5 Aralık 2020 Cumartesi

POLİSİN VİCDANI VİCDANIN POLİSİ



Vicdan kavramı


Emniyet Genel  Müdürlüğü binasında kolayca göze çarpan bir yazı vardı. Hala duruyor mu bilmiyorum.


"Herkesin polisi kendi vicdanıdır.

Polis vicdanı olmayanların karşısındadır.."



Polis,  vicdan kavramından hareketle kendine vicdanın sözcüsü ve koruyucusu misyon biçmiş.Gerçekten etkileyici! 


Vicdan nedir?Vikipedia'ya göre vicdan, kişinin kendi niyeti veya davranışları hakkında kendi ahlaki değerlerini temel alarak yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik özelliğidir.

Genel olarak kimi zaman merhamet duygusu, kimi yerde ahlaki ölçüt, kimi yerde adalet isteği anlamında kullanılabilir.

Wikipedia'nın tanımından da anlaşılacağı gibi vicdan  kişinin iç dünyasına ait, kişiden koparılması pek mümkün olmayan bir kavramdır.

Vicdan, kişiye kendisini sınırlamasını, bir talepten vazgeçmesini, bir şeyi hak olarak görmemesini buyuran içsel bir emirdir. Her ne kadar dışsal gerçekliği hedeflese de, kişinin iç dünyasını sınırlayan, kişiyi eylemden alıkoyan olumsuz bir ilke yani.

Merhamet duygusundan türeyip anlık arzulara göre davranma isteğini engel olan, başkalarının hak ve hukuklarına duyulan saygı ile temellenen bir kavram. Ancak vicdani davranış her zaman bir şeyi yapmama gibi olumsuz bir ilke sayılmamalıdır. Yardıma muhtaç bir insana ya da bir hayvana yardım eli uzatmak söz konusu olduğunda aklımıza ilk gelen vicdan kavramıdır. .Güçlünün değil haklının yanında yer alma duygusu biçiminde tezahür edebilir. 


Ancak emniyet teşkilatı, bu türden aktif boyut içeren vicdan kavramı ile ilgilenmiyor.Bir şey yapma değil yapmama edimidir polisin ilgilendiği vicdan. Emniyet'in sloganındaki vicdan bir polise benzetilmiş, vicdan duygusu ile özdenetim arasındaki ilişki ön plana çıkarılmıştır.  Buna göre 'vicdansız' olarak tanımlanan şahıs merhamet duygusu ile kendini frenlemeyen, anlık arzularına göre hareket eden, kişisel çıkarları dışında bir şeyi önemsemeyen şahıstır.Kanunun yasakladığı ve suç saydığı bir edimi vicdan duygusunun da kabul etmeyeceği varsayılmıştır. 

Peki yasalar ahlaki ölçütlere tam uymuyorsa, adaleti sağlamakta yetersiz kalıyorsa, eşitlik ilkesine aykırı ise ne olacaktır?

Bu durumda kişisel bir ilke olan vicdan ile yasaların uyumlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Yasalar kısmi ve haksız çıkarları, adil sayılamayacak imtiyazları kolluyor sa,bunlara karşı çıkmak da pekala vicdan duygusunun bir gereği olacaktır.Yine de  yasalara uymakla vicdanlı olmanın çelişmeyeceği iddia edilebilir. Çünkü demokratik olduğu iddia edilen bir siyasal düzende yasaların değiştirilmesi imkanı kapatılmış değildir. Genel oy hakkından daha sınırlı meşru mücadele yollarına kadar yurttaşlar çeşitli yollarla beğenmedikleri yasaların değiştirilmesi sürecine katılabilirler. Bunlar değiştirilene kadar beğenmedikleri yasalara saygılı olmaları, onlara uymaları beklenir.

 Fakat yasaların değiştirilmesinin çok uzun zaman aldığı da  bir gerçektir. Üstelik temel insan hakları, yüzlerce yıllık sürelerde ancak toplumun geneli tarafından kabul edilmiştir. Köleliğin kaldırılması, kadınların oy hakkına kavuşmasının ne kadar uzun sürdüğü ne çetin mücadelelerin, ne büyük acıların mahsulü olduğunu bir göz önünde bulunduralım. Bu durumda yasalara uymak ile vicdan ilkesine göre hareket etmek birbirine zıt bir durumu temsil edebilir. Böyle yasaların vicdan ve adalet ilkelerine uymadığı bir durumda bireyler yasalara vicdanları gereği değil, korktukları için uyduklarını söylemek daha doğru olacaktır. . Hatta yasalara uyuyormuş gibi görünüp onları fırsat bulduklarında ihlal etmelerinin vicdana uygun olduğunu iddia etmek pek tutarsız sayılmayacaktır. 


Kişinin kendi kendinin  polisi olması


Emniyetin sözünü ettiği 'vicdan polisi' kişinin zorla içine sızmış bir devlet gücü, otoritenin saldığı mütemadi bir korku değilse nedir? 

Kişinin kendi kendisinin polisi olması sürecinin  genellikle eğitimsel/pedagojik bir süreç olduğu yakın zamana kadar genel kabul görmüş bir fikirdi . Fransız düşünürü Faucault,  bunun ahlaki ve pedagojik bir süreç olarak değil, modern iktidarın denetim teknolojisi olarak yorumladığı görüşleri ile bu  genel kabul tartışmalı hale geldi.

Hapishanelerin Doğuşu adlı yapıtında  mahkumların görmediği, ama gözetlendiğini bildiği, dairesel bir hapishane metaforu ile anlatmıştır bunu. Mahkum günün her anında hapishane otoritesinin kendisini gözetleme ihtimali olduğunu bilir. Bu sürekli bir gözetlenme

kaygısına neden olur. Bu kaygının aşırı baskısı ile başetmek isteyen mahkum, kendi kendini otoritenin buyruklarına göre denetlemeye başlar. Giderek hapishane otoritesini içselleştirir, onu kendinin bir parçası haline getirir. Artık kendi kendinin polisi olmuştur.


Fakat insanın gözetlenme kaygısı ile başa çıkması için bu kadarı yeterli değildir. Çünkü bu baskı kendine dışsal bir nesne bulmadıkça bireyi ufalayıp yok eden, mütemadiyen zehirleyen ölümcül bir hal alabilir.Kişi üzerine çullanan bu gücü büküp dışşallaştırmak, dış bir objeye nişanlamak zorundadır. Bunun en aşırı biçimini paranoya hastalığında gözlemleyebiliriz. Paranoyak kendisini takip ettiğine inandığı düşmanlarına karşı planlar yapar, onları gafil avlamaya çalışır.

Kendini tanrı, peygamber ya da azametli bir kral olarak algılayan paranoya hastası, içindeki gözetleyen otoriteyi fantastik bir benlik algılamasına dönüştürür. Gücü otoriteden son damlasına kadar çalmış, o gücü kendine ait kılmıştır.

Gözetleyenin mutlak üstünlüğünü büküp kendi dışında bir nesneye nişanlayan normal dediğimiz insan , bu süreci bir paranoya hastası gibi fantastik boyutlarda yaşamaz. Paranoyak gibi kendi benliği ile otoritenin buyruğunu birbirine karıştırmak yerine  gözetleyici otoriteyi taklit ederek hem ona uyum sağlar, hem de o dış gücü kendinin bir parçası haline getirir.

 Anlık arzularını otoritenin isteklerine göre düzenleyen kişi her zaman bir mahkum olmak zorunda değildir. Gözetenme ilkesi sadece mahkumlar için değil, gözetleyicinin kendisi için de geçerlidir. O da başka bir göz tarafından gözetlenmekte, bu gözetleyicinin isteklerine göre kendi benliğini organize etmektedir. Gözetlenme metaforu, modern zamanlarda iyice anonimleşmiş, gözle görülmeyen ama varlığından kuşku duyulmayan anonim bir ilke halini almıştır. 


Rıza üretimi ve Türkiye


Modern devlet otoritesi meşruiyetini vicdan gibi soyut, tartışmalı bir kavramdan almaz. 

Onun gücünün özü daha somut, daha algılanabilir bir şeydir. O da rıza üretebilme kapasitesidir.Rıza üretimi, toplumdaki çoğunluğun iktidarı meşru saymasına bağlıdır. Bu rıza üretimi kişilerin kendisini gözetlenen konumu ile birlikte gözetleyen konumuna yerleştirmesi ve iktidarın bir parçası saymasını gerektirir.

Günümüz Türkiye'si sistemin devamlılığı için yeterince rıza üretebiliyor mu? Yoksa polisiye tedbirlerin teyakkuzda  bulunduğu adı konulmamış bir polis devleti usulleriyle güç bela ayakta mı tutulmaya çalışılıyor?

Türkiye gezi olayları adı verilen çok çalkantılı bir süreç yaşadı. Toplumun tabanında meydana gelen olağanüstü yaygınlıkta hareketlilik çok sert polisiye yöntemlerle bastırıldı..Gezi olayları iktidarın toplumun  rızasına  dayandığı savını son derece kuşkulu hale getiren  toplumsal tepkiler silsilesiydi.Kısa bir zaman sonra devletin katmanlarında yeni bir kargaşa patlak verdi. Gülen Cemaati adı verilen toplulukla hükümet arasında bir kavga patlak vermişti. Devletin her kademesinde kadrolaşmış olan cemaatçiler bu güçlerine güvenerek Erdoğan hükümetini tasfiye etmeye çalışırken, hükümet de  Gülencileri devlet kadrolarından tamamen tasfiye edip ekonomik olarak da çok güçlü bir birikimi olan cemaatin bütün kaynaklarını kurutma harekatına girişmişti. Bu savaşı en azından şimdilik kimin kazandığını biliyoruz. Gezi benzeri bir başka sarsıntı Kobani olayları diye bilinen kürt kökenli vatandaşların isyanı ile patlak verdi. İktidar bu olayı da toplumda baskıyı artırmak için kullandı. Bir süre sonra kürtlerle müzakere edilen çözüm süreci askıya alındı. Kürt vatandaşları ve destekledikleri partiye karşı seferberlik başlatıldı.Bütün bunlar toplumda rejimin krizini artıran, otokratik bir polis devletine benzetmesine neden olan sarsıntılardı.


Kendini sistemin asıl sahibi  sayan AKP, muhalefeti bölüp parçalama, dayanışmalarına engel olma taktiğine hapsolmuş durumda.Böyle bir taktiğe hapsolmuş bir hükümetin, rıza üretebiliğini söylemek zor. Hatta yakın bir tarihte şaibeli seçim iddialarını görmezden gelsek bile aldığı oy oranını bile rıza üretebiliğinine kanıt olarak göstermek mümkün değil. Çünkü rıza üretebilen bir iktidar kendisini ülkenin bekası için toplumun geri kalanıyla amansız bir savaş veriyormuş gibi göstermez. En barışçıl sayılabilecek toplumsal hareketlilikleri bile aşırı polisiye güç kullanarak ezmeye çalışmaz. Vicdansızlıkla mücadele ettiğini iddia eden polisin  toplumsal hareketlilikler söz konusu olduğunda en vicdansız uygulamalara kaymaya başladığını görüyoruz. Öte yandan iktidarla bağlantılı olanlar tarafından her türlü suçun işlendiği, bunların düpedüz himaye gördüğü bir sistemsizliğin de  inşa edildiğini görüyoruz. İktidar artık kendi bekası için toplumun kendini savunabileceği her türlü demokratik vasıtalara karşı savaş veriyor. Bu savaşının en ibretlik halini koronavirüs pandemisi döneminde çıkarılan kısmi af ve infaz sisteminde yapılan değişikliklerde gördük. Koronavirüs salgınını hapishanelerde 'önlemek adına' adi suçlar ve çete  suçlarında indirim ve tahliyeler yapılırken terörle mücadele adına hapse attıkları tutuklu ve hükümlüler için hiç bir iyileştirme yapılmadı.Mahkum ve tutukluların koronavirüse yakalanmaları, hatta ölmeleri bile iktidara geri adım attırmadı. Buna karşın tahliye olan mafya babası Çakıcı ile iktidarın fiili ortağı Bahçeli'nin el ele kol kola poz verdiği görüntüler devletin geldiği durumu gösteren ibret vesikası olarak  şimdiden tarihe geçti. Bir kaymakamla görüşmek isteyen çiftçileri,gizlice  ses kaydı aldıkları gerekçesiyle bir savcılık kararına bile gerek duymaksızın gözaltına aldırıp telefonlarına el koydurduktan sonra idari para cezası yağdırması  günümüzdeki suç işleyen kamu görevlilerine karşı cezasızlık politikasının sayısız örneklerinden biridir. Bu cezasızlık anlayışından emniyet mensupları da fiilen yararlanmakta ve terörle mücadele adı altında cinayet işlemeye varan aşırı güç kullanımlarında göstermelik soruşturmalar ve kamu davaları cezasızlık diyebileceğimiz şekilde sonuçlanmaktadır.


Polis Devletinin Yükselişi


Bu cezasızlığın karşılığında polislerden iktidarara kayıtsız, şartsız bir itaatkarlık beklenmektedir. Emniyet mensupları ise iktidarı kullananların  keyfiliğine ve yasa tanımazlığına karşı vicdanlarının sesini dinleyerek karşı çıkan, bunu çeşitli eylem biçimlerine dönüştürenlere karşı kalkan olmaktadır. Aslında kalkan değil kılıç benzetmesi yapmak daha yerinde olur. Polisin vatandaştan beklediği, itaatten başka birşey değildir. Vicdan dediği şey, bireysel vicdanı susturmak için her türlü baskıcı yöntemi kullanma şekline dönüşmüştür. 

 

Vicdanın koruyucusu olduğunu iddia eden bir güç, en başta kendisinin vicdan sahibi olması gerekmez mi? Kamu gücü gibi nesnel bir ölçüte dayanan emniyet mensuplarının vicdan gibi öznel ve bireysel bir kavrama sahip olması gerektiğini iddia etmek yadırgatıcı gelebilir.

Ancak buradaki söz ettiğimiz vicdan nesnel bir kavramdır. Bu da 'kamu vicdanı' dediğimiz şeydir. Kamu vicdanı dediğimiz şey kaynağını hukuktan alır, ancak 'kamu vicdanı' salt yazılara dökülmüş metinden ibaret sayılmamalıdır. Kamu vicdanı manevi bir ilkedir. Benzetme yapılacak ise ruha benzetilmelidir. Kamu vicdanı teknik ve uzmanlık isteyen bir kavram da değildir. Sağduyu yoluyla, temel eğitimle, vatandaşlık bilincine sahip olmakla kavranabilir. Yalnızca eğitimli kamu görevlileri değil, ortalama bir vatandaş da kamu vicdanının  bir parçasıdır. 'herkes evinin önünü süpürürse ülke de temiz olur' biçimindeki yaygın özdeyiş kamu vicdanı denilen kavrama gönderme yapar. Ancak kamu vicdanı dediğimiz zaman 'ortalama sağduyu' değil 'yasalara saygı' anlaşılmalıdır.


Ne var ki, yasalara saygı yalnızca vatandaştan beklenirse; yasaları uygulamakla yükümlü görevliler bunlardan feragat ederler, kitabına uydurarak ya da arkasından dolanarak yasaları çiğnerlerse, kamu vicdanı diye bir şeyden bahsetmenin olanağı kalmaz.Hukuk devleti ve polis devleti karşıtlığı üzerinden söyleyecek olursak, hukuk devletinin ve kamu vicdanının yok olup keyfi bir zorbalığın egemen olduğu devlet anlayışına 'polis devleti' deniliyor. Polis devleti yasaların ortadan kalktığı bir durumu anlatan bir kavram değil. Yasalar yürürlüktedir, salt yazılı yasalara bakıldığında modern bir hukuk devleti izlenimi bile verebilir. Ancak bu yasalar giderek artan bir sıklıkta, organize bir şekilde ihlal edilmekte, hukukla bağdaşmayan uygulamalar kılıfına uydurulup hukuki imiş gibi gösterilmektedir. Yasaların organize bir şekilde ihlal edilmesi o kadar yaygınlaşmıştır  ki, vatandaşlar  bu durumu garipsemez olurlar. Bu çeşit bir fiili yasasızlık durumunda en çok zarar gören elbette temel insan haklarıdır.Diğer yandan bütün o kaotik görünümüne rağmen bu yasasızlık, belli sınıfların, kliklerin ya da çıkar gruplarının lehine işleyen yeni bir düzendir aslında. Can Yücel'in deyişiyle "davacı da davalı da yoksulsa ancak o zaman yasa işlemektedir."  Polis devletinde kamu vicdanı kaybolmuş, herkesi kuşatacak ortak bir  vicdandan söz etmek imkansız hale gelmiştir.


 Son dönem Türkiye'nin polis devleti vasıflarına tam uyup uymadığı tartışılabilir. Ancak keyfi uygulamaların arttığına, yasaların uygulanması önüne türlü engeller çıkarıldığına dair çok sayıda örnek göstermek mümkündür.Zaten polis devleti, hukuki bir kavramı değil fiili bir durumu ifade eder. Bu konuda rağbet edeceğimiz ölçüt, polis devletini andıran uygulamaların artması, istisna değil yaygın hale  gelmesidir.  Başkanlık sistemine geçildiğinden beri keyfi diyeceğimiz uygulamalar artmış;işkence, kötü muamele, hukuki dayanaktan yoksun tutuklamalar bir çeşit cezalandırma şekline dönüşmüştür. .

Bunun alt yapısı 'terörle mücadele kanunu' ile hazırlanmış, kobani olaylarından sonra 'terörle iltisaklı saymak' kolaylaşmıştır. Bugün hükümetin beğenmediği haber ve eleştiriler 'terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör örgütüne yardım kastıyla davranmak' gibi muğlak ifadeler tutuklamak ve mahkum etmek için gerekçe yapılabilmektedir. 


Polis devleti uygulamaları Fetullah Gülencilerin yargıda ve emniyette egemen oldukları dönemde artmış;onlara karşı bir temizlik harekatı yapıldıktan sonra bile kanunsuz uygulamalar aynı şekilde devam etmiştir.Diğer yandan polis devleti uygulamaları Gülencilerle birlikte ortaya çıkmış değildir.12 Eylül rejiminin devletin güvenlik konseptine göre toplumu zapturapt altına alması polis devletine giden yolda bir milad sayılabilir.12 Eylül rejimi, yerleşip kök saldıkça  Türkiyeyi 'polis devleti' nin eksiksiz bir örneği haline getiren kronik bir hastalık şeklini almıştır.

Rejimi güçlendirmek adına  topluma karşı depolitizasyon stratejisi uygulanırken, devlet kadrolarına milliyetçi dinci  ve muhafazakar toplum kesiminden kadrolar devşirilmiştir.  12 Eylül  rejiminden bu yana emniyet mensuplarının belli bir siyasi çevreye ait olmasına özellikle dikkat edilmiştir. 12 Eylül öncesi sol eyilimli  polis yapılanması (Pol-der) merkezi siyaseti öyle ürkütmüştür ki;dindar, muhafazakar ve  milliyetçi toplum  kesiminden gelenlerin bu mesleğe alınmasına özellikle dikkat edilmiştir. 


13 Aralık 2000 tarihinde  polislerin - çok nadir olarak yaptıkları-bir  toplu eylemde kullandıkları dil ve attıkları sloganlar, polis memurlarının siyasal mensubiyetlerini açıkça göstermektedir. İstanbul'da 4000 çevik kuvvet mensubunun katıldığı bu eylem, teröre kurban gitmiş iki polis memurunun cenaze töreninde sahneye konulmuştur. İçişleri bakanı Saadettin Tantan, İstanbul valisi Erol Çakır ve İstanbul emniyet müdürü Kazım Abanoz aleyhine sloganlar atarak yürüyüşe geçmişler;emniyet müdürünü ve içişleri bakanını polise sahip çıkmamakla suçlamışlardır. Arada bir maaş ve özlük haklarının yetersizliğinden söz etseler de, asıl öfkelerinin polisin aşırılıklarına müsamaha göstermeyen emniyet müdürlüğü, valilik,içişleri bakanı ve çeşitli siyasilerdir. Polislerden biri maaş ve çalışma koşullarının yetersizliğinden dem vurmuş, zor kullanma yetkisinin ölçülü kullanımı için getirilen kısıtlamaları eleştirerek 'ben sosyal patlamamı nerede yaşayacağım?' diye sormuştur.Valiliğe doğru yürüyüşe geçen polisler 'kahrolsun insan hakları' diye slogan atmışlar, tekbir getirmişler, Rahşan Ecevit affı diye bilinen düzenlemeye, Abdullah Öcalan'ın idam edilmemesi için yapılan düzenlemelere tepki göstermişlerdir.Polisler Vali ve Emniyet Müdürünün ikazlarına rağmen eylemlerine devam etmişlerdir. Ertesi gün de İzmir'de, Mersin'de ve başka şehirlerde destek eylemleri yapılmıştır. . Silahlı olarak ve görev başında yapılan bu eylemler ve ortaya konulan itaatsizlik emniyet mensuplarından beklenmedik bir davranıştır ve kamuoyunda oldukça ilgi çekmiştir.Üstelik bu eylemler, yasa dışı ve hapis cezası ve meslekten atılmaya varacak bir mahiyettedir. Fakat daha sonra bunun kendiliğinden gelişmiş spontane bir eylem olmadığı, polislerin çoğunun bağlı olduğu ülkü ocakları tarafından organize edildiği anlaşılmıştır.

Bu eylem polislerin 12 eylülden beri sahneye koyduğu 3 eylemden biridir. Polislerin asıl istedikleri zor kullanma yetkisinin istediği gibi kullanmasının engellenmemesi olduğu görülüyor. Öfkesi yasaları uygulayarak zor kullanma yetkisi denetlemek isteyen üst düzey görevliler ve kanun yapıcılardır . Çalışma koşullarının  ve  özlük haklarının iyileştirilmesi gibi talepler de burada yarım ağızla dile getirilse de eylemin bu amaçla yapılmadığı anlaşılmaktadır. 

 

Çevik kuvvet polislerinin  eylemlerinin yankıları sürerken f tipi cezaevine karşı açlık grevlerinin sonlandırılması için devletin 'şevkat operasyonu' diye adlandırdığı kanlı bir operasyonla katliam yapıldı.Bu operasyonla birlikte düşünüldüğünde sanki öncesindeki   polis eylemleri  siyasilere ve üst düzey yöneticilere verilen bir gözdağı gibi görünüyordu


. Polisin sağcı ve ırkçı bir siyasi hareketle kendini özdeşleştirdiği, bu hareketin militanları gibi davrandığı  bir durumda polisin vicdansızlara karşı hareket ettiği savı ne derece inandırıcı olduğu epeyce tartışmalı bir konu..

Polisin terörizmle savaştığı, bunun siyaset dışı bir görev sayılması gerektiği iddia ediliyor, ama bunun hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığına 2020'lerin Türkiye ortamında artık yüzde yüz eminiz.Polis bugün her türlü hak arayışını şiddetle bastırmak isteyen bir iktidarın sopası olmuş durumda. Kendileriyle benzer çalışma ve ekonomik koşullarının düzeltilmesi için eylem yapan kamu emekçilerinin eylemlerine karşı gaddarlığına hayret ettiğimiz emniyet güçleri, hiç kuşkusuz iktidarların tercihi yönünde, iktidarın ve temsil ettiği egemen güçlerin sopası olarak evrilmiştir. Polis, günümüz iktidarı için kendi güvenliğinin en önemli teminatıdır. . Baskıcı yönü iyice sivrilmiş günümüz iktidarı  rızaya değil zor'a, zorbalığa, militanlaşmış polis gücüne dayanmaktadır.


Polisin Vicdanı ve Pol-Der deneyimi


Polisin vicdan sahibi bir unsur gibi göründüğü dönem, yalnızca 12 Eylül öncesinin koşullarında ortaya çıkmış Pol-der'in sahnede olduğu dönemdir. . Egemenleri en çok korkutan, 12 Eylül faşizmini hazırlayan en önemli bahanelerden biridir Pol-der.Sağ siyaset tarafından  Pol-Der, hala 12 Eylül propagandasına uygun bir şekilde polislerin bir bölümünün belli bir ideolojinin hizmetine girdiği  partizanca hareket olarak anılmaktadır. Ancak asıl partizanlık günümüzdeki emniyet örgütlenmesi için söylenmelidir. Polisin vicdanından söz edilecekse, bunun için belki de tek örnek Pol-der dönemidir. O günkü polisler iktidarların toplumsal eylemleri ezmek için keyfi ve hukukdışı kararlarına baş kaldırmışlar, kanunsuz emirlere uymayı reddetmişlerdir.

 

Pol - Der 70'li yılların başlarında emniyet mensuplarının özlük haklarını savunmak için kuruldu. O zamanlar ilkokul mezunu komiserlerin emniyet amiri olmalarının önünü kapatan yasal düzenlemeyi değiştirmek en önemli amaçlarıydı. Başlangıçta her türlü siyasi  görüşten üyeleri olsa da, zamanla sol görüşlü polisler ön plana çıkıp etkin oldular. Solculara karşı girişilen işkenceleri, faili meçhul cinayetleri protesto etmişler, halka karşı kanunsuz emirleri uygulamayacaklarını deklare etmişlerdir.Emniyet teşkilatı içinde bu demokratikleşme hareketi yalnız sağ cenahta  değil sol olduğunu iddia eden, en azından solcuların önemli bir kısmının desteklediği CHP tarafında da rahatsızlık yaratmıştır. Nitekim ilk kapatma girişimi Başbakan Ecevit zamanında vuku bulmuş,Ancak bu kapatma kararı Danıştay tarafından iptal edilmiştir. Pol-Der'e karşı Pol-Bir adlı milliyetçi polis örgütü kurulmuş ve sonra da bu örgütlenme polis örgütünün parçalanması olarak propaganda malzemesi yapılmıştır. 12 Eylül döneminde Pol-Der kapatılmış, üyelerin çoğu polislik mesleğinden atılmış, kalanlarsa devletçi polis yapılanmasına uyum sağlamışlardır. Pol - Derle birlikte Pol-bir'de kapatılmış olsa da, bundan sonraki polis örgütlenmesi ülkücü-milliyetçi ve islamcı  kesimden devşirilen polislerce oluşturulmuştur . Bu yapı her türlü demokratik eylem biçimlerine karşı devletin  acımasız bir sopası olarak dönüştürülmüştür.


Ancak emniyetteki  bu sağcılaşma egemenler için sorunsuz bir süreklilik arzetmedi. Yakın zamanda sistemin sahipleri için son derece ürkütücü gelişmelere neden oldu. Fetullah Gülen cemaati, 2000'li yıllarda, özellikle AKP'nin iktidar olduğu dönemde polis örgütünde etkinliğini artırıp kendinden olmayanları tasfiyeye yöneldi. Fetullah Gülen cemaatine karşı yapılan tüm istisbarat raporlarına rağmen onların emniyet teşkilatını ele geçirmesi önlenemedi. Çünkü başta AKP, toplumun çok önemli bir kesimi 'alnı secdeye değdiği' söylenen bu insanları, MİT  raporlarına ve Silahlı kuvvetler temsilcilerinin brifinglerine rağmen toplum için bir tehlike saymıyordu. Çünkü bu yapı milliyetçi ve muhafazakardı. İran'daki gibi şeriatçı bir darbe peşinde oldukları yönünde çok sayıda istihbarat olsa bile  Fetullahçılar bunu ustalıkla gizlemişlerdi. Fetullah Gülen Abd'ye göçtükten sonra bu cemaat kendi planına göre  tasfiyeler yapıp AKP'yi de devre dışı bırakacak davranışlara yöneldi. Ulusalcı subaylara karşı düzenlenen kumpaslarda cemaatin emniyet yapılanması kilit rol oynadı. Başlangıçta Gülencilerin tasfiye faaliyetlerini kendi çıkarına uygun görse de,sonradan ortaya çıkan durumu  kendi bekası için de tehlikeli gören AKP, ulusalcı güçlerle anlaşarak Gülencilere karşı benzersiz denilebilecek bir tasfiye harekatına girişti.Fetullahçıların büyük bir kaosa sebep olacak kadar güçlenmelerinin en önemli nedeni, sol ve demokratik güçlerin emniyet teşkilatından tamamen tasfiye edilmiş olmasıydı. 12 Eylülden sonra milliyetçi ve muhafazakar kadroların devletin selameti için zorunlu olduğuna inanılmış ve bu kapı sonuna kadar açık tutulmuştu.Gülen cemaati de bunu, devleti tamamen ele geçirip laiklik yanlısı çekirdek devleti tasfiye etmek için büyük bir fırsat olarak görmüş, sabırla kozasını ören bir örümcek gibi devleti ele geçirme harekatına girişmişti.


Solu kriminalize edip devlet kademelerinden dışlayan ve dinci ve milliyetçilere  sonuna kadar kapısını açan bu devlet anlayışı, Türkiye burjuvazinin çıkarlarına göre devleti dizayn ederken toplumun ilerlemeye  ve gelişme potansiyelini öyle bir sakatladı ki, denize düşen yılana sarılır örneği cemaati tasfiye etmek için aynı ideolojik kökene sahip Akp'ye teslim oldu. Geldiğimiz nokta insan hak ve özgürlüklerine, emekçi sınıflara düşman, devlet düzeninin asgari ölçüde bile işletilemediği siyaset mafyasının insafına terk edilmiş  bir toplumdur. Bu yapıyı sürdürmek uğruna getirilen başkanlık sistemi toplumun sorunlarını iyice içinden çıkılmaz bir cendereye sokmuş, sürdürülemez bir yapıyı inşa etmiştir. Günümüzde en ufak bir sokak eylemine tahammül edemeyen, her an toplumsal patlama korkusu ile  teyakkuzda  bulunan bir polis devleti fiilen gerçek bir toplum düzeninin yerini almıştır.


Sonsöz Yerine


Polis örgütünün demokratikleşmesi egemen sınıflar için hiçbir zaman gündem maddesi olmamıştır. Onlar için iktidarın biricik güvencesi olarak polisin zor kullanma yetkisinin mümkün olduğunca geniş tutulması, polisin bulaştığı çeşitli suçların hasıraltı edilerek kollanması yeğlenmiştir. Toplumsal olaylarda polisin ceza alma korkusu olmaksızın olaylara müdahalesi garanti altında tutulmak istenmiş, açıkça yasal yetkiyi aşan zor kullanma davranışları yargı yoluyla da himaye edilmiştir. Kamuoyu tepkisi nedeniyle dava açılmaya mecbur kalındığı durumlarda da davalar zamana yayılarak cezalandırma aşaması derdest edilmiştir. Sadece Türkiye gibi polis devletini ayan beyan yaşayan ülkelerde değil, hukuk devleti diyebileceğimiz batılı örneklerde  de polisin kollandığına ve imtiyazlandırıldığına dair çok sayıda örnekler mevcuttur. Bu nedenle düzen içinde reform yapılarak polisin yasal bir hizaya çekilmesine ilişkin beklentiler gerçekçi değildir. Bu ancak Pol-der örneğinde görüldüğü gibi polisin demokratik örgütlenmesi sayesinde mümkün olabilecek bir husustur. Ancak Pol-Der, Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu çok özel bir tarihsel konjonktürün ürünü olarak ortaya çıkmıştı. 12 Eylül rejiminde işçi hareketi ile birlikte sosyalist hareketler ve Pol -Der ve diğer demokratik kitle örgütleri  de ezildi.Emek hareketinin zayıflamasının bir sonucu olarak kamu emekçilerinin sendikalaşma çabalarının önlenmesinde polis vurucu güç olarak kullanıldı.

2020 yılında küresel koronavirüs salgını sonrası dünya çok ilginç kitlesel eylemlere sahne oldu. George Floyd adlı siyahi bir ABD vatandaşının polis şiddeti sonucu öldürülmesi ABD çapında büyük kitle protestolarına sahne oldu. Irkçı polis şiddetine karşı alt ve orta sınıfların ırkçılık ve polis şiddeti karşıtı eylemleri yalnızca ABD ile sınırlı kalmayıp birçok Avrupa şehrine destek eylemleri biçiminde sirayet etti. Polis şiddetinin küresel bir sorun olduğunu gösteren bu örnekler, polis teşkilatının küresel çapta reformize edilebileceğine dair umutların yeşermesine neden oldu. Ne var ki emek hareketinin güçlü olmadığı dünya koşullarında kitle hareketleri ile polis örgütlerinin demokratikleşebileceği beklentisinin gerçekçi olduğunu düşünmüyoruz.Polis örgütü, küreselleşmiş kapitalizmin saldırılarına karşı direnç gösteren emekçi kitlelere karşı bezdirici güç olarak kullanılırken bu gücü frenleyecek reformları hakim sınıfın kabul etmesi, kendi ayağına kurşun sıkmasından farksızdır.Kitle  eylemleri uzadıkça  kontrolden çıkıp yağma ve kundaklama gibi provakatif davranışlara savrulmakta , kitle desteğini kaybedip polisiye önlemlerin artırılmasına vesile olmaktadır. Sermayenin ölçüsüz saldırıları karşısında emek hareketinden bağımsız reformlarla toplumun iyileştirilmesi günümüz koşullarında gerçekçi bir beklenti olmaktan büsbütün uzak olduğu tespit edilmelidir.