Sınıf Sendikacılığı Bağlamında Türkiye'de Memur Sendika Hareketi



Türkiye'de Memur Sınıf sendikacılığının  bastırılması


Türkiye’de memur sınıf sendikacılığı(*) , özellikle 2000’li yıllardan itibaren neoliberal yeniden yapılandırma sürecinde sistemli biçimde bastırılmış, sınıf olarak bütünleşme potansiyeli zayıflatılmış ve devletle çatışmayan, uyumlu bir konuma itilmeye çalışılmıştır. Bu süreç, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, yapısal ve kültürel boyutlar içerir.


Aziz Çelik’in (2012) Türkiye’de Sendikacılığın Krizi adlı çalışmasında da vurguladığı gibi, kamu emekçileri hareketi 1990’larda toplumsal muhalefetin taşıyıcı unsurlarından biri olarak öne çıkmışken, 2000 sonrasında parçalanmış ve işlevsizleştirilmiştir. Bunun temel nedenlerinden biri, devletin, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda kamu yönetimini yeniden yapılandırmasıdır. Bu yeniden yapılandırma, kamu hizmetlerini metalaştırmakla kalmamış, aynı zamanda kamu çalışanlarını da bir “maliyet unsuru” olarak tanımlamış ve onların hak taleplerini bastıracak bir politik atmosfer oluşturmuştur.

Mete Yıldız (2009), neoliberal kamu yönetimi reformlarının sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir hegemonya kurma çabası olduğunu vurgular. Buna göre memur sınıfı, “etkinlik”, “verimlilik”, “performans” gibi sermaye dostu kavramlarla biçimlendirilmiş; bu kavramlar üzerinden kolektif haklar değersizleştirilmiş ve bireysel başarı mitolojisi öne çıkarılmıştır.


Bu dönüşümün en çarpıcı sonuçlarından biri, memur sendikalarının yalnızca ücret pazarlığına indirgenmesi olmuştur. Bugün neredeyse tüm büyük konfederasyonlar, grev hakkı talebinde bulunmamakta, siyasal söylemden uzak durmakta ve çoğunlukla hükümetle uyumlu pozisyonlar almaktadır. Bu durum, Poulantzas’ın devlet kuramındaki “devletin sınıfsal doğası” anlayışıyla da örtüşmektedir: Devlet, sermaye birikim rejimini koruyacak biçimde, kendi içindeki çelişkileri yöneten ve bastıran bir aygıt işlevi görür. Türkiye’de memur sendikaları da bu çerçevede, sınıf hareketini içererek etkisizleştiren ideolojik birer aygıt haline gelmiştir.


Güncel verilere göre (DİSK-AR, 2023), memur maaşlarının %90’ı yoksulluk sınırının altında kalmaktadır. Bu durum, salt bir ekonomik kriz değil, sınıfın örgütsüzleştirilmesinin doğrudan sonucudur. Kolektif pazarlık gücünden yoksun kalan memur sınıfı, ücret politikaları karşısında savunmasız bırakılmıştır. Üstelik bu durum sadece ekonomik değil, siyasal bir teslimiyeti de ifade etmektedir.


Toplumun ilerleme potansiyelini taşıyan dinamiklerden biri olan kamu emekçisi kitlesi, böylece hem apolitikleştirilmiş hem de atomize edilmiştir. Sınıfın tarihsel mücadele belleği silikleştirilmiş, sendikalar ise bir tür “bürokratik hak takip ofisine” indirgenmiştir. Bu tablo, yalnızca kamu çalışanlarının değil, tüm toplumun geleceğini ilgilendiren bir sorundur.

Bu nedenle, memur sendikacılığının yeniden sınıfsal bir pozisyondan ele alınması ve sermayeye karşı tarihsel bir özne olarak yeniden örgütlenmesi zorunludur. Aksi halde yoksulluk, güvencesizlik ve siyasal sessizlik hâli kurumsallaşacak ve geri dönülemez bir toplumsal deformasyon yaratacaktır.


2. Devletle Uyumlu Sendikacılığın Anatomisi


Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren sistemli biçimde geliştirilen bir sendikal strateji, “devletle çatışmayan, uyumlu sendikacılık” modelidir. Bu model yalnızca iktidarın açık desteğiyle büyüyen yandaş konfederasyonlar üretmemiş, aynı zamanda sınıf perspektifini tasfiye eden yeni bir sendikal anlayışı kurumsallaştırmıştır. Bu anlayışın temelinde, sendikaların sermaye birikim rejimiyle ve devletin yeniden yapılandırılmasıyla uyumlu çalışmasını sağlamak yer alır.


Louis Althusser’in kavramsallaştırdığı “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA) çerçevesinde sendikalar, başlangıçta emek-sermaye çelişkisini örgütleyerek sınıfın kolektif gücünü açığa çıkaran aygıtlar iken, belirli tarihsel koşullarda bu rol tersine dönebilir. Türkiye’deki kamu sendikacılığı bu dönüşümün açık örneğidir. Sendikalar, giderek devletin ideolojik söylemini yeniden üreten ve onunla uyumlu bir pozisyon alan yapılara evrilmiştir.


Yandaş sendikaların yükselişi, 2001 ekonomik krizi sonrası IMF ve Dünya Bankası'nın yapısal uyum programlarıyla eşzamanlı gelişmiştir. Bu süreçte kamu personel rejimi piyasa ilkelerine uygun biçimde “esnekleştirilmiş”, performans odaklı bir çalışma modeline uyarlanmış  ve liyakat sistemi tahrip edilmiştir. Bu dönüşüm, sendikal alanı da şekillendirmiştir. Memur-Sen gibi konfederasyonlar, hükümet politikalarıyla uyumlu söylemler geliştirerek yalnızca üye kazanmakla kalmamış; aynı zamanda diğer bağımsız sendikaların alanını daraltan hegemonik bir pozisyona gelmiştir.


Fikret Başkaya, “Paradigmanın İflası” adlı eserinde bu durumu şu şekilde ifade eder: “Sisteme eklemlenmiş sendikalar, taleplerin sınırını çizer ve radikal kopuş potansiyelini bertaraf eder.” Bu perspektiften bakıldığında, günümüz yandaş sendikaları yalnızca talepleri ehlileştirmekle kalmamakta, aynı zamanda devletin ekonomik politikalarını meşrulaştıran söylemsel bir rol üstlenmektedir.


Friedrich Ebert Stiftung’un Türkiye ofisi tarafından hazırlanan 2021 tarihli “Sendikal Yolların Ayrımı” raporunda, kamu çalışanlarının önemli bir kısmının sendikaları etkisiz, tepeden yönetilen ve halkla bağını koparmış yapılar olarak gördüğü ortaya konmuştur. Bu tespit, devletle uyumlu sendikacılığın sahadaki karşılığının aslında oldukça sınırlı ve güven bunalımıyla malul olduğunu göstermektedir.

Bu modelin kurumsallaşmasının sonuçlarından biri de, sendikal mücadelenin toplumsal muhalefetle bağının kopması olmuştur. Oysa tarihsel olarak Türkiye’de kamu emekçileri sendikaları (örneğin Eğitim-Sen, Sağlık Emekçileri Sendikası) yalnızca mesleki taleplerle değil, aynı zamanda demokratikleşme, barış, laiklik ve eşitlik gibi taleplerle de özdeşleşmiştir.


Bugün gelinen noktada, bu geleneğin büyük ölçüde bastırıldığı, onun yerine teknik ve ideolojik olarak ehlileştirilmiş bir sendikal rejimin geçerli olduğu açıktır. Bu rejim, sermaye-devlet-yandaş sendika üçgeninde işleyen bir meşruiyet üretim mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın kırılabilmesi için sendikal alanın yeniden politikleştirilmesi, yani emek-sermaye çelişkisini kamusal alana taşıyacak bir yol haritasına ihtiyaç vardır. 


3. Sınıf Sendikacılığı ve Pasif Kolektiften Aktif Özneye Geçiş


Türkiye’de kamu emekçileri sendikacılığı, 1990’lı yıllarda yalnızca maaş ve özlük haklarıyla sınırlı olmayan, toplumsal muhalefetin bir parçası olarak kendini konumlandıran bir yapıdaydı. Ancak 2000’li yıllardan sonra, yukarıda analiz edilen nedenlerle bu sendikacılık anlayışı sistemli biçimde pasifize edildi ve temsil ettiği sınıfın kolektif özneleşme potansiyeli büyük oranda bastırıldı. Bu bölümde, sınıf sendikacılığının tarihsel-siyasal anlamı açıklanacak ve pasif kolektif konumdan aktif özneleşmeye geçişin olanakları tartışılacaktır.


E. P. Thompson, The Making of the English Working Class adlı eserinde, sınıfın bir ekonomik kategori olmaktan çok, tarihsel bir özne olarak ortaya çıktığını savunur. Ona göre sınıf, mücadele içinde oluşur ve kendini tanımlar. Bu bağlamda, memur sınıfının da kolektif bir özne haline gelebilmesi için yalnızca hak arayışı değil, kendini tanıma ve yeniden kurma süreci yaşaması gereklidir. Ne var ki Türkiye’de memur sendikacılığı bu süreci kesintiye uğratan yapılarla kuşatılmıştır.

Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramı, bu dönüşümün nasıl işlediğini kavramamıza yardımcı olur. Gramsci’ye göre, egemen sınıflar yalnızca zorla değil, rıza üreterek egemenliklerini kurarlar. Türkiye’de memur sınıfı üzerindeki hegemonik rıza, “devlete sadakat”, “tarafsızlık” ve “performansa dayalı başarı” gibi kavramlarla yeniden inşa edilmiştir. Bu, kamu emekçilerini sessiz ve depolitize bir topluluğa dönüştürmüştür.


Halbuki sınıf sendikacılığı, sadece ekonomik hakları savunmaz; aynı zamanda eğitim politikalarından adalet sistemine, sağlık hizmetlerinden toplumsal cinsiyet eşitliğine kadar birçok alanda kamusal sorumluluk üstlenir. 1990’larda Eğitim-Sen’in müfredat tartışmaları üzerinden laiklik ve bilimsel eğitim vurgusu yapması, Sağlık Emekçileri Sendikası’nın kamusal sağlık hakkını savunması bu sınıf temelli kolektif öznelliğin örnekleridir.

Pasif kolektif, yani sadece sendikal aidat veren ama sendikal pratiğe katılmayan, karar alma süreçlerinde yer almayan ve çoğu zaman sendikasını bir “sigorta” gibi gören anlayış bugün baskındır. Bu, sermaye-devlet-sendika üçgeninin istediği bir tablodur. Ancak bu tabloyu tersine çevirmek, yalnızca ideolojik değil, pratik bir örgütlenme sorunudur.


Aktif özneleşme için gerekli olan, taban örgütlenmeleridir. Taban meclisleri, işyeri komiteleri ve forumlar yoluyla sendikal yapının demokratikleştirilmesi, üyelerin yalnızca dinleyen değil karar alan, tartışan ve harekete geçen birer özneye dönüşmesi sağlanabilir. Bu noktada “sendikal demokrasi” yalnızca bir yöntem değil, aynı zamanda sınıf bilincinin yeniden inşasının da aracıdır.


Sınıf sendikacılığına dönüş, aynı zamanda sınıfın tarihsel belleğini ve mücadele sürekliliğini yeniden kurma sürecidir. Bu belleği taşıyacak olanlar da, yalnızca geçmişi hatırlayanlar değil, onu bugünün mücadele koşulları içinde yeniden yorumlayan ve dönüştürenler olacaktır. 


4. Sermaye-Devlet-Sendika Üçgeninde Meşruiyet Üretimi


Sendikal alan, yalnızca ekonomik pazarlığın değil, aynı zamanda ideolojik meşruiyetin üretildiği bir siyasal alandır. Türkiye'de memur sendikacılığı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren sermaye-devlet-sendika üçgeni içinde kurulan yeni bir meşruiyet rejimiyle yeniden yapılandırılmıştır. Bu rejim, hem devletin sınıfsal karakterini hem de sermaye birikim sürecini perdeleyen bir “uzlaşma söylemi” üretmiştir.

Nicos Poulantzas’a göre devlet, bir sınıf devleti olmakla birlikte doğrudan tek bir sınıfın değil, sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki çelişkileri yönetmek üzere biçimlenmiş bir formdur. Türkiye’de bu devlet formu, özellikle kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve performansa dayalı hale getirilmesi süreçlerinde belirginleşmiştir. Sendikalar, bu dönüşümün meşruiyetini sağlayan yapılar haline gelmiş; yani bir yandan çalışanların taleplerini “yumuşatarak” sistem içine çekmiş, diğer yandan devletin ve sermayenin politikalarını “hizmetin gereği” olarak sunmuştur.

Bu meşruiyet üretimi üç temel araçla işler:


a. Yasallık Üzerinden Meşruiyet:


4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu çerçevesinde, sendikal faaliyetler tanımlanmış ama sınırlanmıştır. Grev hakkının olmaması, hakem kurulunun belirleyici olması, sendikal eylemlerin disiplin tehdidi altında yapılması gibi kısıtlamalar, sendikaların yalnızca izin verilen çerçevede hareket etmesine yol açar. Bu çerçevede hareket eden sendikalar, “yasal ama etkisiz” bir meşruiyete sahiptir.

b. Uyumlu Söylem Üzerinden Meşruiyet:


Devletin ideolojik aygıtı haline gelen yandaş sendikalar, kamusal söylemde “hizmet aksatılmaz”, “kapsayıcıyız”, “biz devleti yıpratmayız” gibi ifadelerle meşruiyet üretirler. Bu söylem, sadece sendikaların devlete karşı değil, topluma karşı da sorumlu olduğunu ima ederek, muhalefet eden sendikaları “sorun çıkaranlar” olarak gösterir.


c. Medya ve Siyasal Bağlantılar Üzerinden Meşruiyet:


Yandaş sendikaların temsilcileri, iktidara yakın medya organlarında sıkça yer bulmakta; böylece kamusal görünürlük ve algı inşası yoluyla meşruiyet kazanmakta, üyeliklerini artırmakta ve iktidarla olan bağlarını güçlendirmektedir. Bu durum, hem sendikal rekabeti eşitsiz hale getirmekte hem de siyasal bağımsızlığı ortadan kaldırmaktadır.

Bu üç mekanizma birlikte işlediğinde, sahici sınıf taleplerinin kamusal alanda dile gelmesi zorlaşmakta; sendikacılık, “mevcut sistemin paydaşı” haline gelmektedir. Bu modelde muhalif sendikaların meşruiyeti sürekli sorgulanırken, iktidara yakın yapılar “makul ve makbul temsil” konumuna yerleştirilmektedir.

Oysa sendikal meşruiyet, yalnızca yasallıktan ya da kurumsal onaydan değil; sınıfın çıkarlarını kamusal alanda temsil edebilme kapasitesinden doğar. Gerçek anlamda meşru sendikal örgütlenmeler, yalnızca üyelerinin değil, toplumun ortak geleceği için mücadele eden yapılar olarak yeniden düşünülmelidir.


Bu meşruiyet üretim rejiminin kırılması, yalnızca sendikal bağımsızlığı değil, aynı zamanda emek cephesinin siyasal ve toplumsal tahayyülünü yeniden kurmayı gerektirir. Bu da ancak, alternatif örgütlenme biçimleri ve yeni toplumsal ittifak stratejileriyle mümkün olabilir.


5. Toplumsal İlerleme Dinamiği Olarak Sınıf Sendikacılığı


Sınıf sendikacılığı yalnızca işçilerin ya da memurların maddi taleplerini değil, aynı zamanda toplumun siyasal, kültürel ve etik yönelimlerini de etkileyebilen bir dönüştürücü güçtür. Türkiye özelinde, özellikle kamu emekçileri sendikalarının 1990'lı yıllarda üstlendiği rol bu iddiayı doğrular niteliktedir. Eğitim, sağlık, barınma gibi alanlarda sadece üyelerinin değil toplumun geneline dair taleplerin savunulması, sınıf sendikacılığını bir toplumsal ilerleme aracı haline getirmiştir.

Bu bağlamda, kamu emekçileri sendikacılığı, toplumun ilerici kesimleriyle — öğrenci hareketi, kadın hareketi, çevre hareketi, Kürt hareketi gibi — organik bağlar kurabilmiş ve neoliberal otoriterliğe karşı demokratikleşme eksenli bir muhalefetin taşıyıcısı olabilmiştir. Ancak bu tarihsel misyon, 2000’li yıllarla birlikte büyük ölçüde tasfiye edilmiştir.


Sınıf sendikacılığı, kapitalist toplumsal düzenin yeniden üretim mekanizmalarına karşı bir müdahale aracıdır. Bu müdahale sadece ekonomik alanla sınırlı değildir; aynı zamanda ideolojik ve kültürel alanı da kapsar. Pierre Bourdieu’nün “sembolik iktidar” kavramıyla açıklanabilecek biçimde, sınıf sendikacılığı toplumda “normal” kabul edilen hiyerarşileri ve eşitsizlikleri görünür kılarak onları sorgulatabilir.

Bu yönüyle sınıf sendikacılığı, bireysel hakların savunusunu aşar ve kolektif bir etik-politik çerçeve sunar. Bu çerçeve içinde eşitlik, dayanışma, kamu yararı, katılımcılık ve sosyal adalet gibi değerler yalnızca slogan olmaktan çıkar; örgütsel pratiklerle içselleştirilir. Bu değerler aynı zamanda siyasal bir özne yaratır: yalnızca memur değil, “kamunun vicdanı” olma iddiasındaki bir yurttaş figürü.


Bu sendikal yurttaşlık biçimi, temsilî demokrasinin ötesine geçerek, katılımcı ve dönüştürücü bir kamu tahayyülünü mümkün kılar. Bu nedenle sınıf sendikacılığı yalnızca emek hareketinin değil, aynı zamanda demokratikleşme mücadelesinin de asli bir parçasıdır.

Bugün bu rolün yeniden canlandırılabilmesi için sendikal yapılar ile toplumsal muhalefet hareketleri arasında yeniden güvene dayalı, yatay, karşılıklı öğrenmeye açık ilişkiler kurulması gerekmektedir. Sendikaların dar sektörel sınırlarını aşarak mahalle meclisleri, üniversite forumları ve dayanışma ağlarıyla birlikte hareket etmesi, bu sürecin temel dinamiği olabilir.


Toplumsal ilerleme, yalnızca siyasal temsil düzeyinde değil, gündelik yaşamın içinde kolektif değerler üretilerek sağlanabilir. Sınıf sendikacılığı bu değerlerin kurucu zemini, taşıyıcısı ve yaygınlaştırıcısı olma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelin hayata geçmesi, sadece sendikaların değil, toplumun kendisini yeniden kurma cesaretiyle mümkün olacaktır.


6. Stratejik Yol Haritası: Sınıf Sendikacılığını Yeniden Kurmak


Sınıf sendikacılığının yeniden toplumsal ve siyasal bir güç haline gelmesi, yalnızca teorik yeniden inşayla değil, aynı zamanda somut stratejik adımlarla mümkündür. Bu strateji, hem mevcut sendikal yapıların dönüştürülmesini hem de yeni örgütlenme biçimlerinin yaratılmasını içermelidir. Aşağıda bu doğrultuda beş temel stratejik eksen önerilmektedir:


a. Taban Meclisleri ve Yerel Örgütlenme:

Sendikaların yeniden kitleselleşmesi ve tabana dayanması için işyeri komiteleri, alan meclisleri ve tematik dayanışma grupları kurulmalıdır. Bu yapılar, merkeziyetçi ve bürokratik sendikal yapıları dönüştürmenin temel aracıdır. Ayrıca bu yapılanma, sendikaların yerel topluluklarla bağ kurmasını da kolaylaştıracaktır.


b. Sendikal İç Demokrasi ve Anti-Bürokratik Reform:


Sendika yönetimlerinin seçim süreçlerinin şeffaflaştırılması, görev süresi sınırlamaları, rotasyon ilkesi ve hesap verebilirlik mekanizmaları hayata geçirilmelidir. Sendikaların iç yapısında sınıf bilinci kadar demokratik pratiklerin yerleşmesi, uzun vadeli meşruiyet açısından zorunludur.


c. Toplumsal Hareketlerle Stratejik İttifaklar:


Kadın hareketi, gençlik hareketi, çevre hareketi, kent hakkı mücadelesi gibi öznelerle somut talepler etrafında kurulan ittifaklar, sendikaların toplumsallaşmasını sağlar. Bu ittifaklar, sınıf sendikacılığını geniş bir özgürlükçü toplumsal muhalefetin parçası haline getirebilir.


d. Siyasal Bilinç ve Eğitim:

Üyelere yönelik yaygın ve sürekli bir sınıf eğitimi programı oluşturulmalıdır. Bu program yalnızca mevzuat bilgisi değil; sınıf tarihi, kapitalizm eleştirisi, demokratik mücadele biçimleri gibi içerikler taşımalıdır. Ayrıca dijital araçlarla yaygınlaştırılacak kısa videolar, forumlar ve atölyelerle bu eğitim etkinliği kitleselleştirilebilir.


e. Grev Hakkı ve Kamusal Muhalefet:


Sendikal mücadelenin etkili olabilmesi için grev hakkı anayasal bir hak olarak talep edilmeli ve bu hak için sürekli bir kampanya yürütülmelidir. Ancak grev yalnızca ücret için değil, kamu hizmetlerinin niteliği, demokratikleşme ve sosyal adalet gibi siyasal hedefler için de kullanılmalıdır.

Bu stratejiler, yalnızca sendikal alanda değil, toplumun siyasal kültüründe de bir dönüşüm yaratabilir. Çünkü sınıf sendikacılığı sadece mevcut sorunlara yanıt üretmekle kalmaz, aynı zamanda başka bir toplum tahayyülünü mümkün kılar. Bu tahayyülün ilk adımı ise, örgütlü iradenin kolektif olarak yeniden kurulmasıdır. 


7. Sonuç ve Değerlendirme



Türkiye’de memur sendikacılığı, uzun yıllar boyunca toplumsal muhalefetin ve demokratikleşme mücadelelerinin taşıyıcı gücü olabilecek bir potansiyele sahipti. Ancak 2000’li yıllarda neoliberal yeniden yapılandırma ve otoriterleşme süreçleriyle birlikte bu potansiyel sistematik olarak bastırıldı. Devletin sınıfsal karakteri ile sermayenin yeniden üretim ihtiyaçları arasında kurulan uyumlu yapı, yandaş sendikacılığı teşvik etti; sınıf sendikacılığını ise marjinalleştirdi.


Bu durumun sonucu, kamu emekçilerinin ücretlerinin yoksulluk sınırının altında kalması, iş güvencesinin zayıflaması, liyakat sisteminin çökmesi ve siyasal hak arama bilincinin büyük ölçüde ortadan kalkması oldu. Sınıfın kolektif özneleşme yetisi pasifize edildi, sendikalar birer bürokratik uzantıya dönüştü.


Bu çalışma göstermiştir ki, memur sendikacılığı mevcut haliyle yalnızca etkisiz değil, aynı zamanda toplumsal ilerleme potansiyelini durduran bir yapıya dönüşmüştür. Bu kısır döngünün kırılması, sınıf perspektifinden kurulan, kamunun kolektif çıkarını esas alan, sermayeye karşı tarihsel bir özne olmayı hedefleyen bir sendikal anlayışın yeniden inşasını zorunlu kılar.


Bu yeni anlayış için önerilen stratejik yol haritası; taban demokrasisi, iç reform, toplumsal ittifaklar, sınıf eğitimi ve grev hakkı gibi başlıklarda somut adımlar içermektedir. Ancak daha da önemlisi, bu yeni sendikacılık biçimi yalnızca emekçiler için değil, toplumun bütününe dönük bir dönüşüm vizyonu sunmalıdır. Çünkü sınıf mücadelesi, yalnızca ücret pazarlığı değil; adalet, özgürlük ve eşitlik talebidir.


Sınıf sendikacılığının yeniden inşası mümkün olduğu kadar acildir de. Çünkü gecikilen her yıl, yalnızca hak kaybı değil; bir neslin demokratik bilinçten ve dayanışma duygusundan yoksun büyümesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle bu çağrı, yalnızca sendikacılara değil; eğitimcilere, sağlıkçılara, teknisyenlere, mühendislere ve her düzeyde kamu emekçisine yöneltilmiş bir ortak irade çağrısıdır:


Emek, toplumu dönüştürebilir; yeter ki kendini yeniden örgütlesin.


-----------------------------------------------------------------------------


(*) : Sınıf sendikacılığı derken, ücret se

ndikacılığının tam karşıtı sosyalist sendikacılık değil, sendikal hareketin ait olduğu sınıfın çıkarlarını temsil etme kapasitesi anlaşılmalıdır. 








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN..

KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Oğlumun arkadaşı ile oyuncak kavgası!...