2 Ocak 2010 Cumartesi

NEDEN AĞLIYOR BU ÇOCUK?

aglayan_cocuk

İşte bizim ülkemizde esnafların tacirlerin ticarethanelerine ya da orta halli mütevazi evlerin duvarlarına “ağlayan çocuğu” taşıyan şey,onun mesih anlatılarından ödünç aldıklarıdır.Çocuk bu “sırları” sayesinde gözümüze güzel görünmüş,gözyaşlarının değerini kabul ettirmiş,içimizden biri haline gelmiştir

Onu şimdiki nesil de tanıyordur sanıyorum,çünkü onu(ağlayan çocuğu)zamanın yıpratması mümkün değil.Ancak artık eskisi kadar kullanılmıyor işyerlerinde filan.Oysa bir zamanlar(çok değil 10-15 yıl öncesine kadar) bir hayli popülerdi ağlayan çocuk.İlk ne zaman keşfedildi?Dünya üzerinde popülerliği hangi tarihlere rastlıyor?Bizim gibi müslüman çoğunluğa sahip ülkelerde de bizdeki kadar popüler oldu mu?Nedir bu resimde insanları cezbeden?..Bu denli popüler bir tablo için yanıtlanması kolay olmayan sorular..

Kolay değil.Çünkü evinde ya da ticarethanesinin baş köşesinde ona yer veren insanların çoğunu ilgilendiren şey,onu kimin ,hangi amaçla yaptığı değil,onun güzel ve hoş bir figür olmasıydı.Resim sanatı açısından değil, bir süsleme ya da dekoratif öğe olarak ilgileniyordu onu evine işyerine asan insanlar.Zaten bir yağlıboya resme ancak sanatsal değeri dolayımı ile itibar eden kişiler için,sanat değeri olmayan,”kitsh” diye adlandırdığımız bir nesne idi o.Bu yaklaşıma göre bu resimdeki gibi insanları duygusal bakımdan avlama amacı ile yapıldığı açık seçik belirgin olan bu gibi tabloların sanat değeri düşüktür.Yine bu yaklaşıma göre çok popülerlik kazanmış olması, sanatsal hanesine yazılacak olumlu puan değil,hatta tam da bu nedenle sanatsal değerinin düşüklüğünün işaretidir.

Ortalama insanların evlerinde süs ya da dekorasyon öğesi olarak bir Van Gogh’u Rembrand’ı ya da Picasso’yu değil böyle bir resmi tercih etmelerinin çeşitli nedenleri olmalıdır.Çocuğa karşı duyulan ilkel sevgi duyguları bu resmi bu denli popüler yapmıştır demek,kestirmeci bir cevaptır.Keza biraz dikkatli baktığımızda normal bir çocuk resminden onu ayıran şeylerin olduğunu farketmemiz olasıdır.İlk olarak bir çocuğun doğal şımarıklığı yoktur onun yüz ifadesinde.Vakur,kibar bir ağlamadır onunki.Ağlamaktan çok,yüreğinde acıyı artık dışa vurmaktan usandığı ümitsiz bir yakarış,bir sitem,gizli bir serzeniş vardır.19. yüzyıldan kalma olabileceğini düşündüren üslupsal özelliklerinden,ressamın yoksul bir çocuğu betimlemek istediği anlaşılmaktadır.Galiba geçmiş yüzyıllarda yapılmış benzer resimlerde olduğu gibi,ressam,yoksulluk belirtilerinin ulaşmak istediği dramatik etkiyi artıracağını düşünmüş olmalıdır.geri planda kullandığı koyu mavi tonlara zıt olarak çocuğun yüzünde sarı parlak bir rengin kullanılması karanlıkta bir projektörle aydınlatılıyormuş gibi bir etki yaratmıştır.Ressam karanlığı yaran ani bir ışık huzmesi içinde görünmesini istemiştir figürünün...Yüzün sağ tarafındaki saçlarından aşağı doğru süzülen koyu gölge,aslında gerçekçi bir ışık oyunu değil,çocuğun loş bir ışığa doğru baktığı izlenimi yaratmayı amaçlayan fırça darbeleridir.Ama o yoksulluk emarelerine karşın ressam çocuğun üşüyormuş gibi görünmesini istememiş,onu kullanılmaktan paçavraya dönüşmüş kaşkol benzeri birşeyle sarıp sarmalamıştır.

Tabloyu zihinsel olarak yeniden kurgulamak için yapmış olduğumuz bu yorumlar,sizlerde de, Kemalettin Tuğcu’dan Ayşecikli türk filmlerine kadar o ağlak,o vıcık vıcık romantik yoksulluk edebiyatını aklınıza getirmiş olmalı.Gerçekten de bu tablo aklımıza gelen bu örneklerin ait olduğu kültüre ve geleneğe aittir.Kitsh olarak küçümsenmesinin nedeni de budur zaten.Ancak tabloyu yeniden yorumlayıp değerlendirirken,onun ait olduğu daha temel daha köklü bir geleneği anımsatmak gerekir.Bu gelenek,mitolojik gelenektir,hristiyan mitolojisidir.Hemen akla gelecek olanlar,kucağında bebeği ile sonsuz mutluluk içindeki Meryem ana,İsanın yoksullara yaptığı vaazlar,Romalılar tarafından acımasızca katledilişi,çarmıhtayken bile ilahi soyluluğunu asla elden bırakmayan acılı ifadesi,çarmıhtan indirilmiş İsa’nın başında derin üzüntüsünü vakur bir tebessümle dışa vuran Meryem ana..Dikkat ederseniz incildeki hikayelerden değil,kiliselerdeki resimlerden söz ediyorum.Hristiyanlık tek tanrılı inanç olarak kurumsallaşırken,resmin gücünden sonuna dek yararlanmasını bilmiştir.Başlangıçta okuma yazma bilmeyen hristiyanlara incili öğretmek gibi pratik bir amaç taşıyan kilise ikonografisi,zamanla bu pratik amacın çok çok ötesinde bir etki gücü olduğunu ispat etmiştir.Öyle ki bu etki,Leonardo ve Michelangelo gibi dehaların eserlerinde öyle yüksek doruklara tırmanmıştır ki,rönesansla yeni insan kavramının ortaya çıkmasında küçümsenmesi olanaksız bir rol oynamıştır.İnsan ruhunu,yeryüzündeki varoluşunu,ölümlülüğünü,mükemmelliği olduğu kadar çaresizliğini evrenselleştirmedeki başarısında gizlidir bu güçlü etkinin sırrı.Hikayeye göre İsa o denli büyük acılar çekip o denli büyük bedeller ödemiştir ki,bu acı ve bedel içinde kendi değersiz yaşamlarını değere çevirecek simyayı bulmuştur insanlar.Çeşitli nedenlerle İslamiyet ikonografiye şiddetle karşı çıkmış bir dindir.Bunun nedeni yalnızca çok tanrılı dönemde Kabedeki putlara duyulan tepkide değildir.Mekkede ileri gelen ailelerden birine olan mensubiyeti ve İsanınki kadar baskıya ve şiddete maruz kalmamış olması,Hz. Muhammet’in kendi yaşamı ile inançlıların yaşamlarının hristiyanlıkta olduğu gibi içiçe geçmesine ve sınırların belirsizleşmesine engel olmuştur.Tanrı ve insan arasında neredeyse elle tutulur sınırları olan,hiyerarşik bir ilişki vardır islamiyette.Bu nedenle olsa gerek,aslında Hz. Muhammet’in dinsel ikonografiye son derece elverişli bir yaşamı olmasına karşın( babasını doğmadan,annesini de altı yaşında iken kaybetmiş olması)islam dininde resim ve ikondan,kişisel yorumdan uzak bir inanç alanı inşa edlmiştir.Bu nedenle “ağlayan çocuk” tablosunun da dahil olduğu yoksulluk,sefalet romantizmi kültürünün kökenlerini,islamiyette değil,hristiyan ikon kültüründe aramak gerekir.Öyle ki,”ağlayan çocuk” portresini alıp ticarethanesinde müşterilerilerinin görebileceği bir yere asan inançlı müslüman bir esnaf da,farkına bile varmadan tablo ile birlikte kendisini de hristiyan ikonografisinden türemiş olan romantik kültürün içine yerleştirmiş olur.

Bu tarihsel perspektifi fazla derinleştirip bu yazının amaçlamadığı bir şekilde dağıtmak istemiyorum;ama örneğin Leonardo ve Rafaello’nun çocuk İsalarını,ya da katolik çarmıhta İsa tablolarını anımsatmama izin verin.İlkinde meryem ve İsanın sonsuz ikili mutluluğu,diğerinde ise bütün insanlığın kefaretini ödeyen İsa’nın yüzündeki çarpıcı yüz ifadesidir akıllarımıza yerleşen.Sanatçılar bu ruhsal durumları en çarpıcı şekliyle ifade edebilmek için kendi ruhlarından,kendi ızdıraplarından az şey katmamışlardır.Ama trajik bir vaka öyküsünü ya da kendi öznel duygu durumlarını değil,bütün insanlığın evrensel durumunu betimlemek istemişlerdir.Çarmıhtaki İsanın yüzündeki acı,ya da Meryem’in üzüntülü ama yazgıyı kabullenmiş vakur ifadesi,adeta çocuk İsa ve Meryem’in sonsuz mutluluğunu bozan insanoğlu’na fırlatılmış bir sitem gibi yerleşmiştir bu resimlere.Ancak bu hikayelerde evrenseli yakalayan yalnızca sanatçılar değildir.Psikanalizin kurucusu Freud,oidipus kompleksini bütün ruhsal açmazların özüne yerleşmiş bir ana katman olarak kurgularken,aslında İsa’nın trajedisinden,Meryem ve İsa’yı sonsuz mutluluk içinde betimleyen figürlerden,belki de biyoloji ya da tıp bilimine ait bulgulardan daha fazla yararlanmıştır.

Yeniden bakarsak “ağlayan çocuğun” yüz ifadesine,o resimlerdeki evrensel temeları buluruz burada da.Çocuğun yüzündeki sitem,yazgısını kabullenmiş bakışlar,bir zamanlar tatmış olduğu sonsuz mutluluktan koparılıp,yeryüzündeki ızdırap ve bedel ödeme sahnesine fırlatılmış hali,yerli filmlerdeki “fakir ama onurlu” repliğini hatırlatan duruşu,başına gelenlerin büyük bir haksızlık olduğunu ifade edişi...Ama yine de yorgun,aç,ya da üşüyormuş görünmeyişi..Ressam onu tıpkı İsanın kutsal bir hale ile korunması gibi görünmez bir şevkatle sarıp sarmalamış olması...Ağlayan çocuk ,mesihten ödünç aldıkları ile aramıza karışmıştır,ama artık ilahi bir anlatının baş oyuncusu değil,içimizden biri kadar sıradandır.

İşte bizim ülkemizde esnafların tacirlerin ticarethanelerine ya da orta halli mütevazi evlerin duvarlarına “ağlayan çocuğu” taşıyan şey,onun mesih anlatılarından ödünç aldıklarıdır.Çocuk bu “sırları” sayesinde gözümüze güzel görünmüş,gözyaşlarının değerini kabul ettirmiş,içimizden biri haline gelmiştir.İrili ufaklı dükkanların ortak paydası imiş gibi,insanların ağlamaklı iç dünyalarını çarşı pazar atmosferine enjekte etmiştir.Bizim ülkemizde çok hızlı ve plansız programsız kentleşen,kırsal değerlerine tutunmaya çalışırken kentsel bir yaşam kültürünü üretmekte zorlanan,sürekli benliğinden uzaklaşıp bunalsa da yeniden özüne dönemeyen;kaygı, ızdırap ve sitem dolu dünyaların buruk bir ifadesi olmuştur.Yetmişli seksenli yılların arabesk şarkılarının kıvamında bir figürdür ağlayan çocuk.Eskisi kadar dükkanlarda rastlanmasa da,yatışmamış huzursuz bir hayalet gibi yaşam dünyalarımızda dolaşmaktadır.Hayatımızdaki telafisi olanaksız iç sızısını hatırlatması nedeniyle hala “alacaklı” bakışlarla bakmaktadır gözlerimize...

1 Ocak 2010 Cuma

27 Aralık 2009 Pazar

YAŞADIĞINI İTİRAF EDEBİLMEK

240Õ320_004 Muhafazakar görüşlülerin övünmeyi pek sevdikleri gibi türk insanı içten değil, içtenpazarlıklıdır.Çünkü içtenliğin zorunlu kıldığı yakınlık ve paylaşma hissinden yoksun insanlarımız, mesafelidir.”Özel şeyler,özel konular”sürekli horgörülür,gizli kapaklı dünyalara hapsedilir.Üstelik bu ,yalnızca geleneklerin hüküm sürdüğü toplumsal çevrelerde değil,okumuş yazmış,geleneksel yaşamla belli bir mesafe koymuş şehirli insanlarımız arasınında da yaygın bir eğilimdir

Bir aralar itiraf.com adlı bir site vardı.Hala var mı bilmiyorum,bakmaya üşendim.Eskiden çok popülerdi,ilgili ilgisiz herkesin hakkında bir şeyler duyacağı kadar.Bir defa baktığımı hatırlıyorum.Çoğunlukla kendilerinin asla yaşamaya cesaret edemeyeceği sapkın cinsel fanteziler,uydurma cineyetler,şunlar bunlar...Şüphesiz bunların küçük bir kısmı gerçek vakalardı,ama sapla saman fazlası ile birbirine karışmış,insanların gerçek dünyasına dair ne varsa buharlaşıp uçmuş,gerçek dünyanın yerinebeceriksiz bir tanrının vakit geçsin diye birkaç saniyede çiziktirip attığı kurgusal bir dünya gelmişti.İnternette ortaya çıkan bir çok trend gibi bu da doğal ömrünü tamamlayıp köşesine çekildi.

İtiraf,vicdan rahatsızlığının dışavurumudur.Kişi kendini suçlu hissetmekte,işlediği suçu kendi ahlak anlayışı ile bağdaştıramamakta,bu suçun kendinin bir parçasını oluşturmasından rahatsızlık duymaktadır.İtiraf eden kişi ,suç saydığı şeyi ve suçluluk duygusunu dışa vurarak bağışlanmayı ya da hoş görülmeyi talep etmektedir.İtiraf amacına ulaşırsa,ödenen bedel ve talep edilen bağışlanmanın kabulü ile suçluluk duygularından kurtulabilirse,bu eylem benlikte temizlenme,arınma sağlar,kişi normal haline döner.Suçlu hissedip bunu itiraf edemeyen,deşarj olamayan ruh,bu yükün ağırlığı ile ızdırap çekmeye başlar.Elbette ızdırap sonsuza dek sürmez;ancak itiraf edilemeyen o şey,benliğin bir parçası haline gelip ruhtaki değerler sistemini erezyona uğratır.Bu ağır bir bedeldir;çünkü kişi alt edemediği suçluluk duygusu yüzünden benlik değeri ve benlik saygısını yitirmiş olur.

Ancak itiraf başka amaçlar için de başvurulan bir yoldur.Kişi itiraf ederek,kabul edilmeyen isteklerini

Kabul ettirmeye,kendi ihtiyaçlarını yaymaya,yani toplumun hoş görmediği isteklerini normalleştirmeye çalışır.Bir eşcinsel,hoşgörülmeyi olduğu kadar cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için de

İtirafta bulunur.Önce itirafta bulunup sonra eleştirilerle karşılaşan bireyin kendini şiddetle savunması,kendini çoktan bağışladığını;isteğinin ,davranışının ya da durumunun başkalarının gözünde de normal karşılanmasını istediğini göstermektedir.

Yalnızca bireysel itiraftan değil, itiraf kültüründen söz etmek istiyorum.Keza itirafın bireysel bir davranış olduğu,içinde yaşanılan kültürle uygarlıkla bağlantısı olmadığı düşüncesi yanlıştır.Bazı toplumlar itirafı hoş karşılamaz.Müslüman toplumlar böyledir.Çünkü müslümanlık,kişi ile Allah arasında aracı bir merci kabul etmez.İtirafta bulunacak kişiye Allaha yakarıp günahlarının bağışlanması için af dilemesi salık verilir.İtiraf eden kişi kendini küçük düşürüp toplumdaki saygınlığını sarsma tehlikesini göze almak zorundadır.Hal böyle olunca bizim gibi toplumlarda,itiraf çok az kişi yani sırdaşlar arasında gizli kapaklı paylaşılan,bunu yaparken de sağa sola bakılıp “yerin kulağı var” telkinleri ile kısık sesle konuşulan birşey haline gelir.Modern Türkiye de dahil olmak üzere müslüman ülkeler kapalı toplumlardır.Bireyi sürekli güçsüz düşürüp yalnızlaştıran,kabul edilmeyen kimliğini dışa vurma cesareti gösterenleri marjinalleştirip toplum dışına iten bir “mahalle baskısı” tansiyonun yükselip elektriklerin kesildiği anlarda devreye giren doğal bir jeneratör gibi işlev görür.İtiraf kültürünün olmadığı toplumlarda ikiyüzlülük ve paranoya kolayca egemenliğini kurar.İnsanlar gerçek kimliklerinden koparılıp katı normlara ve standartlara uygun yaşamaya zorlandıklarından kolayca ikiyüzlülüğe saparlar.Kendi kabul edilmeyen kimliklerini başkalarına maledip başka insanları haksız bir şekilde suçlayarak kendi suçlu vicdanlarını hafifletmeye çalışırlar.

Genel olarak hristiyan ve batılı ülkelerde ise köklü bir itiraf geleneği bulunmaktadır.Bu kültürün yayılmasında hristiyan din adamları,Tanrı ile insan arasında aracılık ederek çok önemli bir işlev görmüşlerdir.Böylece zamanla insanların kendi kapalı dünyalarını bastırmayıp dışa vurdukları bir kültür serpilip gelişmiş,bu kültür modern zamanlarda bireysel olarak kendini topluma kabul ettirme kültürüne dönüşmüş ve giderek dinsel gelenekler yerine insan yaşamının değer kazandığı modern kültürün oluşmasına zemin hazırlamıştır.Modern edebiyat-ki en iyi örnekleri yazarının cesur itiraflarına borçludur-bu gelenek içinde büyüyüp gelişmiş,Freud’un da kabul ettiği gibi psikanaliz bilimi ve geleneği nin yaygınlaşmasına elverişli muazzam bir toplumsal çevre sağlamıştır.

Batıya sürekli bir kapısı açık tutulmuş olan bizim gibi ülkelerde,batının çeşitli kültürel gelenekleri (roman gibi,tiyatro gibi)ithal edilirken bu geleneklere temel harcını vuran itiraf kültürü de bir şekilde temellük edilmiştir.Ancak yine de itiraf kültürü sürekli kıstırılmış,bastırılmış,toplum ve polis baslısı ile yok edilmeye çalışılmıştır.İşte bu nedenle muhafazakar görüşlülerin övünmeyi pek sevdikleri gibi türk insanı içten değil, içtenpazarlıklıdır.Çünkü içtenliğin zorunlu kıldığı yakınlık ve paylaşma hissinden yoksun insanlarımız, mesafelidir.”Özel şeyler,özel konular”sürekli horgörülür,gizli kapaklı dünyalara hapsedilir.Üstelik bu ,yalnızca geleneklerin hüküm sürdüğü toplumsal çevrelerde değil,okumuş yazmış,geleneksel yaşamla belli bir mesafe koymuş şehirli insanlarımız arasınında da yaygın bir eğilimdir.Bizim ülkemizde insanlar kendi bireyselliklerini askıya alıp ait oldukları çevrenin sadakatli bir parçası imiş gibi davranmayı seçtikleri sürece o anlı şanlı samimiyetimizemazhar olurlar.

Bizim toplumumuzda sapla samanın hep birbirine karışmasının,insani hakikatlerin bu toz duman arasında buharlaşıp uçmasının ve gerçek dünyanın yerini beceriksiz bir tanrının birkaç saniyede çiziktirip attığı kurgusal bir dünyanın almasının nedenini itiraf kültürümüzün olmayışında aramak gerekir sanıyorum...