Marksist bir Perspektiften Kürt Sorunu
Giriş: Yaklaşık 30–40 milyonluk nüfuslarıyla Kürtler, dünyanın devletsiz en büyük ulusu olarak anılır ve bir asırdır kendi kaderini tayin mücadelesi vermektedir. Marxist kuramda “uluslar sorunu” olarak nitelenebilecek bu durum, kapitalizmin ve emperyalizmin bölgesel dinamikleriyle iç içe geçmiştir. 20. yüzyıl başında birçok halk ulus-devletlerini kurarken, Kürtlerin coğrafyası ve stratejik kaynakları emperyal güçlerin paylaşım planlarına dâhil edildi. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Sevr (1920) Antlaşması Kürtlere bağımsızlık ihtimali tanısa da uygulanamadı; Lozan (1923) Antlaşması ile Kürdistan toprakları Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında paylaştırıldı ve Kürtlerin kolektif ulusal talepleri fiilen boşa çıkarıldı. Bu yeni ulus-devletlerin hiçbirinde Kürtlere politik veya kültürel haklar tanınmadı; kendi kimliklerini koruma çabaları uzun süre “iç tehdit” muamelesi gördü. Marksist açıdan bakıldığında, Kürtlerin devletleşememe sorunu yalnızca etnik bir mesele değil, aynı zamanda bölgedeki sınıfsal güç dengelerinin ve emperyalist çıkarların bir yansımasıdır. Lenin, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunarak emperyalizmin zayıflatılmasını hedeflemişti; nitekim Kürt meselesi de emperyalizmin böl-yönet stratejileri ve bölgedeki burjuva devletlerin baskıları ekseninde şekillenmiştir. Bu makalede, Kürtlerin tarihsel mücadelelerini ve güncel jeopolitik konumlarını Marksist bir perspektifle ele alarak, uluslaşma süreçlerinden sınıf mücadelesine uzanan çok boyutlu dinamikleri inceleyeceğiz.
Kürtlerin Tarihsel Kökenleri ve Coğrafi Dağılımı:
Yeşil alanlar Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri göstermektedir (CIA, 1992). Kürtler, Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olup İran, Anadolu ve Mezopotamya’nın kesişimindeki dağlık bölgelerde tarihsel bir varlık sürdürmüştür. Bu coğrafya, tarihin büyük bölümünde merkezi imparatorlukların sınır periferisinde kaldığı için, Kürt toplulukları uzun süre yarı özerk beylik ve aşiret yapıları halinde yaşamıştır. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı ve Safevi imparatorlukları arasında bölünmüş olan Kürdistan’da çeşitli Kürt beyleri hüküm sürmüş; ancak 1639’da çizilen Osmanlı-İran sınırı ve yüzyıllar süren savaşlar sonucu köy ve kasabalar harap olmuş, Kürt nüfus zorunlu göçlere maruz kalmış ve bölge ekonomik açıdan geri bırakılmıştır. Dağlık arazi yapısı, merkezi otoritelerin bölgeyi denetlemesini zorlaştırdığı için Kürtlere görece özerklik sağlarken, aynı zamanda güçlü bir merkezi devlet geleneği oluşmasını engellemiştir. Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki merkezileşme hamleleriyle Kürt emirlikleri birer birer ilga edilmiş; 1847’ye gelindiğinde bağımsız hiçbir Kürt idari birimi kalmamıştı. Devletin Kürt beyliklerinin arazilerine el koyması, bölgede güç boşluğu yaratmış; aşiret ağları ve feodal ilişkiler daha da pekişerek ekonomik geri kalmışlığı derinleştirmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında cetvelle çizilen sınırlar da Kürtlerin yaşadığı dağlık kuşakları dört ayrı devlete böldü. Sonuç olarak modern Kürt coğrafyası, Kuzey Kürdistan (Güneydoğu Türkiye), Güney Kürdistan (Kuzey Irak), Doğu Kürdistan (Batı İran) ve Batı Kürdistan (Kuzey Suriye) olarak adlandırılan parçalardan oluşmaktadır. Bu geniş alana yayılan Kürt nüfusu kültürel açıdan güçlü bir birlik duygusuna sahip olsa da, farklı lehçeler, inançlar ve aşiret aidiyetleri bakımından çeşitlilik gösterir. Dağlık arazinin getirdiği ulaşım zorlukları ve merkezi otoritelerin ihmali, bölgenin ekonomik olarak kalkınmasını engellediği gibi Kürtlerin uluslaşma sürecini de sekteye uğratmıştır.
Uluslaşma Sürecinde Kaçırılan Fırsatlar: Kürtlerin modern ulus-devletler çağında kendi devletlerini kuramamış olması, büyük ölçüde emperyalist müdahaleler ve bölgesel güç dengeleriyle ilgilidir. 1916’daki gizli Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı Kürdistanı’nı İngiliz ve Fransız nüfuz bölgeleri arasında pay etmeyi öngörüyordu. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın yenilgisiyle gündeme gelen Sevr Antlaşması (1920), Kürtlere özerklik ve ardından bağımsızlık referandumu vaat etmişti. Antlaşmanın 64. maddesi uyarınca, bir yıl içinde Kürtlerin çoğunlukta olduğu topraklarda halkoyu ile bağımsızlık kararı alınabilecekti. Ne var ki, Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde yükselen milli mücadele ve büyük güçlerin değişen hesapları bu vaatleri gerçekleştirmedi. 1923 tarihli Lozan Antlaşması, Türk egemenliğini uluslararası tanınırlığa kavuştururken, Kürtlerin statüsü konusunda herhangi bir hüküm içermiyordu. Devamında 1926’da çizilen Türkiye-Irak sınırı ile petrol zengini Musul vilayeti Irak’a bırakılırken, Türkiye’ye 25 yıl süreyle Musul petrol gelirinin %10’u verildi; bu pazarlığın bir parçası olarak Kürtlerin devletleşme umutları feda edildi. Böylece Kürt halkı dört ayrı devletin tebaası haline getirildi ve ulusal talepleri uluslararası diplomasi sofrasında görmezden gelindi.
İlerleyen on yıllarda da Kürtler bağımsız bir devlet kurma fırsatı yakalayamadı. II. Dünya Savaşı sonrasında İran’ın kuzeyinde Sovyet destekli kısa ömürlü Mahabad Kürt Cumhuriyeti (1946) ilan edildi, ancak Sovyetler Birliği’nin bölgeden çekilmesiyle İran ordusu bu cumhuriyeti aynı yıl içinde yıktı ve Kürt lider Qazi Muhammed’i idam etti. 1960’lardan itibaren Irak’taki Molla Mustafa Barzani önderliğindeki Kürt hareketi, önce Bağdat yönetimiyle otonomi müzakereleri yapmış ancak anlaşmazlık çıkınca silahlı mücadeleye devam etmişti. Bu mücadele sırasında Kürtler zaman zaman emperyalist güçlerden destek görse de (örneğin 1970’lerde ABD ve İran, Sovyet yanlısı Bağdat’a karşı Irak Kürtlerini silahlandırdı), bu destekler daimi olmadı. Nitekim 1975’te ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İran Şahı ile gizli bir anlaşma sonucunda Kürtlere yardımı aniden kesti; İran-Irak arasında imzalanan Cezayir Anlaşması’yla Şah Kürtleri satmış, ABD de desteğini çekmişti. Kürt liderlerin ABD’ye yardım çağrıları cevapsız kaldı ve Irak ordusu korumasız kalan peşmergeleri kolayca ezdi. Sonuç felaket oldu: Binlerce kayıp verildi, yaklaşık 200 bin Kürt mülteci durumuna düştü. CIA’nın hazırladığı ünlü Pike Raporu, eğer ABD böylesine “sinsice” bir şekilde Kürtleri ayaklandırıp ortada bırakmasaydı muhtemelen Barzani’nin Irak’la otonomi pazarlığını başarıyla sonuçlandıracağını, gereksiz yere onca kan dökülmeyebileceğini vurgulamıştır. Bu hadise, emperyalist güçlerin Kürt meselesine yaklaşımındaki ikiyüzlülüğü çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Özetle, 20. yüzyıl boyunca Kürtlerin kendi devletlerini kurma girişimleri ya uluslararası anlaşmalarla engellenmiş ya da büyük güçlerin çıkarlarına kurban edilmiştir. “Bir koloninin dahi en azından hukuki bir statüsü vardır; oysa Kürtler dört ülkeye bölünmüş halleriyle ‘koloni bile olamayan bir ulus’ konumuna düşürülmüştür” tespiti, kaçırılan tarihsel fırsatların büyüklüğünü anlatmaktadır.
Asimilasyon ve Direniş: Kürtlerin devlet kuramadan farklı ulus-devletlerin sınırları içinde kalması, onları yoğun bir asimilasyon politikasının hedefi haline getirdi. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de merkezi yönetimler Kürt kimliğini bastırmak, tek bir ulus formu yaratmak için sert tedbirlere başvurdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren uyguladığı asimilasyon politikaları bunun tipik bir örneğidir. 1925’teki Şeyh Sait İsyanı ve 1937-38 Dersim Direnişi gibi erken dönem Kürt ayaklanmaları, Ankara hükümetince kanlı şekilde bastırıldı. Tek parti döneminde Kürt varlığı inkâr edilerek “Dağ Türkleri” denildi; Kürtçe dilini ve hatta Kürt adlarını kullanmak yasaklandı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, “ülkemizde yaşayanları ne pahasına olursa olsun Türkleştirmeliyiz, Türk olmayanları yok edeceğiz” diyerek devlet politikalarını özetliyordu. Bu doğrultuda yıllar içinde yüz binlerce Kürt zorunlu iskâna tabi tutuldu, köyler boşaltıldı; Kürt kimliğini çağrıştıran her türlü kültürel öğe –şarkılar, kıyafetler, yer adları– yasaklandı. Benzer şekilde Irak’ta Baas rejimi, özellikle 1980’lerde, Kürtleri Araplaştırma ve imha kampanyaları yürüttü. 1988’de Saddam Hüseyin’in emriyle gerçekleştirilen Enfal Harekâtı ve Halepçe kimyasal katliamı, Kürt nüfusu kitlesel kıyıma uğrattı. İnsan Hakları Watch’ın raporuna göre Enfal sırasında yaklaşık 50.000 ila 100.000 Kürt sivil öldürüldü, bin civarında köy haritadan silindi. Suriye’de ise 1962’de yapılan “istisnai nüfus sayımı” sonucunda 120 bin Kürt (Suriye Kürtlerinin %20’si) keyfi biçimde vatandaşlıktan çıkarıldı. Bu insanlar “yabancı” ilan edilerek eğitim, sağlık, mülkiyet gibi temel haklardan mahrum bırakıldı ve kuzeydeki Kürt bölgelerine Arap nüfus yerleştirilerek demografik yapı değiştirilmek istendi. İran’da da Pehlevi Hanedanı döneminde benzer şekilde Kürt dili ve kültürü baskı altına alındı; isyan eden aşiret liderleri idam edildi (örneğin 1947’de Mahabad liderlerinin idamı).
Ancak tüm bu asimilasyon politikaları karşısında Kürtler çeşitli direniş biçimleri geliştirdiler. Bir yandan silahlı başkaldırılar eksik olmadı: 1920’lerden 30’lara Türkiye’de Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanmaları, 1961’de Irak’ta Molla Barzani’nin başlattığı isyan, 1970’ler ve sonrasında İran Kürdistanı’nda ve Suriye’de ortaya çıkan daha küçük çaplı isyanlar hep ulusal varlığı koruma çabasının tezahürleriydi. Öte yandan, askeri güç dengesizliği nedeniyle bu ayaklanmalar bastırıldıkça Kürt direnişi yeni stratejilere evrildi. 20. yüzyılın ikinci yarısında Kürt hareketleri giderek örgütlü siyasi partiler ve gerilla hareketleri şeklini aldı. Irak’ta 1960’lardan 90’lara dek Barzani liderliğindeki KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) ve Celal Talabani liderliğindeki YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) hem Bağdat’a karşı silahlı mücadele yürüttü hem de uluslararası dengeleri kullanarak otonomi elde etmeye çalıştı. Türkiye’de 1984’te silahlı mücadeleye başlayan PKK (Kürdistan İşçi Partisi), on yıllardır süren gerilla savaşıyla devletin asimilasyon politikalarına meydan okudu. 1990’lardan itibaren Kürt halkının önemli bir kısmı büyük şehirlere göç edip işçi sınıfının parçası haline geldikçe, direnişin kültürel ve siyasal boyutu da güçlendi. Mesela uzun yıllar yasaklı olan Newroz (Nevroz) bayramının kitlesel kutlamaları, dil kursları ve yayın faaliyetleri, hapisteki politikacıların açlık grevleri gibi yöntemler Kürtlerin kimlik mücadelesinin parçası oldu. Her ne kadar Türkiye, Suriye, İran ve Irak merkezi yönetimleri dönem dönem tavizler verse de (örneğin Irak’ta 1991 Körfez Savaşı sonrası kuzeyde fiilî bir Kürt bölgesi oluşması, Türkiye’de 2000’lerde Kürtçe TV yayınının başlaması gibi), Kürtlerin öz yönetim talepleri sürekli kısıtlandı. Komşu ülkelerdeki Kürt hareketleri de birbirini etkileyerek süreklilik kazandı; bir ülkedeki isyan veya kazanım, diğerinde domino etkisi yaratabildi. Sonuçta asimilasyon politikaları hiçbir devlette Kürt sorununu çözmezken, Kürtlerin direniş azmini bilemiş ve ulusal bilinç düzeyini arttırmıştır.
Ekonomi, Sınıf Mücadelesi ve Ulusal Kimlik: Kürtlerin ulusal mücadelesi incelenirken, bunun sınıfsal boyutunu göz ardı etmek mümkün değildir. Geleneksel Kürt toplumunun feodal yapısı ve aşiret aristokrasisi, ulusal hareketin liderlik şeklini ve halk desteğini tarih boyunca etkilemiştir. 20. yüzyıl ortalarına dek Kürt isyanlarına çoğunlukla toprak ağaları, şeyhler veya aşiret reisleri önderlik etti. Bu durum, yer yer çelişkili sonuçlar doğurdu: Bir yandan bu ileri gelenler kendi ayrıcalıklarını korumak adına merkezi hükümetlerle uzlaşmaya gidebilirken (örneğin Osmanlı ve İran, bazı Kürt aşiret liderlerini maaşa bağlayarak sadakatini sağlamıştı), diğer yandan sıradan Kürt emekçilerinin ulusal uyanışı gecikti. Feodal bağların güçlü oluşu, modern anlamda bir Kürt burjuvazisinin ve kentli orta sınıfının geç ortaya çıkmasına neden oldu. Nitekim akademik araştırmalar, Kürt milliyetçiliğinin bir ideoloji olarak ortaya çıkışının, Kürtlerin bir “ulus” haline gelişinden önce geldiğini; bunun da büyük ölçüde kırsal ve aşiret temelli bir toplumda, şehirli orta sınıf yerine geleneksel elitlerin inisiyatifiyle gerçekleştiğini belirtir. Bu “geleneksel önderlik” ile değişen toplumsal yapı arasındaki çelişki, Kürt hareketinin sürekliliğini zorlaştıran etkenlerden biri olmuştur. 1990’lara gelindiğinde Kürt nüfusunun yarıya yakını şehirlerde yaşar hale gelip köylerdeki feodal üretim ilişkileri büyük ölçüde çözülse de, hareketin pek çok siyasi liderinde eski toprak ağalığı zihniyetinin izleri görülebiliyordu.
Marksist bir analiz, ulusal baskıyla sınıfsal sömürünün iç içe geçtiğine vurgu yapar. Özellikle Türkiye’de devlet, 1950’lerden itibaren Kürt bölgelerinde “ileri gelen aileleri” kendi yanına çekerek bir kontrol mekanizması kurdu. Çok partili hayata geçişle birlikte, Kürt büyük toprak sahipleri ve şeyh aileleri Ankara’daki iktidar partileriyle çıkar ilişkileri geliştirdi. Bu sayede devlet, doğrudan inkâr ve şiddet politikalarını bir nebze yumuşatarak, bölgedeki ekonomik ve sosyal statükoyu korudu. Ancak bu strateji, Kürt halkının ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülüğü kaderine terk etmek anlamına geliyordu. Devlet, örneğin toprak reformu yaparak feodal yapıyı çözmek ya da geri kalmış Kürdistan bölgelerine sanayi yatırımı yapmak gibi adımları atmadı. Aksine, varlıklı Kürt aileler “aracılığıyla” bölgeyi yönetme politikası izlendi; bunun sonucunda topraksız kalan köylüler kitleler halinde Batı Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Bu durum, Marx’ın deyimiyle Kürdistan’ı metropollerin bir “iç sömürgesi” konumuna itiyordu. Nitekim Türk solunda İsmail Beşikçi gibi düşünürler, Kuzey Kürdistan’ı bir “uluslararası koloni” olarak nitelemiş, dört devlet arasında paylaşılan Kürtlerin klasik sömürge halklarından bile daha zor bir konumda olduğunu ileri sürmüştür.
Öte yandan, Kürt hareketleri içinde de zamanla belirgin bir sol-sınıfsal damar gelişti. 1960’lardan itibaren Orta Doğu’daki anti-emperyalist rüzgâra paralel olarak pek çok Kürt genci sosyalizmle tanıştı. Bunun en somut örneği, 1978’de Abdullah Öcalan liderliğinde kurulan PKK’nın ideolojik çizgisidir. PKK, kuruluş bildirgesinde Marksist-Leninist kuramı Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin kılavuz ideolojisi ilan etti. Örgütün amacı, “Kürt halkını emperyalist sömürüden kurtarmak ve demokratik halk diktatörlüğüne dayanan, nihai hedefi sınıfsız topluma varmak olan bağımsız ve birleşik bir Kürdistan kurmak” olarak belirlenmişti. Bu söylem, Kürt mücadelesini bölgedeki kapitalist düzene ve emperyalizme karşı genel bir başkaldırıyla ilişkilendiriyordu. PKK pratikte de feodal kalıntılara meydan okuyarak yoksul köylülere ve gençlere dayanan bir gerilla savaşı yürüttü; hatta ilk yıllarında devletle işbirliği yapan bazı toprak ağaları ve aşiret reislerini hedef aldı. Benzer şekilde, Irak Kürt hareketinin sol kanadı olan YNK’nin programında da toprak reformu ve işçi hakları gibi talepler vardı. Bu bağlamda Kürt hareketi içinde, “ulusal kimlik mi önce gelir sınıf mı” tartışması da zaman zaman su yüzüne çıktı. Örneğin 1970’lerde Türkiye’de bazı sol fraksiyonlar Kürt sorununu proletarya devrimi sonrasına ertelerken, Kürt sosyalistleri ayrımcılığın ancak devrimci bir mücadeleyle son bulacağını savundu. Günümüzde de Kürt siyasi hareketi, özellikle Türkiye’de HDP gibi partiler aracılığıyla, emekçiler, kadınlar ve ezilen diğer etnik-dini gruplarla ortak bir demokrasi mücadelesi söylemini benimsemektedir. Özetle, Kürtlerin özgürlük arayışı salt etnik kimliğe indirgenemeyecek kadar çok katmanlıdır; feodalizmden kapitalizme geçiş sancıları, sınıfsal eşitsizlikler ve sosyal adalet talepleri bu mücadelenin ayrılmaz parçalarıdır.
Günümüzde Kürtlerin Jeopolitik Konumu: Soğuk Savaş’ın bitimi ve özellikle 2000’li yıllarda Orta Doğu’da yaşanan dönüşümler, Kürtlerin stratejik önemini yeniden artırmıştır. Özellikle Suriye iç savaşı bağlamında ortaya çıkan Rojava deneyimi, Kürt hareketinin dünya çapında ilgi görmesine yol açtı. 2012’den itibaren Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeler fiilen Şam’ın denetiminden çıkınca, PYD önderliğinde bir özerk yönetim modeli kurulmuştur. Rojava (Resmî adıyla Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi), ideolojik temelini Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik konfederalizm” kavramından alıyor. Bu model, merkezi ulus-devlet anlayışına alternatif olarak yerelden yönetime, doğrudan demokrasiye ve halk meclislerine dayalı bir siyasal örgütlenme öngörüyor. Nitekim Rojava’da köy, belde ve kanton düzeyinde halk meclisleri oluşturulmuş; farklı etnik ve dini toplulukların (Kürt, Arap, Süryani vs.) yönetime katılımı sağlanmış durumdadır. Yönetimde kadın-erkek eşbaşkanlık sistemi uygulanarak toplumsal cinsiyet eşitliği gözetilmiş; her idari birimde bir kadın ve bir erkek eşbaşkan bulunması kuralı getirilmiştir. Kadınlar ayrıca YPJ adıyla öz savunma birlikleri kurmuş ve IŞİD’e karşı mücadelede ön saflarda yer almıştır. Rojava’nın ekonomi-politiği de klasik piyasacı kapitalizmden farklı bir doğrultuda şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Özyönetim, özel mülkiyetin mutlak olmadığı, kooperatiflerin ve komünlerin yaygınlaştığı, kaynakların toplum yararına paylaştırıldığı bir “demokratik sosyal ekonomi” inşa etmeyi hedefliyor. Öcalan’ın Murray Bookchin’den esinlendiği ekolojik toplum vurgusu doğrultusunda tarım ve enerji alanında çevre dostu projeler teşvik ediliyor. Elbette Rojava deneyimi, yıllardır süren savaşın ve ambargoların gölgesinde, pratik zorluklarla karşı karşıya. Ancak tüm eksiklerine rağmen, Orta Doğu’da otoriter ulus-devlet modellerine alternatif bir yönetim pratiği sunması bakımından önem taşıyor.
Kürtlerin güncel jeopolitiğinde bir diğer boyut, uluslararası güçlerle kurulan karmaşık ilişkilerdir. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Kürt hareketleri, büyük devletlerin çıkar hesaplarının hem nesnesi hem öznesi durumunda. Bir yandan ABD başta olmak üzere Batılı güçler, IŞİD’le mücadele veya İran nüfuzunu dengeleme gibi gerekçelerle Kürtlere taktiksel destekler sunuyor; diğer yandan aynı güçler, NATO müttefiki Türkiye’yi veya merkezi Irak hükümetini küstürmemek adına Kürtlerin kalıcı statü kazanmasına mesafeli duruyor. Örneğin ABD, Suriye’de YPG güçlerini silahlandırıp onlarla birlikte IŞİD’e karşı savaşmış olsa da 2019’da Türkiye’nin baskısıyla bölgeden kısmen çekilerek Kürtleri zorlu bir duruma düşürdü. Yine ABD’nin müttefiki olduğu Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bile 2017’de bağımsızlık referandumu yaptığında Washington bu girişime destek vermediğini açıkladı; Irak’ın toprak bütünlüğünü öncelik saydı. Benzer şekilde Rusya da Suriye’de Kürtlerle zaman zaman işbirliği yapmasına rağmen, nihai olarak Esad rejiminin onayı olmaksızın bir Kürt özerk yönetimini tanımayacağını belli etti. İsrail ise Kürtlerle ilişkisini daha farklı bir eksende tutuyor. 1960’lardan bu yana gizli şekilde Irak Kürtlerine askeri ve istihbarî yardım sağlayan İsrail, Kürtleri çevre Arap ülkelere karşı stratejik bir müttefik olarak görüyor. 2017 referandumu öncesi açıkça bağımsız Kürdistan’ı destekleyen tek ülkenin İsrail olması da bu tarihsel ilişkinin bir yansımasıdır. İsrail Başbakanı Netanyahu, “Kürtlerin kendi devletlerine kavuşma çabasını meşru ve desteklenmesi gereken bir hedef” olarak tanımlamıştır. Öte yandan İran, Türkiye ve Arap dünyası, Kürtlerin herhangi bir kazanımını kendi toprak bütünlüklerine tehdit saydıkları için bu konuda İsrail ve ABD ile ters düşebilmektedir.
Kürt hareketlerinin emperyalizmle ilişkisi, kendi içlerinde de tartışma konusudur. Özellikle sol tandanslı Kürt örgütleri, dış desteğin kısa vadeli avantaj getirse de uzun vadede bağımlılık yaratabileceği konusunda temkinlidir. PKK ve ona yakın hareketler, ABD veya herhangi bir emperyal güçle açıktan ittifak kurmaktan kaçınırken; Suriye ve Irak’taki bazı Kürt grupları “düşmanımın düşmanı dostumdur” pragmatizmiyle hareket etmektedir. Bu denge siyaseti, zaman zaman Kürtler arasında görüş ayrılıklarına yol açsa da realitenin dayattığı bir durumdur. Sonuçta hem Washington hem Moskova, Kürt kartını kendi çıkarları için oynayabileceklerini gösterdiler; Kürtler ise büyük güçlerin desteğine tamamen bel bağlamanın acı tecrübelerini defalarca yaşadılar (1975 ve 1991’de ABD’nin Irak Kürtlerini yüzüstü bırakması, 2019’da yine benzer bir tablo vb.). Bu nedenle günümüzde Kürt önderleri, uluslararası destek arayışını sürdürmekle birlikte, kazanımlarını garantileyecek yegâne gücün kendi öz örgütlülükleri olduğunun farkındalar. Rojava’da oluşturulan halk meclisleri ve öz savunma gücü bunun bir yansımasıdır; aynı şekilde Irak Kürdistanı’nın 2005’ten beri fiilen federal bir bölge olarak kendi idaresini güçlendirmesi de dış dengelerden bağımsız bir iç konsolidasyon çabasıdır.
Sonuç: Kürtlerin tarihsel mücadelesi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizm, bölgesel siyaset ve sınıf mücadeleleri gibi birçok boyutun kesişiminde şekillenen özgün bir olgudur. Marksist bir perspektifle bakıldığında, Kürt sorununun kalıcı çözümü ne salt etnik temelli bir ayrışmada ne de emperyalist güçlerin himayesinde görülmelidir. Aksine, Kürtlerin kurtuluşu bölge halklarının ortak demokrasi ve özgürlük mücadelesine bağlıdır. “Kürtler, bir koloni bile olamadılar” şeklindeki tespit, onların maruz kaldığı çok yönlü baskının benzersizliğine işaret ederken, aynı zamanda çözümün de uluslararası ve enternasyonalist bir dayanışmayı gerektirdiğini ima eder. Gelecekte Kürt hareketi muhtemelen iki eksende ilerleyecektir: Birincisi, bulundukları ülkelerde demokratikleşme ve federal çözüm arayışları (örneğin Türkiye’de barış süreci girişimleri, Suriye’de özerk yönetimin kalıcı hale getirilmesi, İran ve Türkiye’de kültürel hakların genişletilmesi); ikincisi ise bölgesel düzeyde Kürtlerin ortak çıkarları etrafında işbirliği yapması (Irak, Suriye, Türkiye ve İran Kürtleri arasında diyalog ve gerekirse ortak tutum geliştirilmesi). Bu hedeflere ulaşmak için Marksist literatürün de işaret ettiği gibi, Kürtlerin emekçi sınıfları ile diğer ezilen kesimler arasındaki ittifakı güçlendirmesi kritik önemdedir. Mazlum bir ulus olarak Kürtler, kendi haklı davalarını dünya kamuoyuna duyurma konusunda önemli mesafe katettiler; bugün BM raporlarından uluslararası insan hakları örgütlerinin kayıtlarına dek pek çok kaynak, Kürtlerin maruz kaldığı ihlalleri belgeliyor. Bununla birlikte, emperyalizmin ve bölgesel statükonun engellerini aşmak ancak birleşik ve prensipli bir mücadele stratejisiyle mümkün olacaktır.
Marksist bakış açısı bize gösteriyor ki, ulusal sorunun çözümü ile sınıf sorununun çözümü birbirinden ayrılamaz. Kürt işçileri ve köylüleri, kendi egemen sınıflarının dar çıkarlarına mahkûm olmadan, Türk, Arap, Fars emekçileriyle yan yana gelebildiğinde gerçek bir özgürleşme ufku belirecektir. Bu da ancak kapitalist çıkarların ve emperyalist hesapların ötesine geçen bir siyasetle mümkündür. Son tahlilde, Kürt halkının kaderi ne doğudaki ne de batıdaki büyük güçlerin lütfuna bağlıdır; kendi öz örgütlülüğüne, bölge halklarıyla kuracağı eşitlikçi ilişkilere ve uluslararası dayanışmaya bağlıdır. Tarih, Kürtlere defalarca ihanet edilmesine rağmen onların direnç ve mücadele azminin kırılmadığını göstermiştir. Bu mücadele, evrimi içinde belki biçim değiştirecek ama özünde –tıpkı Ararat Dağının eteklerinde yüzyıllardır yankılanan stranlar (türküler) gibi– özgürlük talebini hep diri tutacaktır. İşte bu nedenle, Kürtlerin geleceği üzerine Marksist bir değerlendirme yaparken, onların sadece “mağdur” değil, aynı zamanda bölgenin devrimci potansiyelini içinde barındıran bir özne olduğunu akılda tutmalıyız. Kürt sorununun çözümü, Ortadoğu’da halkların eşitlik ve kardeşlik temelinde kuracağı yeni dengelere ve belki de mevcut sınırları aşan konfederal bir vizyona bağlı olacaktır. Bu da mevcut statükoyu sarsacak cesur adımlar atılmadan gerçekleşmeyecektir. Sonuç olarak, Kürtlerin özgürlük mücadelesi, ezilen ulusların ve emekçi sınıfların ortak kurtuluş mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bu perspektifle sürdürüldüğünde başarı şansını artıracaktır.
Kaynakça:
-
Lenin, V. İ. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine (çeşitli makaleler).
-
ASIL – American Society of International Law. (2020). “The Sèvres Centennial: Self-Determination and the Kurds.”
-
Human Rights Watch. (1996). “Syria: The Silenced Kurds.” (Rapor)
-
Human Rights Watch. (1993). “Genocide in Iraq: The Anfal Campaign Against the Kurds.” (Rapor özeti)
-
Jacobin Magazine. (Abbott, J., 2023). “Kissinger in the Gulf.”
-
Reuters. (Heller, J., 2017). “Israel endorses independent Kurdish state.”
-
MERIP (Middle East Research and Information Project). (Yılmaz, Z., 1994). “The Kurdish Experience.”
-
Counterfire. (Günaydın, S., 2022). “The Political Economy of the Kurds of Turkey – book review.”
-
Marxists Internet Archive. (Uludağ, G., 2014). “The long struggle of the Kurds.”
-
Wellbeing Economy Alliance. (2021). “Rojava – Case Study.”
Yorumlar