Türkiye Ekonomisinde Ötelenmiş Kriz Koşulları






Ekonomist İris Cibre şöyle diyor :

"Dünya yabancı yatırımcıya güzel, carry trade ile stopaj da ödemiyorlar.

2024 Mart ayından beri 90 milyar dolara 30 milyar dolar para kazandılar."


Bu konuyu  biraz açalım.


Carry trade dediğimiz şey aslında çok basit: Yabancı yatırımcı, kendi ülkesinde düşük faizle borçlanıyor, Türkiye gibi yüksek faiz veren ülkelere geliyor, TL’ye dönüp burada devlet tahvili ya da mevduata yatırıyor. Faizden kazanç sağlıyor, sonra parayı tekrar dövize çevirip ülkesine geri götürüyor.

Cibre’nin vurguladığı nokta şu:

Mart 2024’ten beri yaklaşık 90 milyar dolar Türkiye’ye bu amaçla girmiş.

Bunun karşılığında yabancılar yaklaşık 30 milyar dolar kazanç sağlamış.

Yani %33 gibi çok yüksek bir getiri oranı.

Üstelik Türkiye, yabancı yatırımcılara bu kazançlar için stopaj (vergi kesintisi) uygulamıyor. Yani elde edilen kâr neredeyse tamamen yatırımcının cebine gidiyor.

Bunun anlamı: Türkiye şu anda ekonomisini döndürmek için sıcak paraya çok bağımlı durumda. Yabancılar için “bedava ziyafet” gibi bir ortam var. Fakat bu paranın ülkeye kalıcı bir katkısı yok; kısa vadeli kâr için gelip gidebilir. Eğer küresel koşullar değişirse ya da yatırımcı güveni sarsılırsa bu sermaye hızla çıkabilir ve kur üzerinde büyük baskı yaratabilir.

Bir bakıma bu, ekonominin “kumarhane kapitalizmine” açılması demek. Kısa vadede döviz kurlarını baskılayıp istikrar görüntüsü verse de, uzun vadede kırılganlığı artırıyor.

Yani dövizi baskılamanın maliyeti korkunç. Bu yabancıların normal şartlarda Türkiye'ye yatırım yapmadıklarını gösteriyor. Bu açık nasıl finanse edilebilir. Vatandaşa yeni vergiler yükleyerek bunu uzun vadede sürdürmenin imkanı yok. Üstelik bu açık karadelik gibi her şeyi yutmaya devam edecek. Köprü veya yol satışları ile de bu büyüyen kara deliği kapatmak imkansız. Geriye kara para aklama gibi gayrı meşru yollar kalıyor. Ama uluslararası sistem buna uzun zaman göz yummayacak. Türkiye'ye karşı kuşatma var. Eskisi gibi kokain yüklü gemi haberleri duymaz olduk. Kumar, yasadışı bahis gibi şeyler de kuşatma altına alındı diye tahmin ediyorum. Can Holding, Papara gibi operasyonlar buna işaret ediyor olabilir.

Türkiye şu anda dövizi baskılamak için yabancıların getirdiği kısa vadeli paraya yaslanıyor. Bu yabancılar geliyor, TL’ye yatırıyor, yüksek faiz alıyor, sonra dolara dönüp gidiyor. Vergi bile ödemiyorlar. Bu işten deli gibi kâr ediyorlar.

Bu modelin sorunu şu:

Bizim için pahalı çünkü sürekli faiz ödüyoruz.

Kırılgan çünkü yabancı istediği an çıkıp gider, kur birden fırlar.

Kalıcı değil çünkü fabrika, iş, teknoloji bırakmıyor; sadece sıcak para.

Peki başka çareler?

Kısa vadede: Dövizi her an sabit tutmaya uğraşmak yerine biraz oynaklığa izin vermek, rezerv biriktirmek. Yani kasada dolar biriktirmeden “sürekli baskı” yapılmaz.

Orta vadede:

Yabancı yatırımcıyı sadece “faiz” için değil, fabrika kurmaya, teknoloji getirmeye ikna etmek. Bunun yolu da adaletin öngörülebilir olması, kuralların değişmemesi.

Kayıt dışı, kara para gibi şeylere bel bağlamamak. Dünya buna uzun süre göz yummaz, maliyeti ağır olur.

Uzun vadede:

Eğitim, üretim ve teknoloji yatırımlarını artırmak.

Enerjiyi ucuza getirmek (güneş, rüzgâr, nükleer vs.), çünkü en büyük açığımız enerji faturası.

Avrupa ile ticaret kurallarını güncellemek, karbon vergilerine uyum sağlamak.

Köprü ve yol satışı gibi şeyler, sadece bir defalık para getirir; ama ertesi yıl aynı açık yine karşımıza çıkar. Gayri meşru paraya yaslanmak ise kapıyı açar gibi gözükür ama arkasından uluslararası kuşatma ve yaptırım riskini davet eder.

Kısacası: Bugünkü yöntem “günü kurtarıyor ama yarını batırıyor”. Uzun vadede tek çözüm, kendi kasamızı üretim, teknoloji ve güven ortamıyla doldurmak.

İstersen sana ben bunu “ev bütçesi” örneğiyle de anlatabilirim. Mesela evinde aylık gideri sürekli kredi kartıyla kapatmak yerine, yeni iş, ek gelir ya da masrafları azaltmak gibi kalıcı çözümler üretmek gibi.


Bu arada oynak kura geçmenin risklerini de düşünmemiz gerekli. Kur dediğimiz şey bir balon gibi düşünülürse, uzun süre bastırılmışsa bırakınca “pısss” diye sönmez, “pat” diye patlar. Senin dediğin gibi, normalde küçük dalgalanmalarla yönetilebilen oynaklık, aşırı baskı sonrası zincirinden boşalmış bir köpek gibi saldırabilir.

Neden?

Biriken beklentiler: Yatırımcılar “nasıl olsa TL yapay şekilde tutuluyor” diye düşündüğünde, ilk gevşemede panikle dövize atlar.

Kurtulmak isteyen sıcak para: Faizi yiyip doyan yabancı, çıkış için ilk fırsatı bekler. Ufak bir gevşeme, büyük kaçışa dönüşebilir.

Rezerv zayıflığı: Kasada yeterli döviz yoksa, bu dalgayı karşılayacak tampon da yoktur.

Yani, “kontrollü oynaklık” stratejisi, kur zaten piyasaya yakınsa çalışır. Ama aşırı baskı sonrası serbest bırakmak, dediğin gibi iki kat şiddetli fırtına çıkarır.

Peki ne yapılabilir?

Kademeli serbest bırakma: Bir günde değil, aylar boyunca azar azar gevşetmek. Ama bu da güvene bağlı; piyasa inanmazsa yine panik olur.

Rezerv yastığı: Kur bırakıldığında arada dalga vurursa Merkez Bankası rezervle müdahale eder. Ama o rezervin gerçekten güçlü olması lazım.

Sinyal yönetimi: “Bundan sonra kur tamamen serbest” gibi ani açıklamalar yerine, şeffaf ve güven veren bir yol haritası duyurmak.

Kısacası: “Baskıyı ne kadar uzun sürdürürsen, çıkış da o kadar şiddetli olur.” Bu doğru. Bunun ekonomide adı ertelenmiş düzeltme şoku. Tarihte 1994 ve 2001 krizlerinde Türkiye bunu yaşamıştı.

1994 ve 2001 krizlerini bugünkü durumla kıyaslayalım:

1994

Kur uzun süre yapay olarak tutuldu.

Devlet yüksek faizle borçlandı, sıcak parayla döndü.

Rezervler eridi, sonunda kur patladı: TL bir anda %50’den fazla değer kaybetti.

Enflasyon sıçradı, faizler uçtu.

2001

Bankacılık sistemi kırılgandı, kamu açıkları büyüktü.

Kur bandı (yarı sabit kur) tutulmaya çalışıldı.

Biriken baskı sonrası kur serbest bırakıldı, TL bir günde %40 değer kaybetti.

Bu şokla beraber bankalar çöktü, derin bir resesyon geldi.

Bugünle benzerlikler

Yine yüksek faiz ve yabancı carry trade bağımlılığı var.

Kur uzun süre baskılanıyor, rezervler kullanılıyor.

Döviz çıkışı olduğunda baskının açığa çıkma riski var.

Farklar

Bankacılık sistemi şu an 2001 kadar kırılgan değil; sermaye yeterlilik oranları yüksek.

Devlet borçluluğu görece daha düşük; ama şirketler ve hane halkı döviz borcu açısından riskli.

Küresel finansal ortamda bol para dönemi yok; yani yeni sıcak para bulmak 1990’lardaki kadar kolay değil.

Özetle: 1994 ve 2001’de yaşanan “kur patlamaları” bugünkü Türkiye için bir uyarı işareti. Baskı ne kadar uzun sürerse, bırakıldığında şok da o kadar büyük olur. Aradaki fark, bu kez bankalar daha sağlam ama dış koşullar çok daha çetin.

Bir başka büyük risk de  şirketlerin dışarıya döviz cinsinden borçları. Bunlar devlet borcu değil ama devlet garantisi altında. İris Cibre bunun büyük sorun yaratmaya aday bir başlık olduğunu söylüyordu.Burası  buzdağının suyun altında kalan kısmı.

Türkiye’nin toplam dış borcuna baktığında, devletin doğrudan aldığı borçtan çok özel sektörün —özellikle şirketlerin ve bankaların— döviz cinsi borcu dikkat çekiyor. Bunlar dolar ya da euro üzerinden alınmış krediler, tahviller.

Normalde bu “şirketin sorunu” dersin. Ama üç kritik nokta var:

Devlet garantisi:

Kamu-özel işbirliği (köprü, otoyol, havalimanı gibi) projelerinde şirketler dışarıdan borçlandığında, devlet onlara “gelir garantisi” verdi.

Şirket ödeyemezse, hazine kasasından ödeniyor. Yani özel borç → kamu yükümlülüğü oluyor.

Sistemik risk:

Büyük bankalar veya enerji şirketleri döviz borcunu çeviremezse, “batmasına izin veremem” denir. Devlet dolaylı olarak üstlenir.

2001’deki gibi domino etkisi riski burada.

Kur şoku etkisi:

Kur yükselince, döviz borcunun TL karşılığı aniden katlanıyor.

Şirketin gelirleri TL, borcu dolar/euro ise kur farkı onu batma noktasına getirebilir.

İris Cibre’nin altını çizdiği nokta da bu: resmî devlet borcu düşük görünebilir ama “örtülü garanti” yüzünden aslında yük çok daha büyük.

Metaforla anlatırsak: Devlet kendi kredi kartını gösteriyor ama şirketlerin de kendi kartları var. Kartların limiti dolunca, “babam öder” diye bakılıyor. O yüzden gerçekte aile bütçesi, tek tek herkesin borçlarının toplamı kadar risk altında.

Eğer kur baskısı bir gün pat diye kalkarsa, sadece Hazine değil, döviz borcu olan şirketler de sarsılır. Devlet onları kurtarmaya kalkarsa, açık daha da büyür.

Kur baskısı gevşetilirse şirketlerin döviz cinsiyle borçlarının maliyeti artıp iflaslar gelebilir  mi? Belki de bu ihtimale izin vermemek için yüksek maliyetine karşın kur baskılanıyor.

Kur baskısının asıl görünmeyen amacı tam da bu:

Şirketler borçlu: Türkiye’de özel sektörün ciddi döviz borcu var.

Gelirler TL, borçlar dolar/euro: Kur yükselirse aynı borcun TL karşılığı katlanıyor.

İflas riski: Şirketler bu farkı çeviremezse iflas dalgası gelebilir. Bu da işsizlik ve bankacılık krizine yol açar.

O yüzden devlet, “kur patlarsa şirketler zincirleme batar” korkusuyla, yüksek maliyetine rağmen kuru baskılıyor. Yani sadece vatandaşa ucuz ithalat veya düşük enflasyon görüntüsü vermek değil, aynı zamanda şirketleri “şoktan korumak” için de yapılıyor.

Ama burada bir paradoks var:

Bastırdıkça sorun büyüyor. Çünkü şirketler hâlâ döviz borçlanmaya devam ediyor ya da en azından mevcut borcu çevirmek için vakit kazanıyor.

Günü kurtarıyor, yarını zorlaştırıyor. Ne kadar ertelenirse, bırakıldığında şok o kadar büyük olur.

Bunu şöyle düşünebiliriz: hasta bir insanın ateşi var, sürekli soğuk duşla ateşini düşürüyorsun. O sırada hastalık geçmiyor, hatta ilerliyor. Bir noktada duşu bıraktığında ateş daha da şiddetle geri geliyor.

Kısacası, kur baskısı gevşetilirse şirketlerin döviz borcu çığ gibi büyür ve iflaslar yaşanabilir. Muhtemelen devlet de bu yüzden “yüksek maliyete rağmen” bastırmaya devam ediyor.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN..

Sınıf Sendikacılığı Bağlamında Türkiye'de Memur Sendika Hareketi

Oğlumun arkadaşı ile oyuncak kavgası!...