Nüfusu değil, sistemi dönüştürelim!
GİRİŞ
Nüfusun Kutsal Emri: Kadın Bedenine Yönelik Yeni Baskı Biçimleri
Nüfus, tarih boyunca yalnızca demografik bir veri kümesi değil; aynı zamanda egemen aklın gücünü test ettiği, bedenleri hizaya soktuğu ve geleceği kontrol altına alma arzusunu meşrulaştırdığı bir alandır. Her toplum kendi gelecek tahayyülünü, o geleceğe kaç kişiyle varılacağını planlayarak inşa eder. Ancak bu planlama, çoğu zaman “kaç kişi” sorusunun ötesine geçip, “kim doğurmalı”, “ne zaman doğurmalı” ve “neden doğurmalı” sorularına dönüşür. İşte bu noktada, nüfus politikaları artık bir teknik alan olmaktan çıkar; kadın bedenini hedef alan politik bir müdahale biçimine evrilir.
Günümüzde Japonya’dan Almanya’ya, Türkiye’den Macaristan’a kadar birçok ülke, doğurganlık oranlarındaki düşüşü gerekçe göstererek doğumları teşvik eden yeni stratejiler geliştiriyor. Aile politikaları, vergi indirimleri, çocuk bakım destekleri ve doğum izinleri gibi uygulamalarla süslenen bu stratejilerin görünüşteki amacı "toplumu genç tutmak", "geleceği güvence altına almak" gibi yüce ideallerdir. Ancak perde arkasında, kadınlara yönelen eski baskı tekniklerinin yeniden devreye sokulduğu dikkat çekmektedir. Kadınların özgürlük talepleri ile devletin nüfus hedefleri arasındaki gerilim, 21. yüzyılın en görünmeyen ama en güçlü çatışma alanlarından biri haline gelmiştir.
Tarih bu konuda çok sayıda örnekle doludur. Roma İmparatorluğu’nda çocuk yapmayan yurttaşlardan vergi alınması, Nazi Almanyası’nda doğurgan Aryan kadınların “annelik madalyası” ile ödüllendirilmesi, Sovyetler Birliği'nde ise doğum oranını artırmak için kürtajın yasaklanması gibi uygulamalar, nüfus politikasının nasıl bir biyopolitik tahakküm aracına dönüşebileceğini göstermektedir (Foucault, 1976; Ginsburg & Rapp, 1995).
Bugün ise nüfus politikaları, daha rafine ve ekonomik terimlerle formüle edilse de, temel yaklaşımda büyük bir fark yoktur: Kadınlar, doğurganlık potansiyelleri oranında değerli, annelikleri oranında desteklenmeye değer ve sistemin ihtiyaçları doğrultusunda “yönlendirilebilir” bireyler olarak konumlandırılmaktadır. Doğurmadığında “nankör”; doğurduğunda ise “fedakâr” kadının ödülü, sistemin sadakat madalyasıdır.
Bu yazıda, nüfus politikalarının ideolojik kökenlerini, Malthusçu korkuların günümüzdeki yansımalarını, yaşlanan nüfus mitini ve yapay zekâ çağında emek anlayışının dönüşümünü ele alarak kadınların bedenine yönelik yeni kuşatma biçimlerini tartışacağız. Bu tartışma yalnızca kadın hakları açısından değil, tüm toplumun özgürlük anlayışının sınırlarını belirlemek açısından da kritik önemdedir.
2. MALTHUS’TAN GÜNÜMÜZE: NÜFUS PANİKLERİ VE YANIŞLAMALAR
1798 yılında Thomas Robert Malthus, “An Essay on the Principle of Population” adlı eserini yayımladığında, Avrupa henüz sanayi devriminin tam ortasındaydı. Bu denemesinde Malthus, nüfusun geometrik oranla (2, 4, 8, 16...) arttığını; ancak gıda üretiminin yalnızca aritmetik bir hızla (2, 4, 6, 8...) artabileceğini öne sürdü. Ona göre insan nüfusu, kendi kendini tüketmeye mahkûmdu; doğa, savaş, salgın ve kıtlık gibi yıkıcı “düzeltmelerle” bu dengesizliği yeniden kuruyordu (Malthus, 1798).
Bu öngörü, yalnızca bilimsel bir hipotez değil; aynı zamanda bir politik meşruiyet aracı olarak işlev gördü. Özellikle yoksulların çoğalmasının sistem açısından bir tehdit olduğuna inanan egemen sınıflar, Malthusçu kuramı sosyal politikanın dayanağı haline getirdi. Yoksullara yardım edilmemeli, çünkü bu onların üremesini teşvik ederdi. Açlık, sefaletten çok bir “nüfus problemi”ydi.
“Fakirliğin nedeni işsizlik, eşitsizlik ya da sömürü değil; yoksulların fazla çocuk yapmasıdır.”
Bu ifade, 19. yüzyıl İngilteresi'nden bugünün neoliberal dünyasına kalan miraslardan biridir.
Ne var ki Malthus’un öngörüleri, hem teorik hem pratik düzeyde birçok kez çürütülmüştür:
20. yüzyılda yeşil devrim (Green Revolution), tarımsal verimliliği inanılmaz ölçüde artırarak gıda üretimini Malthus’un öngördüğünün çok ötesine taşıdı (Evenson & Gollin, 2003).
Gıda kıtlığı yaşanan yerlerde temel sorun, üretim yetersizliği değil; dağıtımın eşitsizliği ve erişim engelleridir (Sen, 1981).
Gelişmiş ülkelerde doğurganlık düştüğü halde refah düzeyi artmış, sosyal güvenlik sistemleri genişlemiş, savaşlar azalmıştır.
Ancak bu tarihsel başarısızlığa rağmen, Malthusçu zihniyet yeniden üretilmeye devam etmektedir. Özellikle çevre krizleri ve göç tartışmaları üzerinden “çok kalabalık bir dünyada yaşıyoruz” söylemi, bir tür panik havası estirmekte ve belirli toplumsal gruplara karşı yeni dışlayıcı politikaları meşrulaştırmaktadır.
Örneğin:
Bill Gates’in 2010 TED konuşmasında nüfus artışının karbon salımını artırdığına dair yaptığı çıkarım (Gates, 2010), birçok çevrede doğrudan kadın doğurganlığının denetlenmesini savunan çevre politikalarına referans olarak gösterilmiştir.
Birleşmiş Milletler’in bazı raporları, Afrika’daki doğum oranlarını “küresel güvenlik riski” olarak tanımlarken (UNDP, 2017), bu yaklaşım doğrudan Malthusçu bir çerçevede işlemektedir.
Çin’in “tek çocuk politikası”nın gerekçesi, Malthus’un argümanlarını çağdaş bir formda yeniden üretmiştir — ve milyonlarca kadının zorla kürtaja maruz kalmasına yol açmıştır (Greenhalgh, 2008).
Dolayısıyla Malthus’un gölgesi hâlâ üzerimizde. Ancak artık asıl soru şu olmalıdır: Neden daha fazla nüfusa ihtiyaç duyuyoruz? Ve bu ihtiyaç gerçekten toplumun ihtiyaçları mı, yoksa kapitalist büyüme düzeninin sürdürülebilirlik fantezisi mi?
3. YAŞLANAN NÜFUS VE KAPİTALİST PANİK
21. yüzyılın başından itibaren, birçok gelişmiş ülke için en çok tekrarlanan demografik cümlelerden biri şu oldu:
“Nüfus yaşlanıyor. Sosyal güvenlik sistemleri çökecek. Bir şeyler yapılmalı!”
Bu söylem, Birleşmiş Milletler’in, Dünya Ekonomik Forumu’nun ve OECD’nin raporlarında sıklıkla yer bulur. Japonya, Almanya, Güney Kore gibi ülkelerde yaşlı nüfus oranı %20’yi aşmış durumda. Türkiye gibi ülkelerde ise bu eğilim hızla yükseliyor (OECD, 2023).
Ancak burada asıl sorun, nüfusun yaşlanmasından çok, ekonomik sistemin buna hazırlıksız ve esnek olmayan doğasıdır. Kapitalist ekonominin temel dayanağı olan sürekli büyüme, genç, üretken, çalışabilir ve tüketim gücü yüksek bireylere ihtiyaç duyar. Yaşlılar ise bu formata uymaz:
Tüketim kapasiteleri azalır, çünkü ihtiyaçları azalır.Üretim kapasiteleri düşer, çünkü iş gücünden çekilirler.Devletten beklentileri artar, çünkü emekli maaşı, sağlık hizmetleri ve bakım gereksinimleri devreye girer.
Tüm bu nedenlerle yaşlılar, ekonomik sistemin gözünde “yük” olarak görülmeye başlanır. Buradaki ironi şudur: Hayatları boyunca sisteme katkıda bulunmuş insanlar, yaşlandıklarında sistem tarafından dışlanan ve maliyet olarak algılanan bireylere dönüşürler.
Ne var ki bu “yaşlı krizi” söylemi oldukça yanıltıcıdır. Çünkü:Yaşlı nüfusun artması, bir başarı göstergesidir. Ortalama yaşam süresinin uzaması, sağlık, hijyen, beslenme ve tıptaki gelişmelerin sonucudur (WHO, 2021).Yaşlı bireyler, sadece ekonomik üretim açısından değil, kültürel aktarım, duygusal destek ve toplumsal bilgelik açısından da değer taşırlar.
Üstelik yaşlılık, teknolojiyle desteklendiğinde aktif yaşam süresi uzamakta, bireyler üretken kalabilmektedir (Brynjolfsson & McAfee, 2014).
Genç nüfusun fazla olduğu bazı ülkelerde bile yoksulluk ve işsizlik diz boyudur. Dolayısıyla “gençlik” otomatik olarak bir avantaj değildir.
Bu noktada sormak gerekir: Nüfus yaşlanıyor diye paniğe kapılmak neden? Kimin geleceği için bu panik?
Cevap basit: Sermaye, sürekli büyüme için taze iş gücü ve sürekli tüketici ister. Yaşlılar bu kalıba sığmaz. O yüzden yaşlılık bir toplumsal tehdit gibi lanse edilir. Oysa bu sadece kapitalist üretim rejiminin körlüğüdür.Dahası, bu panik ortamında nüfus politikaları yeniden devreye girer:Kadınlara daha fazla çocuk yapmaları salık verilir.Doğum yapmayanlar “bencil” olarak yaftalanır. Çalışma hayatındaki kadınlar, aile kurmaya “ikna edilmeye” çalışılır.
Doğurganlık oranı düşen ülkeler, göç yerine kadınları hedef alarak nüfusu artırmayı planlar.
Oysa yaşlanan bir toplum, teknolojinin desteğiyle çok daha yaşanabilir, sürdürülebilir, dengeli bir yapıya kavuşabilir. Yeter ki insanı merkeze alan bir sistem kuralım, ekonomiyi değil.
4. KADININ BEDENİNE DÖNÜK YENİ MÜDAHALE BİÇİMLERİ
Modern devletlerin nüfus politikaları, artık doğrudan baskı içeren söylemlerle değil; “aileyi destekleme”, “çocuk dostu toplum”, “milli değerlere bağlılık” gibi daha yumuşak ve kapsayıcı görünümlü çerçevelerle yürütülüyor. Ancak bu yumuşak söylemin ardında, kadınların doğurganlık kapasitesine yönelmiş stratejik bir müdahale pratiği yatıyor. Devletler, doğurganlık oranlarındaki düşüşü sadece bir demografik gösterge olarak değil; aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesi, kültürel devamlılık krizi ve ekonomik zayıflık emaresi olarak okuyorlar (Teitelbaum & Winter, 1985).
Kadın bedeni bu okumaların merkezinde yer alıyor. Doğum yapmayan kadın; sistem açısından eksik, arızalı, yarım kalmış bir yurttaş haline geliyor. Doğuran kadın ise ancak sistemin öngördüğü biçimde çocuk yaparsa ödüllendiriliyor: evlilik içinde, belirli sayıda, belirli yaşta, belirli sosyal sınıfta.
Küresel Örnekler:
🔹 Türkiye:
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “en az üç çocuk” çağrısı, kadınların kariyer yerine anneliğe yönlendirilmesi gerektiğini savunan beyanları ve doğum teşvik paketleri bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye Aile Yapısının Güçlendirilmesi Programı'nda açıkça “nüfusun gençleştirilmesi” hedefi yer alırken, kadının toplum içindeki üretken rolü değil, annelik kimliği öne çıkarılmaktadır (T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2015).
🔹 Macaristan:
Başbakan Viktor Orbán’ın uygulamaya koyduğu nüfus planı, çocuk doğuran kadınlara ömür boyu gelir vergisinden muafiyet, ev kredisi hibesi gibi destekler sunarken; çocuk sahibi olmayan kadınları dışlayan ve yalnız yaşayan kadınları dolaylı olarak cezalandıran bir model inşa etti (Kovács, 2020).
🔹 Polonya:
Kadınların doğurganlığını korumak adına kürtajın neredeyse tamamen yasaklanması, devletin kadının bedenini koruma adı altında denetlemeye kalkıştığı bir başka örnek. Bu yasakla birlikte birçok kadın, tecavüz ya da hayati tehlike içeren hamileliklerde dahi doğurmaya zorlanıyor (Human Rights Watch, 2021).
🔹 Çin:
Yıllarca uygulanan “tek çocuk politikası” yüzünden milyonlarca kadın zorla kürtaja maruz kalırken, bugün aynı devlet doğurganlık düşüşü nedeniyle üç çocuk politikasını teşvik etmeye başlamış durumda (Greenhalgh, 2008). Kadın bedeni burada, ideolojik esneklik gösteren bir biyolojik araç olarak kullanılıyor.
Biyopolitika Bağlamında Kadın
Fransız filozof Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramı, devletlerin yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda bireyin bedenini hedef alan düzenlemelerle iktidar kurduğunu ileri sürer (Foucault, 1976). Bu çerçevede doğum oranları da yönetilmesi gereken bir “canlılık verisi” olarak devletin radarındadır.
Kadının doğurganlığı: İstatistikleştirilir, takip edilir, yönlendirilir, gerekirse cezalandırılır
Bu süreçte kadının birey olarak özerkliği geri planda kalırken, “annelik kutsaldır” gibi ifadelerle görünürde değer verilen ama gerçekte denetlenen bir konuma hapsedilir.
Kadınların Tercihleri Değil, Sistem Gereksinimleri Esas Alınıyor
Günümüzde kadınlar, giderek artan oranda eğitim almakta, kendi ekonomik bağımsızlıklarını kurmakta ve çocuk sahibi olup olmamayı bilinçli bir tercih olarak değerlendirmektedir. Ancak bu tercihler, sistemin gözünde bir tehdit olarak algılanır:
Kadın çocuk yapmazsa ekonomi daralır.
Kadın geç doğurursa toplum yaşlanır.
Kadın kariyer yaparsa doğurganlık azalır.
Bu üçleme, devletin kendi sınırları içindeki tüm kadınları potansiyel “demografik kaynak” olarak görmesine neden olur. Kadın ise yalnızca bir yaşam süren insan değil; nüfus grafiğinde bir eğriyi yukarı taşıması beklenen araç haline gelir.
5. YAPAY ZEKÂ VE EMEĞİN DÖNÜŞÜMÜ: NÜFUS POLİTİKALARI NİÇİN ESKİDİ?
Sanayi toplumlarının temel varsayımı şuydu:
"Daha fazla nüfus = Daha fazla emek = Daha fazla üretim."
Ancak bu denklem, 21. yüzyılda hızla çözülmeye başladı. Dijitalleşme, otomasyon ve özellikle yapay zekâ teknolojilerindeki sıçrama, emek tanımını ve üretim süreçlerini radikal biçimde dönüştürdü.McKinsey’in 2023 tarihli raporuna göre, gelişmiş ülkelerde iş gücünün %40’ı, 2030 yılına kadar yapay zekâ sistemleriyle değiştirilebilir hale gelecek (McKinsey, 2023).Oxford Üniversitesi’nin 2017 tarihli çalışması, otomasyona açık meslekler arasında muhasebe, hukuk, ulaşım, çağrı merkezleri ve sağlık hizmetlerinin de bulunduğunu gösteriyor (Frey & Osborne, 2017).
Brynjolfsson ve McAfee (2014), The Second Machine Age adlı eserlerinde teknolojinin “kitle emeği”ne dayalı sistemleri geri dönüşsüz biçimde geçersizleştireceğini savunuyorlar.
Yani bugünün temel sorunu iş gücü yetersizliği değil, aksine fazlalık haline gelmiş iş gücünün sisteme nasıl entegre edileceği. Bu bağlamda nüfus artışına yönelik çağrılar, ekonomik bir gereklilik değil; bir alışkanlık, bir inanç, bir korkunun kalıntısı.
Kadınlar Doğursun Diye Mi, Sistem Rahatlasın Diye Mi?
Kapitalist sistem uzun yıllar boyunca kadınları evde çocuk bakmaya, erkekleri ise üretime yönlendiren cinsiyetçi işbölümü üzerine kuruldu. Bugün ise teknoloji üretimi kadın ya da erkek emeğine ihtiyaç duymadan yapabiliyor.
Şu soruyu sormak gerekiyor:
Eğer insan emeği bu kadar hızla ikame edilebiliyorsa, neden hâlâ kadınlardan daha fazla çocuk doğurmaları isteniyor?
Bu noktada iki temel çelişki ortaya çıkıyor:
1. Sistemin "daha fazla nüfus" ihtiyacı reel değil, psikolojiktir.
Yeni bireyler sadece iş gücü değil, aynı zamanda tüketici olarak planlanmaktadır. Ama otomasyonun olduğu bir dünyada tüketim artışı doğrudan refah artışı anlamına gelmez.
2. Kadının bedeni üzerinden yürütülen nüfus politikaları, teknolojinin geldiği noktada yapısal olarak da geçerliliğini yitirmiştir.
Doğurganlık artık kalkınma değil; özgürlük, tercih ve etik sorumlulukla ilişkili bir meseledir.
Göç, Teknoloji ve Alternatifler
Eğer bir toplumda yaşlı nüfus artıyor ve genç nüfus ihtiyacı doğuyorsa, bu ihtiyaç:Kadınlara baskı yaparak değil,göçmen politikaları,insana yakışır çalışma koşulları,üretkenliği artıracak dijital yatırımlar yoluyla karşılanabilir.
Almanya gibi ülkelerde, nüfus eksikliğini kapatmak için yüksek vasıflı göçmen politikaları uygulanmakta; Japonya ise robot teknolojisini sosyal bakım sistemine entegre etmektedir.
Yani çözüm: kadınlara çocuk doğurmaya zorlamak değil, sistemin kendisini dönüştürmesidir.
Nüfus Kutsaldır Diyen Sisteme Karşı, Özgürlük Kutsaldır Diyen İnsan
Tüm bu teknolojik ve sosyolojik dönüşüm içerisinde hâlâ kadınlara çocuk doğurmaları yönünde telkinler yapılması, artık sadece politik değil, ahlaki bir sorundur. Kadın bedenini, toplum mühendisliğinin aracı haline getirmek, insan haklarıyla, toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ve teknolojik çağın etik kodlarıyla açıkça çelişmektedir.
6. TOPLUMSAL GELECEK: NÜFUS DEĞİL, EŞİTLİK ODAKLI PLANLAMA
Gelecek üzerine kurulan siyasal tahayyüller çoğu zaman bir tür demografik fetişizme yaslanır: kaç kişiyiz, kaç olmalıyız, ne kadar doğurmalıyız, ne zaman yaşlanacağız? Bu sorular, nüfusu bir araç değil, bir hedef olarak gören devlet aklının ürünüdür. Oysa iyi bir gelecek yalnızca kaç kişi olduğumuzla değil, nasıl yaşadığımızla ilgilidir.
Bu noktada, artık şu temel gerçekleri kabul etmek gerekiyor:
1. Doğurganlık kişisel bir haktır, toplumsal bir ödev değil.
Kadının doğurup doğurmama kararı, ekonomik ihtiyaçlar, ulusal stratejiler ya da dinsel referanslarla yönlendirilemez. Toplumlar, bireylerin özgürlük alanlarını genişlettiği oranda gelişmiştir. Kadının doğurganlığı üzerindeki her türlü telkin, teşvik ya da tehdit; kamusal iyilik kisvesiyle yapılan özel yaşam ihlalidir.
2. Adil paylaşım, artan nüfustan daha sürdürülebilirdir.
Küresel kaynaklar, bugünkü dağılım yapısıyla bile tüm insanlığı besleyebilir niteliktedir. Sorun yetersizlik değil; eşitsizliktir. Oxfam’ın 2022 raporuna göre, dünyanın en zengin %1’lik kesimi, küresel karbon emisyonlarının %17’sinden sorumluyken, en yoksul %50 yalnızca %10’unu üretmektedir (Oxfam, 2022). Dolayısıyla "tüketimi kısıtlama" görevi, çocuk doğurmayan kadında değil, serveti elinde tutan azınlıktadır.
3. Nüfus kontrolü değil, sistem kontrolü esas sorun.
Kapitalist üretim biçimi büyümeyi, rekabeti ve daha çok emeği zorunlu kılar. Bu sistemin doğasında yoksulluk, savaş, eşitsizlik ve çevresel tahribat vardır. Çözüm, bu sistemin “insan üretme” kabiliyetiyle değil; yaşamı, emeği ve refahı nasıl paylaştığıyla ilgilidir. Dolayısıyla odaklanmamız gereken şey, “kim doğuracak?” sorusu değil; “nasıl bir dünyada yaşayacağız?” sorusudur.
4. Yeni bir toplum tahayyülü: Teknoloji, etik ve eşitlik temelinde.
Yapay zekâ çağında, emeğin niteliği değişirken;
üretim araçları merkezileşmekte,emek piyasaları dijitalleşmekte,toplumun tüm yapısı yeniden şekillenmektedir.
Bu dönüşüm, sadece nüfus politikalarını değil, toplumsal sözleşmeyi de yeniden kurmayı gerektiriyor. Yeni bir toplum modeli, ancak şu ilkeler etrafında inşa edilebilir:
Kadının bedeni kutsal değil, özerk olmalıdır.
Devletler doğumu değil, adaleti teşvik etmelidir.
Refah politikaları doğurganlığa değil, hak temelli eşitliğe dayanmalıdır.
Sermayenin büyüme kaygısı değil, toplumun onurlu yaşam hakkı esas alınmalıdır.
SONUÇ: BİR GELECEK İHTİMALİ OLARAK ÖZGÜRLÜK
Doğum oranları üzerinden panik üreten, yaşlanan nüfusu bir felaket gibi sunan, kadınları sistemin demografik kurtarıcısı rolüne zorlayan anlayış; geleceği inşa etmeye değil, geçmişi yeniden üretmeye çalışmaktadır. Oysa gerçek bir gelecek tahayyülü, ancak kadınların özgürce karar verebildiği, bedenlerinin devletin ya da sermayenin çıkarları için araçsallaştırılmadığı bir düzlemde kurulabilir.
Nüfus artışı değil; özgürlük artışı,
Verimlilik değil; eşitlik,
Rekabet değil; dayanışma,
İtaat değil; katılım…
İşte bu kavramlar üzerine kurulu bir gelecek, hem daha insanî hem de daha yaşanabilir olacaktır. Ve belki o zaman, doğurmayı seçen kadınlar gerçekten “hayat veriyor” olacaklar; yalnızca nüfus değil, bir dünya umut doğuracaklar.
KAYNAKLAR:
1. Malthus, T. R. (1798). An Essay on the Principle of Population.
2. Foucault, M. (1976). The History of Sexuality, Volume I.
3. Brynjolfsson, E. & McAfee, A. (2014). The Second Machine Age.
4. Frey, C. B., & Osborne, M. A. (2017). The Future of Employment: How Susceptible are Jobs to Computerisation? Oxford University.
5. Teitelbaum, M. S., & Winter, J. M. (1985). The Fear of Population Decline.
6. Human Rights Watch (2021). Poland’s Abortion Ban Harms Women.
7. Greenhalgh, S. (2008). Just One Child: Science and Policy in Deng’s China.
8. OECD (2023). Pensions at a Glance.
9. Oxfam (2022). Inequality Kills: The Unparalleled Action Needed to Combat Inequality in the Wake of COVID-19.
10. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (2015). Türkiye Aile Yapısı Araştırması.
11. McKinsey & Company (2023). The State of AI in 2023: Generative AI’s Breakout Year.
12. Gates, B. (2010). Innovating to Zero!, TED Talks.
Yorumlar