Zamanın Labirentinde Kaybolmak: Paylaşılamayan Anlar, Geriye Doğru Büyüyen Yaslar
I. Güller Solarken ve Hafızanın Tetiklediği Zaman
"Hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca, insan elde kalan son güllerin üzerine titrer. Kuruyup gitmesinler diye, sabahtan akşama kadar onları sulayıp okşuyorum: ‘Hatırlıyorum, hatırlıyorum ki unutmayayım!’" der Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta. Bu cümle, belleğin yalnızca geçmişi taşıyan bir depo olmadığını, aynı zamanda zamanın geçiciliğini fark ettikçe giderek daha fazla anlam yüklediğimiz kırılgan bir alan olduğunu gösterir. İnsan, yaşlandıkça ya da yaşamın sabitlenmiş anları içinde sıkıştıkça, artık akmayan zamanın içinden geriye dönüp kalanlara sarılma ihtiyacı duyar. Ancak ne kadar tutmaya çalışırsak çalışalım, o anlar elimizden kayar; ve belleğin tesellisi, çoğu zaman zamanın geçiciliğine atılmış çaresiz bir düğüm gibidir.
Geçmişin üzerine titremek, aslında onun geri gelmeyeceğini bilerek yaşanan bir yas sürecidir. Üstelik bu yas, yalnızca sevdiklerimizin kaybıyla değil, aynı zamanda bizi biz yapan düşünce kalıplarının, değer yargılarının, gündelik alışkanlıkların da yitimiyle ilgilidir. Eskiden anlamlı olan sözcükler artık yadırganır, toplumsal beğeniler değişir, estetik duyarlılıklar zamanla farklılaşır. Böylece kişi, deneyimleri ne kadar derin olursa olsun, yeni dünyada o deneyimlerin karşılık bulamadığını fark ederek bir eşiğe gelir: deneyimlerin aktarılamadığı, yankı bulmadığı bir eşik.
Bu hissin bir izdüşümünü Proust'un yedi ciltlik dev yapıtı Kayıp Zamanın İzinde’de buluruz. Proust’a göre zaman, saatle ölçülen bir nicelik değil; içsel olarak yaşanan, dalgalı ve katmanlı bir akıştır. Bu fikir, büyük ölçüde Henri Bergson'un "durée" yani "süre" kavramından etkilenmiştir. Bergson, zamanın mekanik bir tıklama değil, bilinçte akan bir bütünlük olduğunu savunur. Proust’un karakteri bir madeleine kurabiyesini çaya batırdığında geçmişin tamamı bir anda canlanır; belleğin en kuytusunda gizlenen anılar tetiklenir. Zaman burada geriye doğru genişleyen bir tünel gibidir—aniden bir tat, bir koku ya da bir müzikle bilinçte aydınlanır ve kişiyi geçmişin yoğunluğuna çeker.
Ancak geçmişe dair bu yolculuk her zaman teselli sunmaz. Zira hatırlamak, zamanın geçip gittiğini daha da derinden fark ettirir. Hafızaya tutunmak, her hatırlamada biraz daha yaşlandığını hissetmek demektir.
II. Zamanın Tersten Aktığı Hikâyeler ve Paylaşılamayan Anlar
David Fincher'ın Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi adlı filmi, zamanın tersten aktığı bir yaşamı konu alır. F. Scott Fitzgerald'ın aynı adlı kısa hikâyesinden uyarlanan bu filmde Benjamin, yaşlı bir adam olarak doğar ve bebekliğe doğru gençleşerek ölür. Bu sıra dışı anlatı, başlangıçta seyirciye büyülü ve eğlenceli bir fikir gibi gelir: yaşlılığın yükünü gençlikte taşımak, belki de idealize edilmiş bir hayattır. Ancak zaman ilerledikçe bu ters yolculuk, hayatın doğallığını bozan bir trajediye dönüşür.
Benjamin'in hikâyesinde en vurucu olan şey, zamanın eşleşmeyen ritimler yaratmasıdır. Sevdiği kadın Daisy ile yaşadıkları aşk, yalnızca ikisinin fiziksel yaşlarının çakıştığı kısa bir döneme sığar. Öncesi ve sonrası, birinin yaşlanıp diğerinin gençleştiği zıt yönlü akışlarla doludur. Bu, zamanın paylaşılabilirliğine dair temel bir kırılmayı gözler önüne serer. İki insanın deneyimlerinin ortak bir anda buluşamaması, en büyük yakınlıkların bile en sonunda yalnızlığa varacağını hatırlatır.
Benjamin Button’ın finali, yaşlılığın çocukluğa benzediği bir sahnede sonlanır. Bu görüntü, insan yaşamının döngüselliğini değil, hatıraların silinip kimliğin çözüldüğü bir noktaya varışını simgeler. Tıpkı hafızası kaybolmuş bir yaşlının gözlerinde beliren boşluk gibi, Benjamin’in gözlerinden de zaman akıp gider. Burada zaman yalnızca geçmekle kalmaz, aynı zamanda kişiliği, belleği ve anlamı da siler. Zaman, kendi izini sile sile geçer.
İşte tam da bu noktada, paylaşılamayan zaman ortaya çıkar. Anılar, yalnızca bireyin içsel evreninde yaşamaya başladığında ve bir başkasıyla anlamlı bir ortaklık kuramadığında, kişi kendi içsel hücresine çekilir. Sosyologların ve filozofların sıklıkla incelediği bu olgu, "intersubjektif zaman"ın çöküşü anlamına gelir. Yani bir zaman yalnızca bireysel olarak yaşanır, ama toplumsal olarak paylaşılmazsa, o zaman boğucu bir yalnızlığa dönüşür. Proust’un belleği derinleştiren hatıraları da, Benjamin’in tersine akan zamanı da, Kara Kitap’taki kuruyan gül bahçeleri de aynı noktada birleşir: zaman geçer, ama paylaşılmazsa içimize çöker.
Sonuç olarak, zaman bir nehir değil, bir labirenttir. Kimi zaman kendimizi bu labirente bilerek atarız; kimi zaman çıkmaz sokaklarında dolaşırken, "şimdi"yi tutmaya çalıştıkça o bizden uzaklaşır. Ve nihayetinde, paylaşılmamış zamanlar yalnızca geçmişi değil, bugünü de siler. Belleğimizde titizlikle sakladığımız anlar, anlatılamaz hale geldiğinde, hafızamız bir sığınağa değil, bir hücreye dönüşür. İşte bu yüzden, zamanın trajedisi sadece geçip gitmesinde değil, paylaşılamamasında gizlidir.
Yorumlar