iri laflar etmekten..Sofrada aslında başkalarına ayrılmış yere sanki size ayırmışlar gibi oturmaktan,şeytanın gör dediğini görmekten,büyük filozoflarla koğuş ya da asker arkadaşıymış gibi ahkam kesmekten...En doğrusunu kendiniz biliyormuş gibi görünmekten,tartışmalara son noktayı koymaktan,son sözün sizde kalması için inat etmekten...

sizi görgüsüzlükle suçlayacaklar,sofranın en kötü yerine sürecekler,farklı bir gezegenden gelmişsiniz gibi davranacaklar,tutarsızlıklarınızı,hatalarınızı hoyratça yüzünüze vuracaklar,eğitim durumunuzu,kültür düzeyinizi alay konusu yapacaklar;sizi sıkıştırıp nefes almanızı engelleyen kendiler değilmiş gibi, bir de psikolojik yardım dilemişsiniz gibi terapiye kalkacaklar...

İnat edin,ukalalığa devam edin..Siz devam ettikçe hem onlarda yılgınlık başlayıp pes edecekler;hem de siz deneye yanıla doğru,hesaplı ve tutarlı davranmayı öğreneceksiniz...

Fakat bütün bunların sonunda kazanacağınız en büyük şey para,ün ya da makam değil..Masaldaki o çocuk gibi "kral çıplak!" deme hakkınız olacak;Krallarda bile olmayan,kralların bile haset edip imrendikleri o şey...


ANALARIMIZI,BABALARIMIZI,ÇOCUKLARIMIZI AĞLATMAK İSTEYENLER ÇOK!...


Kürt sorununda, bizim gibi -aslında olmayan ama olması gereken- "türk-kürt kardeşliği" temelinde barış isteyenler değil;milliyetçiler kazandı...Hem kürt hem de türk milliyetçiliği..Ama aslında Türkiye kaybetti.Birkaç yıl içinde, birileri düğmeye bastığında kendilerine milliyetçi diyen sivil faşist faşist kitleler Türkiyenin her yerini savaş alanına çevirdiğinde,ard arda felaketler olduğunda..Göreceğiz Türkiye'nin ne kaybettiğini(umarım olmaz bunlar)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

"KÖRDÜĞÜM" ÜZERİNE



Rivayete göre Büyük İskender,Asya seferi sırasında uğradığı Frigyalıların başkenti Geordionda,bir tapınakta kızılcık dallarından bir düğümle bağlanmış bir araba görür.Bunun ne olduğunu sorunca,bu düğümü çözecek kişinin dünyayı fethedeceğini söylerler..İskender bir süre düşündükten sonra kılıcını çekip düğümü keser.
Frigyalı kahinler daha sonra İskender’in Asya seferi sırasında vakitsiz ölümünü, düğümü çözmeyip o şekilde kesmesine bağlamışlar.Oysa İskender’in o düğümün başında uğraşacak zamanı yoktu.Düğümü o şekilde ikiye ayırmasının nedeni de,fetihlerin bu tür oyunlarla değil,kılıç gücü ile yapılacağına inanması idi her halde…İskender’e rivayet edilen hikayelerden birinde de,kendisinin eğitimini üstlenen büyük filozof Aristoteles ile ,bir gün savaş alanında ölülerin arasında gezerken,İskender’in bir ölüyü göstererek “Aristo bu nedir?” diye sorması üzerine Aristoteles’in verdiği cevaptır:”Zafer ya da hiç!”

Kızılcık dalları ile kördüğüm olmuş araba,şehir kültürü dediğimiz şeyi çok iyi simgeleyen bir metafordur.Bir şehir kültürü yaratıp zenginleşen ve medenileşen şehirliler,kendilerini korumak için şehirlerini surla çevirip paralı asker beslemeye başlarlar..Bu surun içinde incelmiş bir kültür yaratırken giderek savaşçı ruhlarını yitirirler.Yarattıkları kültür,geordion düğümüne çok benzer:Hayali zaferlere adanmış oyunlar,kehanetler,çözülmesi çok zor bilmeceler…Geordion düğümü,bbir kentlinin arzu ve hayal dünyasını simgeler.Yaratılan bolluk içerisinde savaşkan arzular sönmüş,yayılmacı saldırgan istekler,bir çeşit oyunlara ikame olmuştur.

Bu tür oyunların en meşhuru satranç olmalıdır.Satranç bir savaş ve strateji oyunudur.Hem de o kadar mükemmel bir oyundur ki,iyi satranç oyuncusunun iyi bir komutanla aynı niteliklere sahip olduğuna,satranç hamleleri ile savaş hamlelerinin muazzam bir şekilde örtüştüğüne inandırır bizleri.Oysa gerçek hiç de öyle değildir.Belki stratejik düşünme,hesap,süpekülasyon,kritik gibi zihinsel yetiler savaş kazanmakta önemli rol oynarlar,ama muhteris olmadan savaş kazanmak mümkün değildir.Hem de öyle güçlü bir ihtiras olmalıdır ki,zafer uğruna göze alınamayacak hiçbirşey olmamalı,insanı sınırlayan değer ve kurallar bu uğurda önemsenmemelidir.Tıpkı Aristoteles’in İskender’e öğütlediği gibi:Zafer ya da hiç!...

Zaten büyük İskender bir satranç oyuncusu değil,zafer kazanmaya azmetmiş bir komutan olduğunu geordion düğümünü kılıcı ile ikiye ayırarak göstermiştir.Şayet o düğümü çözmek için günlerce sabırla ter dökmeyi göze alsaydı,bir an önce yola çıkmak isteyen kana,vahşete susamış askerlerinin gözünden düşecekti.İskender türlü kurnazlık ve hileler kullanarak,kendisininkinden kat kat güçlü görünen orduları alt etmiştir,bu doğru…Ancak asıl zaferleri getiren şey,ona askerlerinin gözünde sonsuz değerini kazandıran gözüpekliği olmuştur.İskender arkada şah vezir gibi ağır taşlar gibi değil,bir piyon gibi ordusunun en önünde savaşmış,daha savaşın başında büyük cesaretinin yanı sıra gözü dönmüş hırsını ve akıllara zarar acımasızlığını ilan etmiştir.

Tam bu noktada Shakespeare’in İskender kadar ünlü kahramanı Hamlet’i hatırlamadan geçmek olmaz!..Babasının gerçek katilini bildiği halde intikamını alacak “hamleyi” bir türlü yapamayan Hamlet,sevdiği kadın Opelia’nın defninden önce mezar kazıcılarının yanına gelip kazılan yerden çıkan kuru kafalardan birini eline alıp,hayatın anlamsızlığını ilan ettiği ünlü tiradlarından birini okur.Yanındaki arkadaşı Horatio’ya “İskender şimdi şarap şişesinde bir mantar mıdır acaba?” diye sorar.Hamlet’e göre zamanında dillere destan zaferlerini kazanmış olan onun gibi bir komutan,öldükten sonra çürümüş,belki de süngersileşmiş kemiklerinden mantar imal edilmiştir!..Aslında Hamlet,hayatı anlamsızlaştırarak İskender gibi bir komutan olmayı başaramayışını itiraf etmektedir.İyi bir satranç oyuncusunun bütün zihinsel yetilerine sahip olduğu halde,bir kralı büyük bir komutan yapacak hırstan,cesaretten,ihtirastan yoksundur o..Zaten genç Fortimbras’ın o büyük şevkine,arzusuna tanık olunca,krallığa kendisinin değil o genç komutanın layık olduğunu itiraf edecektir.

Savaş ve strateji oyunu satrancın anavatanının Hindistan olması bir tesadüf müdür?Tarih boyunca en fazla işgale uğrayan kara parçası olan bu büyük,kalabalık ve verimli ülkenin,iklimi nedeni ile bu denli kolayca işgale uğradığını ve fethedildiğini yazar lise tarih kitapları.İkliminin işgalcileri yumuşattığı,onlardaki savaşkan ruhu çekip aldığı söylenir.Hintliler yitirdikleri savaşkanlığı telafi etmek için mi icad etmişlerdir satrancı?..Savaş kazanmak için asıl gerekli olan şeyin büyük bir hırs,doyurulamaz bir açlık ve ihtiras,vahşetin uygarlık değerleri üzerinde egemenlik kurması olduğunu inkar etmek için mi satrancı geliştirmişlerdir?Ya Frigyalıların Geordion düğümü hırs ve ihtirası söndürmeyi mi amaçlamıştır?

Şehir kültürünün insanı savaşkan doğasından uzaklaştırdığını söylemek aslında o denli kolay değildir.Çünkü şehirler,insanların en önemli varoluş mücadelesi verdikleri,kimlik yaratmak için savaştıkları bir mekandır.Ancak hiçbir kural ve değer tanımayan saldırganlık,şehir kültürü ile zıttır.Çünkü şehirlerdeki uzmanlaşma ve ihtisaslaşma,savaş kazanmayı sağlayan o sınır tanımaz saldırganlığın da çözülmesine neden olur.Askerlik bir meslek haline gelir,kurumsallaşır ve özerkleşir.Şehrin askeri güçlerinin temel amacı saldırganlık değil savunma,şehirde yaratılan kültürü istilalara karşı korumadır.Savaşkan hırs,ölçü tanımaz ihtiras,savunma kipine geçtiği zaman,istilacılar karşısında başarısızlık riskini de beraberinde getirir.Bu nedenle şehirler,dik tepe gibi korunaklı yerlere inşa edilip etrafı surlarla çevrilir.Askerlerin savaşa hazır tutulabilmesi için talim,terbiye ve mesleki disiplin,askerlik mesleğinin rutinleri haline gelir.Ama zaman zaman efsanevi dirençler gösterseler de,istilacılar karşısında başarısız olup dağılır şehirliler.Şehirleri zapteden istilacıların ilk anda yağma,talan ve vahşete giriştikleri ilk anda heykel,tapınak gibi şehrin kültürel değerlerine saldırmaları,istilacılarla ruhlarındaki uyuşmazlığın açık kanıtıdır.

Dünyanın gelmiş geçmiş en muazzam bilim ve kültür birikimini muhafaza eden İskenderiye kütüphanesinin Hristiyanlarca yok edilmesinin asıl nedenini,yeni bir kültürün eskisi üzerine egemenlik kurmak olarak açıklamak,yetersiz bir açıklamadır.Asıl neden,istilacı taşranın şehir kültürüne karşı katışıksız yakıp yok etme isteğidir.Henüz bir kültür hareketi haline dönüşüp kurumlaşamamış hristiyanlığın yerleşiklerin muazzam kültürel birikimine karşı besledikleri aşırı kıskançlıktır.
Zamanla zenginleşen şehirler,merkezileşmiş bir zenginlik ve medeniyet alanı haline gelmiş,taşra için iştah kabartıp adeta cinsel duyguları dürtükleyen birer çekim alanı olmuşlardır.Şehrin buna karşı aldığı önlemse paralı ve uzmanlaşmış asker yetiştirmek,şehrin etrafını kalın surlarla çevirmek,şehre giriş çıkışları kontrol altında tutmaktır.Ancak sürekli istilacı eğilimleri tetiklemesi,arzunun ve cazibenin merkezi halini almasının bedeli ağır olmuştur.Barbar saldırganlığına karşı savunmayı iyi yapsalar da uzun süren kuşatmalara dayanamayıp çözülmüşlerdir.

Şehir kültürü ve kentsel uygarlık,barbar saldırganlığına karşı tutunamayıp çözüldü hep.Fakat bugünkü modernleşme dediğimiz şey olmasaydı,bütün bir insanlık tarihi,yıkılmış uygarlıklar mezarlığı görünümünde olacaktı.Her nasılsa modern zamanlarda saldırganlık tersine dönüp taşraya yöneldi.Bunun nedeni kapitalizmin ,sonsuz bir nefes alıp vermesini sağlayan akciğerlere sahip olağanüstü bir koşucu gibi bitmez tükenmez bir potansiyele sahip teknolojinin önünü açmasıydı.Kapitalist uygarlık ilerledikçe şehrin kapıları muazzam ucuz işgücü potyansiyeli olan taşraya kapılarını aralayıp bir daha da kapatmadı.En uzak en ücre yerler bile kapitalist emtia orduları ile zaptedildi.Şehirlerin modern zamanlarda kazandığı bu üstünlükle bir daha asla boy ölçüşemeyecek gibi görünüyordu taşra..

Ancak durum giderek yine eski klasik şekline dönmeye başladı.Taşralı bir proleter yedek sanayi ordusu olarak kentleri işgal ettikçe,taşradaki o barbar saldırganlık potansiyeli şehirlere taşındı.Marks ve onun takipçileri,proletaryanın o ezilmişlik konumunun muazzam bir ilerici güç potansiyeli taşıdığına,bu potansiyelin uygarlık kültürel birikimi ve değerleri ile sentezlendiğinde,insanlığın topyekün ilerlemesinin mümkün olabileceğinine inanıyorlardı.Gelgelelim kapitalist toplum ilşkileri içinde bu muazzam ilerici gücü harekete geçirip tam anlamıyla etkin kılmak bir türlü mümkün olmadı… Marks’ın düşündüğü belki en rafine kent kültürünün kırsalı zaptetmesi idi.Ama insanlığın geldiği bu noktada taşranın kent alanlarını zaptetmesi sözkonusu…Vandalizm ve barbarlık,kimi yerde milliyetçilik,kimi yerde etnik ayrımcılık,kimi zaman cinsiyetçilik olarak uygarlık değerlerini yağma ve talan ediyor..Jakoben bir zorbalık,burjuva bir dayatma olmaksızın,kent kültürü kendini nasıl savunur barbarlığa karşı?..Uygarlığımızın cevaplaması gereken en önemli sorulardan biri bu…

AYLAKLIĞA ÖVGÜ!...



Yıllık iznimi kullanmak için bazı planlarım vardı,ama o planlar bir şekilde yatınca,ben de "yattım!"Aylaklık ediyorum bol,bol...hiç birşey yapmadan,daha doğrusu webi saymazsak insanların içine pek çıkmadan geçiriyorum "tatilimi"..İnsanların dünyasına küsüp dağların kuytuluklarına,mağaraların gizliliğine sığınmış bir münzevi gibi...Bazen kendimi bu denli tembelliğe vurduğum için kızıyorum,ama kimbilir belki de şu an için ihtiyacım olan asıl şey budur..
Bazı insanlar, insanlarla etle tırnak gibi içiçe yaşamanın düşünü kurup dursalar da,münzevi yaradılışlıdır onlar,benim gibi..Onları, kuytu bir köşede belli belirsiz fısıldayan evrenin uğultusu kendine çeker..Kitap okuyanı,çok derin sorunlarla ilgileneni çoktur,ama çoğunlukla tembellik ruhlarına baskın gelip sindirir onları...Varolmak için sürekli yeni şeyler öğrenmek,üretmek,kabuk değiştiren bir yengeç gibi kendilerini yenilemek hoş gelse de kulaklarına,binlerce yıl ömür süreceklermiş gibi bir tembelliğe vurmak daha çekicidir onlar için...
Neden öyle olmasın ki?Yaşam bir takım zorunluluklar dayatıyor,toplum her insana beraber yaşamanın bedeli bir şekilde ödetiyor,görev ve sorumluluklara göre bir yaşama çizgisi tutturmak insan hayatını boydan boya kaplarken,ne zaman kendisi için varolmak adına bir şeyler yapmaya kalksa kişi,hayat sanki söz birliği etmiş gibi dönüvermiyor mu sırtını?..Tembellik aslında kendisi için varolduğu bir hayatı sürememenin itirafıdır.Kendisine ait olmadığını düşündüğü bir zamanı,ekonominin bütün gereklerine inat bir şekilde ziyan ederek, bir şekilde intikam alır tembel insan...Hayatın sürekli plan yaparak maksimize edilebileceği gerçeğine meydan okumak,kısıtlı ve baskı altında tutulan bir hayata kafa tutmaktır...
Daha da şu andaki aylaklığımı mazur ve meşru göstermek için daha çok edebiyat ve felsefe parçalayabilirdim..Ama..uykum geldi...İyi geceler..pardon,iyi öğle sonralar...................
.................

YENİ BİR HAYAT MÜMKÜN MÜ?



Unutamadığınız,defalarca izlediğiniz halde yeniden izlemek isteyeceğiniz filmler mutlaka vardır.Benim de bu tür favori filmlerimden biri "Yeni Hayat / Cast Away.Çağdaş bir "Robenson Crouse" hikayesi anlatılır filmde.Tom Hanks'ın canlandırdığı esas oğlan Chuck Noland,büyük bir Amerikan şirketinde çalışan,dünyanın her yerine sürekli iş uçuşları yapan,iş ve özel yaşamını santimi santimine planlayan,bilgisayar başından ayrılmayan bir "yankee".Bu adam birgün bir uçak kazasından,sanki sağ kalmasını isteyen ilahi gücün bahşettiği büyük şans sayesinde sağ salim kurtuluyor,ama düştüğü yer Fiji yakınlarında uygarlık namına hiç birşeyin olmadığı,insansız bir ıssız ada...Heyecanlı bir robenson hikayesi izleyeceğimizi sanırken,adamımızın tarifi zor trajedisine tanık oluyoruz film boyunca.Öyle bir hüzün kaplıyor ki insanın ruhunu,film bittikten sonra da bu hüznün etkisi, bir hayalet gibi geliyor...Bir ıssız adada yaşamanın ne denli çetin,ne denli ürkütücü olabileceği fikri üzerine inşa ediyor film hikayesini...Robenson'un kahramanca ıssız ada serüveninin imkansız bir fantezi olduğunu çabucak kavramanızı sağlıyor film.Bu noktadan sonra ıssız ada,bugünkü tüketim kültürü ile sürekli örtbas edilmeye çalışılan modern insanın bütün zavallı yönlerinin bir aynası olup çıkıyor.Öyle ki,filmin başlarında o züppe hali nedeniyle özdeşim kurmakta zorlanacağınız esas oğlan ile kendi öykünüz anlatılıyormuş gibi bir özdeşim kuruyorsunuz...
Sığındığı mağaranın korkunçluğu ve tekinsizliği,değme gerilim filmlerinde eşine rastlanabilecek bir gerilim atmosferine sokuyor sizi...Bir hindistan cevizini delip içindeki sütün içilmesinin doğa şartlarında ne denli zor olduğu,sizin yaşadığınız büyük bir zorluk oluveriyor.Wilson adını verdiği futbol topu ile kurduğu "dosluk", tüketim kültüründe insan eşya ilişkisinin trajikomik bir simgesine dönüşüveriyor...Kahramanın en büyük zaferi,günlerce ağaçları birbirine sürterek ateş yakmayı başarması bile bir sonraki sahnede acınası birşey olup çıkıyor: Ateş yakmaya muvaffak olmasını zafer çığlıkları ile kutluyor,ama bir sonraki sahnede bakıyorsunuz,aradan yıllar geçmiş,upuzun saçları ve sakalları ile tam bir münzeviye dönüşmüş,denizde tuttuğu küçük balıkları çiğ çiğ yiyor..İnsanlık tarihinin dönüm noktası ateş,o kutsal varlık da fazlaca işine yaramamaktadır orada!...
Oysa (Daniel Defoe'nun yarattığı)Robenson,kendi ıssız adasında adeta uygarlık tarihini yeniden kuruyordu .Fakat Daniel Defoe'nun' derdi de aslında bir ıssız ada fantezisi anlatmaktan farklıydı.İncildeki Yunus Peygamberin öyküsünü uyarlamıştı Robenson Crouse'de..Muhterisliği yüzünden Tanrı tarafından cezalandırılıp,çalışmanın ve şükretmenin erdemleri sayesinde Tanrı tarafından affedildiği Yunus Peygamberin hikayesini...Bunu yaparken,çalışmanın en büyük erdem sayıldığı prüten ahlak yüceltiliyor ve bu ahlak, doğa üzerinde insanın kazandığı bir zafere dönüştürülüyordu.Ya "Cast Away" da anlatılan Chuck'un hikayesi?..Orada anlatılan da aslında düpedüz Robenson'un hikayesidir,ya da Robenson'u günümüz dünyasında anlatmaktır .Yarattığımız sözde uygarlıkta tüketim nesneleri ile gizlenmeye çalışılan Robenson'un(modernm insanın) günümüzdeki o zavallı,paramparça olmuş,yalnızlığa,kırılganlığa ve bir çeşit münzeviliğe itilmiş içler acısı hikayesi...Onun düştüğü durum, aslında bizim düştüğümüz sefil durumdur..Yalanlar ve safsatalardan oluşmuş sis tabakasının aralanıp içindeki trajik gerçeğimizin gösterildiği bir hikaye "Yeni Hayat".Bu denli güçlü ve etkileyici olmasının nedeni bunlar,yanılmıyorsam...

indirme linkleri :
http://rapidshare.com/files/14025646..._HiT.part8.rar

http://rapidshare.com/files/14025646..._HiT.part7.rar

http://rapidshare.com/files/14025632..._HiT.part6.rar

http://rapidshare.com/files/14025607..._HiT.part5.rar

http://rapidshare.com/files/14025576..._HiT.part4.rar

http://rapidshare.com/files/14025524..._HiT.part3.rar

http://rapidshare.com/files/14025510..._HiT.part2.rar

http://rapidshare.com/files/14025506..._HiT.part1.rar