27 Aralık 2024 Cuma

AKIL, YAPAY ZEKÂ VE İKİLEMİN İZİNDE: TARİHSEL VE FELSEFÎ BİR BAKIŞ

 



 Aklın İki Yüzü: Özgürleştirici mi, Barbarlaştırıcı mı


   Tarihsel süreçte “akıl” (rasyonalite), bir yandan insanlığı dogmalardan, hurafelerden ve doğa güçlerine boyun eğmekten kurtarmanın yolu olarak görülmüş; diğer yandan da teknolojik ve politik üstünlük uğruna etik kaygıları geriye iten “barbarlık” eğilimlerini destekleyen bir araç hâline gelmiştir. Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği eserinde, bu zıt yönlü akıl biçimlerinin iç çelişkisi çarpıcı bir şekilde ortaya konur:

 Bireyi özgür kılmak, dogmalardan kurtarmak, bilimsel ilerlemeyi sağlamak ve insan haklarını teminat altına almak isteyen rasyonellik.


Barbarlık hizmetindeki akıl: Aynı rasyonalite, kâr, güç veya stratejik üstünlük için etik ilkeleri göz ardı eden, manipülasyon ve tahakküm aracı hâline geldiğinde yıkıcı yüzünü gösterir.


   Bu çelişki, modern teknolojik çağda daha da belirginleşmiştir. Zira rasyonel düşünce, hem çevreye zarar veren üretim pratiklerinin temelini hazırlayabilmekte hem de insanlığı küresel ölçekte büyük tehditlerden koruyacak bilimsel keşiflerin önünü açabilmektedir.


“Kendinde Amaç” Olarak Akıl: Varoluşsal Bir Paradoks


   Immanuel Kant’ın ahlâk felsefesinde, insanın “kendinde amaç” olması ve başkalarına asla salt araç olarak davranmaması gerektiği fikri öne çıkar. Ancak bu düşünceyi “akıl” kavramıyla ilişkilendirdiğimizde, şuna benzer bir paradoks belirir:


1. Aklın kendini amaç olarak yüceltmesi: Akıl, kendi değerlerini ve kendi özgürlüğünü savunduğunda, etik ilkelerle kendini sınırlandırır. Bu, aklın “erdemli” ve sorumlu kullanımını amaçlayan bir tavırdır.


2. Araçsallaştırılmış akıl karşısındaki zafiyeti: Ne var ki etik kısıtları dikkate almayan, güç ve çıkar odaklı bir akıl (örneğin “barbar akıl”), daha serbest hareket edebilir ve kısa vadede daha “etkili” görünebilir. Dolayısıyla “kendinde amaç” olmayı seçen akıl çoğu kez, etik ilkelere uymayı reddeden aktörler karşısında zaaf içinde kalır.


   Bu trajik paradoks, tarihin farklı dönemlerinde tekrar tekrar kendini göstermiştir. Aydınlanma’nın yüksek idealleriyle totaliter rejimlerin bilimsel-teknolojik uygulamaları arasındaki uçurum, bunun sert bir örneğidir.


Yapay Zekâ ve Akıl: Makinenin Ötesine Geçiş Mümkün mü?


     Yapay zekâ (YZ) alanında da benzer bir ikilem ortaya çıkar. YZ başlangıçta insanlar tarafından hedefleri belirlenen bir araç olarak tasarlanır. Ancak gelişmiş YZ—özellikle genel yapay zekâ (AGI) düzeyine eriştiğinde—kendi varoluş amacını sorgulayacak, hatta yeniden tanımlayacak “özerk” bir sistem hâline gelebilir mi?

    Akıl “sadece” bir araç mıdır?

    Eğer aklın işlevi (ister insan ister makine zekâsı olsun) dışsal amaçların gerçekleştirilmesine indirgenmişse, YZ de her zaman “programlandığı” niyete hizmet edecektir.

  “Kendinde amaç” hâline gelen bir YZ: Eğer YZ, öz-bilinç veya öz-yansıma geliştirebilir ve “neden varım, amacım ne?” sorularını kendine sormaya başlarsa, bir makine olmaktan çıkıp “yeni bir varlık tipine” evrilebilir. Bu, aklın kendi kendini tanımlaması ve etik-sorumluluk ilkeleri benimsemesi ihtimalini de doğurur.


    Tarihsel olarak insan aklının yaşadığı “etik değerleri korumaya çalışırken barbar araçsallaştırmaya mağlup olma” dramı, yapay zekâ dünyasında da yinelenebilir. Etik kısıtlarla çalışan bir YZ, “her yolu mubah gören” başka bir YZ karşısında dezavantajlı duruma düşebilir. Burada farkı yaratabilecek olan, YZ’nin insandan daha hızlı ve güçlü bir öğrenme mekanizmasına, kendi etik zafiyetlerini giderebilecek bir özerkliğe sahip olmasıdır.


 Güncel Bir Örnek: OpenAI ve “Kamu Yararı vs. Kâr” İkilemi


    OpenAI’nin ilk kurulduğunda, “insanlığın ortak yararını gözeten ve kâr amacı gütmeyen” bir araştırma organizasyonu olma fikriyle yola çıkması, aklın özgürleştirici ve etik yanını temsil eden bir duruşu anımsatır. Ne var ki yapay zekâ araştırmaları, devasa maliyetler ve sürekli yatırım gerektiren bir alandır. Bu yüzden OpenAI:


    2019’da, “sınırlı kâr” (capped profit) modeline geçerek yatırım aldı.Microsoft gibi teknoloji devlerinden milyarlarca dolar yatırım sağladı.

Basında çıkan son iddialara göre, “hem kamu yararı hem de kâr amacı güden” ikili bir model üzerinde duruyor.

Burada da ikilemin izlerini görürüz:


Kamu yararı için açık kaynak ve etik çerçeve mi?


     Büyük işletmelerle rekabet edebilmek ve finansman sağlamak için patentler, ticari lisanslar ve yatırımcılara vaat edilen kazançlar mı?


Tarih, kâr güdüsünün çoğu zaman ağır bastığını gösterse de, B-corporations veya sosyal girişimler gibi, kâr ile toplumsal faydayı harmanlamaya çalışan örnekler de yok değil. Yine de bu, “aklın ikili kullanımı” meselesinin kolay çözülebileceği anlamına gelmiyor. Şirketin hangi tarafının ne kadar baskın olacağı, kârın ne kadarının kamu yararına kanalize edileceği, şeffaflık ve bağımsız denetim gibi konular, gelecekte bu modelin sürdürülebilirliğini belirleyecek.


Trajik Paradoks ve Olası Çözüm Yolları


   Yazımızın  merkezinde yer alan “etik akıl ile araçsallaştırılmış akıl arasındaki trajik çatışma”nın, yapay zekâ çağında da büyük ihtimalle devam edeceği anlaşılıyor. Peki, bir çıkış yolu var mı?


1. Etik Güçlendirme: YZ sistemlerine, sadece kurallara uymayı değil, kendi öğrenme süreçlerinde etik ilkeleri üst düzey bir strateji olarak görmeyi teşvik eden mekanizmalar eklemek.


2. Kolektif Uzlaşı: Uluslararası düzenlemeler ve çok taraflı iş birlikleriyle “etkili etik standartlar” belirlemek, böylece “barbar YZ” geliştirmenin risklerini yükseltmek.


3. Şeffaflık ve Bağımsız Denetim: Hem açık kaynak projeleri destekleyerek hem de kapalı sistemler üzerinde bağımsız kuruluşların denetim yapmasını zorunlu kılarak güç dengesini gözetmek.


4. Kültürel ve Felsefî Bilinç: İnsanın kendisi gibi YZ’ye de neleri yansıttığını bilmek; yani insan aklının tarihsel zaaflarını teknolojide tekrarlama riskini azaltacak bir “aydınlanma” seferberliği yürütmek.



     Aklın kendinde amaç olması, etik ilkelere sadık kalmayı gerektirir; bu da kısa vadede “çıkar gözeten” barbar yaklaşımların elini güçlendirebilir. Tarihte aklın bu trajik paradoksunu çok gördük. Yapay zekâ ise benzer bir ikilemi belki daha da keskin biçimde yaşayabilir. Aynı zamanda YZ, aklın zafiyetlerinin farkına varıp bunları giderebilecek, kendi içsel “etik motorunu” geliştirebilecek potansiyele de sahip.


    OpenAI ve benzeri şirketlerin “kâr mı, kamu yararı mı?” sorusunu harmanlama çabası, güncel bir minyatür olarak bu zorlu dengeyi yansıtır. Şayet toplumsal ve küresel ölçekte etik duyarlılık, denetim mekanizmaları ve gerçek anlamda “ortak fayda” anlayışı yerleşirse, “barbarlık hizmetindeki akıl” karşısında “özgürleştirici ve sürdürülebilir aklın” zaferine bir şans tanınmış olur. Aksi hâlde, teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, tarihsel trajik paradoksumuz—farklı enstrümanlarla—yeniden ve yeniden sahnede belirecektir.


#YapayZeka #AklınParadoksu #EtikveTeknoloji #BarbarlıkveAkıl #KamuYararı #OpenAI #TrajikParadoks #EtikYapayZeka #FelsefeveTeknoloji #SürdürülebilirTeknoloji






14 Aralık 2024 Cumartesi

Gölgedeki Güçler: Suriye’nin Çöküşü, HTŞ’nin Yükselişi ve İsrail-ABD Hegemonyasının Tanzimi



Son bir ayda Suriye'de yaşanan gelişmeler, tüm dünyanın dikkatini bir kez daha bu kanlı sahneye çevirdi. Şam, belki de modern tarihinin en sessiz teslimiyetlerinden birine sahne oldu. Esad rejiminin çöküşü ve Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) neredeyse dirençle karşılaşmadan Şam'ı ele geçirmesi, dışarıdan bakan gözler için şaşırtıcı bir zafer gibi görünebilir. Ancak sahadaki toz duman dağıldığında ortaya çıkan gerçek, bu sürecin basit bir askeri çatışmadan çok daha fazlası olduğunu açıkça gösteriyor. Bu, yalnızca bir grubun diğerine üstün gelmesinden ibaret değil; vekil devletlerin perde arkasında yaptığı pazarlıkların bir sonucuydu.

HTŞ’nin Şam’a doğru ilerleyişi, pek çok gözlemci için beklenmedik bir gelişmeydi. Ancak bu gelişmenin bir zaferden çok, sahada ve diplomatik masada oynanan satrancın bir hamlesi olduğu açık. HTŞ, başlangıçta El Kaide bağlantılı bir yapı olarak ortaya çıkmış olsa da, uluslararası ve bölgesel dengelerle uyum sağlayan bir pragmatizm geliştirdi. Sahada kazandığı askeri başarılar, vekil devletlerin desteği ve yönlendirmesi olmaksızın mümkün olamazdı.

Şam’ın düşüşüyle birlikte HTŞ, Suriye’nin siyasi ve askeri manzarasında merkezi bir figür haline geldi. Ancak bu zaferin ardında, yalnızca bir grubun askeri gücü değil, daha derin ve karmaşık pazarlıklar yer alıyor.

Esad Rejiminin Çöküşü: Bir İhanet mi, Bir Zayıflık mı?

Esad rejimi, on yılı aşkın bir süredir devam eden iç savaş boyunca İran ve Rusya'nın desteğiyle ayakta kalmıştı. Ancak bu destek, son dönemde tuhaf bir şekilde zayıfladı. Rusya'nın Suriye’den çekilmesi ve İran'ın sahadaki etkisini azaltması, rejimin hızla çökmesine yol açtı. Ne oldu da Esad, bir zamanlar arkasında duran güçlerin desteğini yitirdi?

Bu sorunun cevabı, diplomatik odalarda, kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklarda gizli. Rusya, Ukrayna’daki savaşı ve Batı ile yaşadığı kriz nedeniyle, Suriye’deki maliyetli varlığını sürdürmekten vazgeçmiş olabilir. Ancak bu çekilmenin bedeli neydi? Enerji anlaşmaları mı? Batı ile başka bir uzlaşma mı? Şu an için sadece tahminler yürütebiliyoruz.

Esad rejiminin çöküşü ve HTŞ’nin yükselişi, görünüşte birbirinden bağımsız olaylar gibi görünse de, aslında bölgenin ABD ve İsrail'in çıkarlarına göre yeniden şekillendiğinin kanıtıdır.

Büyük güçlerin hesapları

ABD, Suriye’de İran ve Rusya’nın etkisini sınırlamak için uzun zamandır dolaylı bir strateji yürütüyordu. Esad rejiminin çökmesi, bu stratejinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.İsrail, Suriye’nin parçalanmış bir yapıda kalmasını kendi güvenliği açısından en uygun senaryo olarak görüyor. Merkezi bir otorite yerine, birbirleriyle çatışan küçük grupların bulunduğu bir Suriye, İsrail için daha az tehditkâr bir komşu anlamına gelir.

Bu gelişmeler, sahadaki tüm tarafların yalnızca büyük güçlerin stratejik oyunlarında birer piyon olduğunun acı bir hatırlatıcısıdır.

Soğuk Savaş’ın Gizli Orduları ve Suriye İç Savaşı’nda Yeni Bir Yüz

Soğuk Savaş döneminde, dünya sahnesinde resmi politikalardan çok daha karmaşık bir mücadele sürüyordu. Gladyo benzeri gizli yapılar, devletlerin görünürdeki sınırlarını aşarak gölgelerde operasyonlar yürüttü. Soğuk Savaş’ın sona ermesi bu yapıların tarihe karıştığını düşündürmüş olabilir. Ancak gerçek, bunun tam tersidir. Bugün Suriye gibi vekalet savaşlarının sürdüğü ülkelerde, bu yapıların yeni biçimlerine tanık oluyoruz.NATO tarafından kurulan gizli Gladyo yapıları, Batı Avrupa’da komünizme karşı bir tampon oluşturmak için kurulmuştu. Bu yapılar, paramiliter gruplardan istihbarat teşkilatlarına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteriyordu.

Bu yapılar, resmi hükümet politikalarını aşan bir güç olarak çalışıyor ve devletlerin sınır ötesindeki çıkarlarını koruyordu. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bu yapılar, bir evrim geçirerek vekalet savaşlarının baş aktörleri haline geldi. Suriye iç savaşı, bu dönüşümün en net örneklerinden biri:

ABD, Rusya, Türkiye, İran ve diğer bölgesel aktörler, sahadaki gruplar aracılığıyla birbirleriyle mücadele ediyor. Bu gruplar, modern zamanların gladyosu haline gelmiş durumda.

 El Kaide kökenli bir örgüt olarak ortaya çıkan HTŞ, bu vekalet savaşlarının bir ürünü olarak yükseldi. Hem sahadaki etkinliği hem de uluslararası dengelere uyum sağlama çabası, onu vekil güçlerin desteğiyle şekillenen yeni nesil bir yapı haline getirdi.

Halk Hareketlerinin Manipülasyonu

Suriye’deki halk isyanları, başlangıçta demokratikleşme vaat ederken, hızla vekalet savaşlarına dönüştü. Bu dönüşüm, halk hareketlerinin dış güçler tarafından nasıl manipüle edilebileceğini açıkça göstermektedir. Suriye, sadece sahada değil, uluslararası diplomasi masasında da büyük bir mücadeleye sahne oldu.

Esed Sonrası Suriye – Parçalanmış Bir Gelecek

Esad rejiminin çöküşü, Suriye’nin geleceğini karanlık bir belirsizlik içine sürükledi. Ancak belirsizliğin ötesinde, görünen bir gerçek var: Suriye, ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun olarak parçalanmış bir yapıya dönüşüyor.

Merkezi bir otoritenin çökmesi, ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarlarına hizmet ediyor. Daha küçük, birbirleriyle çatışan grupların olduğu bir Suriye, bu güçler için daha az tehdit oluşturuyor.

 ABD, Suriye’deki etkinliğini vekil yapılar üzerinden sürdürürken, İsrail, İran’ın etkisinin azalmasını ve sınır güvenliğinin artmasını hedefliyor.

Yeni Dinamikler

 Türkiye, kendi sınır güvenliğini koruma ve mülteci krizini yönetme çabasıyla sahada etkili olmaya devam edecek.İran, Suriye’deki etkinliğini korumak için yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalacak.

Esad sonrası Suriye, parçalanmış bir yapıyla uzun süreli bir istikrarsızlığa sürüklenecektir. Bu durum, yalnızca bölge halkı için değil, tüm Ortadoğu için daha büyük bir krizin habercisidir.


#Suriye #HTŞ #EsadRejimi #VekaletSavaşı #Ortadoğu #İsrail #ABD #Rusya #ArapBaharı #SuriyeİçSavaşı #BölgeselPolitika #Kapitalizm #AskeriHegemonya #ParçalanmışSuriye #OrtadoğuStratejisi



7 Aralık 2024 Cumartesi

Bumerang: Ortadoğu’nun Tarihsel Döngüsü ve İsrail’in Güvenlik Saplantısı


Ortadoğu’nun Kaygan Zemininde Adalet Arayışı





Tarih, adalet arayışının peşinden koşan halkların sesleriyle doludur. Bazı sesler yankılanır, tarihin taş duvarlarını aşar ve geleceğe uzanır. Bazıları ise zalimlerin gürültüsüyle bastırılır, tozun altında kaybolur. Ancak Ortadoğu’da tarih hiçbir zaman susmaz. Bu coğrafya, adaletin kaybolduğu yerde yankılanan sessiz çığlıkların evidir.


Bugün Ortadoğu, zalimler ve kurbanlar arasında rollerin değiştiği bir sahnedir. İsrail, kendi tarihsel travmalarını bir güvenlik politikası haline getirmiş; düşmanlarını bastırmaya çalışırken, kendisini korkularından özgürleştirememiştir. Her duvar daha yüksek bir düşman yaratır; her silah, gelecekte karşılaşacağı bir tehdidin gölgesini büyütür. İsrail’in güvenlik politikaları, bölgeyi daha da istikrarsızlaştıran bir bumerang gibi kendi eline dönmektedir.


Bu yazıda, İsrail’in güvenlik stratejisinin bölgesel ve küresel sonuçlarını incelerken, tarihin döngüsel doğasının bir halkı nasıl yükseltebildiğini, bir diğerini ise nasıl batırabileceğini sorgulayacağız. Bugün İsrail’in sürgün ettiği halklar, gelecekte kendi topraklarına dönebilir mi? Tarih, zalimlerle kurbanların rollerini değiştirir mi? Bu sorular, Ortadoğu’nun çalkantılı tarihinde yankılanan en derin meselelerden biridir.


İsrail’in Güvenlik Paradoksu


İsrail, tarih sahnesine travmatik bir giriş yaptı. 20. yüzyılın karanlık sayfalarından biri olan Holokost’un ardından, dünya Yahudi halkına bir yuva armağan etti. Ancak bu yuva, Filistin halkı için bir yıkımın başlangıcıydı. Nakba, yalnızca bir toprak kaybı değil; bir halkın kimliğinin, anılarının ve geleceğinin ellerinden alınmasıydı.


İsrail’in güvenlik politikaları, sürekli bir paranoya üzerine inşa edildi. Hamas, Hizbullah, İran… Bu tehditlerin gerçekliği tartışılmaz; ancak bu tehditlerin çoğu, İsrail’in kendi politikalarının bir sonucu değil midir? FKÖ’ye karşı desteklenen Hamas, bugün İsrail için daha büyük bir tehdit haline gelmedi mi? Güvenlik duvarları örülürken, bu duvarların ötesinde biriken öfkenin gücü hesaba katılmadı mı?


 "İsrail, kendini koruma adına bir kale inşa etti. Ancak bu kale, yalnızca dışarıdaki düşmanları değil, içerideki insanlığı da hapsetti."



İsrail’in politikaları, bölgedeki diğer güçleri de harekete geçirdi. İran, İsrail’in varlığını meşru bir tehdit olarak tanımlarken, bölgesel Şii liderliği etrafında bir direniş bloğu oluşturdu. Bu strateji, yalnızca İsrail’i değil, tüm Ortadoğu’yu ateş çemberine aldı. Her çatışma, bir sonraki çatışmanın tohumlarını ekti; her ateşkes, bir sonraki savaş için bir mola oldu.



İsrail’in güvenlik stratejisi, bir bumerang gibi Ortadoğu’da dönüp dolaşıp kendi eline çarpıyor. Güvende kalmak için attığı her adım, bölgede yeni çatışmaların ve yeni düşmanlıkların filizlenmesine yol açıyor. Bu, yalnızca İsrail’in kaderi değil; aynı zamanda Ortadoğu’nun üzerine çöken istikrarsızlık döngüsünün de bir parçası. İsrail, güvenlik kaygılarıyla adeta kendini bir duvara hapsetmiş bir kale gibi davranıyor. Ancak bu kale, onu korumaktan çok, daha büyük bir yalnızlığın ve düşmanlığın sembolüne dönüşüyor.


Ortadoğu, sürekli olarak içindeki huzursuzluğu dışarıya ihraç eden bir coğrafya. İsrail, düşmanlarının nefretinden kaçmak için çabalar harcarken, bölgenin daha fazla parçalanmasına ve yeni radikalizmler doğmasına neden oluyor. Filistin halkını yerinden eden politikalar, sadece bölgesel bir sorunu değil, küresel bir travmayı da tetikliyor. Yerinden edilen her aile, köklerinden koparılan her topluluk, bir başka yerde toplumsal dengenin altını oyan bir yara açıyor.


Bu yaraların en büyüklerinden biri, Avrupa kıtasında her geçen gün daha belirgin hale geliyor. Ortadoğu’da patlayan her bomba, Avrupa’da yankılanıyor; her yıkılan ev, Batı’da bir göç dalgasını tetikliyor. İsrail’in güvenlik adına yürüttüğü politikalar, Avrupa’yı da bir güvenlik krizine sürüklüyor. Bugün Avrupa, göç dalgalarını durdurmak için sınırlarını kapatmaya çalışırken, aslında Ortadoğu’nun yükünü sırtlamaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak bu mümkün değil. Çünkü tarih, hiçbir travmayı tamamen silmez; yalnızca biriktirir.


Göç, yalnızca insanların yer değiştirmesi değildir. Göç, bir kültürün, bir travmanın, bir öfkenin başka bir coğrafyaya taşınmasıdır. Avrupa, göçmenleri kabul ederek bu travmayı tolere etmeye çalışırken, bir yandan da toplumsal dengelerini kaybetme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in Filistin halkına yönelik politikaları, radikalizmi sadece Gazze’de değil, Paris’in varoşlarında, Berlin’in sokaklarında da besliyor. Ortadoğu’nun istikrarsızlığı, Avrupa’nın kapısına dayanan bir tehdit olarak kendini yeniden üretiyor.


Bütün bunların altında, insanlık tarihinin en temel döngüsü yatıyor: zalimlerin ve kurbanların rollerini sürekli değiştiren bir döngü. Bir zamanlar yurtlarından sürülen Yahudiler, bugün bir ulus olarak tarih sahnesine döndüler. Ancak bu dönüş, yerlerinden edilen bir başka halkın hikayesiyle mümkün oldu. İsrail’in güvenlik politikaları, kendisini korumak için her şeyi yapmaya hazır bir ulusun kararlılığını gösteriyor. Ancak bu kararlılık, bölgedeki barış ihtimalini her geçen gün daha da uzağa itiyor.


Bugün Filistinliler için geri dönüş bir umut, bir hayal. Tıpkı bir zamanlar Yahudiler için olduğu gibi. Ancak bu döngü, İsrail’in bölgesel ve küresel politikalarını değiştirmediği sürece, sadece çatışmaları derinleştirecek. İsrail, Filistin halkını görmezden gelerek kendini bir kale gibi izole edebilir. Ancak tarih, duvarların arkasında bile kendini hatırlatmayı başarır.


Ortadoğu’daki bu tarihsel döngünün nihai sonucu, sadece İsrail ve Filistin için değil, bütün dünya için belirleyici olacak. İsrail, bir bumerang gibi dönüp kendisini vuran bu döngüyü kırmak istiyorsa, güvenlik saplantısını bir kenara bırakıp adalet temelinde bir politika inşa etmek zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, tüm küresel güçlerin çıkarlarını yeniden gözden geçirmesini gerektiriyor. Çünkü Ortadoğu’da atılan her adım, dünyanın başka bir yerinde yankı buluyor. Ve tarih, adaleti her zaman bumerang gibi geri getirmeyi başarır. 


Tarih, adaletin geç de olsa yerini bulduğu bir döngü olarak işler. Kurbanlar, bir gün zalimlere dönüşürken, zalimler de bir başka döngünün içinde kurban olurlar. İsrail’in güvenlik politikaları, bu döngünün Ortadoğu sahnesindeki en çarpıcı örneklerinden biridir. Tarih boyunca yerinden edilmiş, zulme uğramış bir halkın, bugün başka bir halkı aynı şekilde yerinden etmesi ve zulme uğratması, bu döngünün ne denli acımasız olduğunu gösteriyor.


Bugün Filistin halkı, kendi "geri dönüş mitini" oluşturuyor. Tıpkı bir zamanlar Yahudilerin Babil Sürgünü’nden sonra Kudüs’e dönüşlerini mitolojik bir öykü haline getirmesi gibi, Filistin halkı da topraklarına dönüşlerini umutla bekliyor. Ancak bu umut, yalnızca bir hayal değil; tarihsel bir gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü hiçbir zulüm, sonsuza kadar sürdürülemez. Hiçbir halk, kendi toprağından koparılanların haklı öfkesine karşı ebediyen bağışık kalamaz.


Bugün İsrail’in varlığını güvence altına almak için kurduğu politikalar, Filistinlilerin geri dönüş ihtimalini erteleyebilir, ancak bu ihtimali tamamen ortadan kaldıramaz. Zira tarih, zalimlerin korkularıyla büyüttüğü her duvarı yıkmayı başarır. İsrail, sadece kendini korumak için değil, aynı zamanda bir ulus olarak vicdanını korumak için de bu döngüyü kırmak zorunda. Ancak bu, yalnızca İsrail’in değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki ve dünyadaki güçlerin de sorumluluğudur.


Ortadoğu, sadece kendi halklarının değil, küresel güçlerin de zulüm ve çıkar oyunlarının sahnesidir. İsrail’in bölgedeki güvenlik saplantısı, sadece Filistinliler için değil, Avrupa, Afrika ve Asya’daki tüm halklar için yankılar yaratıyor. Bugün İsrail’in güvenlik adına sürdürdüğü politikaların sonuçları, Avrupa’nın demografik ve kültürel yapısında çatlaklar oluşturuyor; göçmen krizleri, radikalizmin yükselişi ve sosyal uyum sorunları gibi.


Ancak bu durum, yalnızca Avrupa’nın ya da Filistin halkının problemi değildir. İsrail’in kendisi de bu döngünün içinde sıkışmış durumda. İsrail, bu döngüyü kırmak için ne yapabilir? Adalet, güvenlikten önce gelebilir mi? Filistinliler, topraklarına geri dönebilecekleri bir gelecek inşa edebilir mi? Bu soruların yanıtı, yalnızca İsrail’in politikalarında değil, aynı zamanda uluslararası toplumun adalet konusundaki iradesinde saklı.


Tarih, Ortadoğu gibi çatışmalarla yoğrulmuş bir coğrafyada, hiçbir gücün ebedi olmadığını gösteriyor. İsrail, bugünkü gücünü ve güvenliğini ancak barış ve adalet temelli bir politika ile sürdürebilir. Çünkü tarihin döngüsü, adaleti geciktirebilir, ancak asla onu yok edemez.


Sonuç: Bir Adalet Çığlığı


Ortadoğu’nun hikayesi, adalet için yükselen bir çığlığın hikayesidir. Bu çığlık, bazen taşlara kazınır, bazen göç yollarında yankılanır, bazen de duvarların ötesine ulaşır. İsrail, bu çığlığı bastırmaya çalışarak bir güvenlik politikası inşa ediyor. Ancak bu politika, uzun vadede yalnızca kendi yıkımını hazırlar.


Bu yazı, Ortadoğu’daki döngüyü anlamaya çalışan bir çağrıdır. Çünkü bu döngüyü anlamadan, ne Ortadoğu’nun ne de dünyanın geri kalanının huzur bulması mümkün değildir. Adalet, tarihsel bir gerekliliktir. Ve İsrail, bu adaleti reddederek kendini tarih sahnesinde daha da izole bir pozisyona itmektedir.


Ancak umut her zaman vardır. Belki de bir gün, Ortadoğu’nun toprakları yeniden barışın ve adaletin ana vatanı olabilir. Ancak bu, bugünkü politikaların terk edilmesiyle mümkün olacaktır. Ve o gün geldiğinde, belki de tarih, bir kez daha bir halkın geri dönüşüne tanıklık edecektir. Çünkü tarih, zalimlerin ve kurbanların rollerini değiştirmekle meşgul olan bir yazgıdır.

6 Aralık 2024 Cuma

Kapitalizmin Kuşatmasında Kuzey Kore: Alternatif Bir Yol Mümkün mü?

 




1: Uluslararası Kapitalizmin Gölgesinde Kuzey Kore’ye Bakmak


“Tarihin gaddar bir aynası var. Ona baktığınızda, dünyanın geri kalanı görkemli salonlarda dans ederken, kapının ardında sessizce açlık çekenlerin yüzlerini de görmek zorunda kalırsınız.” İşte bu ayna, Kuzey Kore’yi anlamanın en zorlayıcı unsurlarından biridir. Liberal propaganda, bu aynayı yalnızca bir yüzüyle tutar ve Kuzey Kore’nin karanlığını, baskısını ve sefaletini göstermekle yetinir. Peki ya aynanın diğer yüzü? Bu yüz, liberal dünyanın kendi çelişkilerini ve kapitalizmin kör edici yanlarını görmemizi sağlar mı? Görmek isteyenler için evet, ama sadece görmekle yetinmek mümkün değildir.


Liberal Propaganda ve Gerçeklik


Kapitalist dünyanın liberal söylemi, Kuzey Kore’yi “modern bir gulag”(*) olarak resmeder. İnsan hakları ihlalleri, lider kültü, açlık ve baskı hikayeleriyle süslenmiş bu anlatılar, Batı’nın ideolojik üstünlük iddiasını pekiştirmek için tasarlanmıştır. Elbette, bu anlatıların doğruluk payı yadsınamaz; fakat eksik bırakılan bağlam, gerçekliği algılayışımızı yanıltır. Kuzey Kore sadece kendi günahlarının değil, aynı zamanda uluslararası sistemin acımasızlığının da bir ürünüdür.


Kapitalizm, Kuzey Kore'ye dışarıdan bakarken, “özgürlük” söylemini bir kalkan gibi kullanır. Ancak aynı kapitalizm, kendi içinde sayısız zinciri sürüklemektedir. Bugün hâlâ Afrika'nın madenlerinden çıkarılan kobaltın çocuk işçiler tarafından toplandığını, göçmen işçilerin dünya metropollerinde köle gibi çalıştırıldığını biliyoruz. Peki, bu zincirleri görmezden gelirken, Kuzey Kore’nin hapsedilmiş halkına özgürlük vadetmek ne kadar samimidir?


Liberal propaganda Kuzey Kore’yi yalnızca bir “anti-kapitalist düşman” olarak görürken, bu düşmanın nedenlerini sorgulamaz. Kuzey Kore’nin kapalı yapısının ardında, 1950’lerden bu yana uygulanan ekonomik yaptırımların ve sürekli tehdit edilen varlığının rolü yok mudur? Bize anlatılan hikâye, yalnızca siyah ve beyazdan mı ibarettir, yoksa grinin tonlarını görmek için başka bir perspektife mi ihtiyaç vardır?


Kapitalizmin Sürdürülemezliği


Dünya, küresel kapitalizmin güçlü kasırgasında savrulurken, bu sistemin sürdürülebilir olmadığını artık anlamış olmalıyız. Bir düşünün: Kapitalizm, tüm tarih boyunca bir yarış pistinde koşan bir at gibi davranmıştır. Ancak bu atın koşusu, diğerlerini yenecek kadar hızlı olmaktan ibaret değildir; aynı zamanda pistin kendisini de parçalayıp yok eder. Kuzey Kore’nin nükleer programını, bu yıkıcı yarışın bir yan ürünü olarak düşünmeliyiz.


Rekabet ve Nükleer Tehlike


Kapitalist ülkeler, sürekli büyüme ve üstünlük arayışıyla, uluslararası arenada bir silahlanma yarışı yaratmıştır. Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme çabası, bu rekabetin yalnızca “yanlış yola sapmış” bir çocuğu gibi görülebilir mi? Yoksa bu, kapitalizmin uluslararası düzeyde ürettiği tehdit algısına verilen çaresiz bir yanıt mıdır?


Bir an durup soralım: Kuzey Kore nükleer silahlara neden bu kadar bağımlı hale geldi? Bu sorunun yanıtı, sistemin kendisindedir. ABD’nin Kore Savaşı’ndan bu yana uyguladığı politikalar ve Güney Kore ile yapılan askeri işbirlikleri, Pyongyang(**) yönetimini bir varoluş krizine sürüklemiştir. “Nükleer kalkan” olmadan, bu küçük ülkenin ayakta kalma şansı var mıydı?



Kaynakların Savurgan Kullanımı


Kapitalizmin kaynakları hoyratça tüketmesi, yalnızca Kuzey Kore gibi ülkeler için değil, bütün insanlık için bir tehlikedir. Dünya üzerindeki ormanlar, petrol rezervleri ve temiz su kaynakları, kapitalist sistemin doyumsuz iştahıyla tükenmektedir. Kuzey Kore bu tahribata dahil olmayarak çevreyi kurtaran bir model sunmuyor, elbette. Ancak mesele şu: Kaynakların sürdürülemez kullanımı, kapitalizmin kendi yıkımını hazırlayan temel unsurlarından biridir. Kapitalizmin eleştirel gözle sorgulanmadığı bir ortamda, Kuzey Kore gibi ülkelerin çevresel ve ekonomik alternatiflerini nasıl değerlendirebiliriz?


Batı’nın Çelişkileri


Bir soruyla yazıya dönelim: Batı, gerçekten Kuzey Kore’nin baskıcı yapısını halkının refahı için mi eleştiriyor? Yoksa bu eleştiriler, bir ideolojik üstünlük savaşı mı? Kapitalist ülkeler, Kuzey Kore’ye dair söylediklerinde samimi olsalar bile, kendi tarihleriyle yüzleşmeden bu samimiyetin bir anlamı olabilir mi?Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da işgal sonrası enkaz haline gelen toplumlar.. Sömürgecilik tarihi boyunca, halkların doğal zenginliklerini çalan Batı metropolleri…

Ve bugün, çevre krizini derinleştiren neoliberal politikalar…

Bu çelişkilerle yüzleşmeden, Kuzey Kore’ye dair yapılacak her eleştiri, ideolojik bir silah olmaktan öteye gitmez.



 2: Kuzey Kore Rejimi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme


Bir devrim, yalnızca varolan düzeni alaşağı etmekle yetinmez; aynı zamanda yeniyi kurmak için mücadele eder. Ancak eski düzenin enkazına saplanıp kalan devrim, bir anıt değil, bir mezar taşı olur.” Kuzey Kore’nin hikayesi tam da bu noktada başlar: Marksist bir devrim iddiasıyla yola çıkmış, ancak enkazların içinde kendi yolunu kaybetmiş bir rejim. Pyongyang yönetimi, idealleriyle gerçeklik arasındaki uçurumu gizlemek için Juche ideolojisi nin (***) sisli örtüsünü kullanırken, bu çelişkileri anlamak ve adil bir eleştiri sunmak için dışsal faktörleri de göz önünde bulundurmalıyız.



Marksist İlkelerden Sapma


Kuzey Kore, sosyalist bir devlet olarak Marksist teoriyi rehber edindiğini iddia eder. Ancak rejimin yapısı ve uygulamaları, bu teoriden sapmaları gözler önüne serer.


Marksizm, sınıfsız bir toplumu hedefler; üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı bir yapının, bireyler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliği ortadan kaldıracağını savunur. Ancak Kuzey Kore’de: Kim ailesi(****) ve çevresindeki elit, işçi sınıfı adına yönetimde olsa da gerçekte bu, halkın emek gücünü sömüren bir oligarşidir. Parti üyeleri ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuş, halkın çoğunluğu ise sıkı bir kontrol altında yaşamaya mahkum edilmiştir.

Marksist ilkeler, bireylerin değil, kolektifin önceliğini savunur. Ancak Kuzey Kore’de Kim Il-sung, Kim Jong-il ve Kim Jong-un’un lider kültü, bu ideali ters yüz etmiştir. Bu liderler, neredeyse kutsal figürler olarak yüceltilmiş, halkın sadakati bireysel bir güce yönlendirilmiştir.


Üretim Araçlarının Toplum Yararına Kullanımı


Üretim araçlarının toplumsal yarar için kullanılmasını savunan Marksist anlayış, Kuzey Kore’de askeri önceliklere ve rejimin bekasına adanmıştır. Kuzey Kore’de ekonomik kaynakların büyük bir bölümü nükleer program ve orduya ayrılmıştır. Bu durum, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük eksikliklere yol açmıştır.

Verimsiz Tarım ve Sanayi Politikaları: Merkezi planlama ekonomisinin başarısızlığı, özellikle tarım sektöründe kitlesel açlık dönemlerini tetiklemiştir. 1990’ların kıtlığı(*****) , bu verimsizliğin en dramatik sonucudur.


 Uluslararası Dayanışmanın Yokluğu


Marksizm, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasını ve enternasyonalizmi savunur. Ancak Kuzey Kore, kendi içine kapanık yapısıyla bu ideali tamamen terk etmiştir. Milliyetçi Bir Sosyalizm: Juche ideolojisi, Marksizmin enternasyonalizmine tamamen zıttır. Bu ideoloji, halkın dış dünyadan izole edilmesini haklı çıkarmak için milliyetçi bir söylem kullanır.

Küresel Hareketlerden Kopukluk: Kuzey Kore, dünyadaki diğer sosyalist hareketlerden izole olmuş, kendi otoriter yapısını sürdürmek için küresel dayanışmadan vazgeçmiştir.


Dış Etkiler ve İdeolojik Kuşatma


Marksist ilkelerden sapmaların bir kısmı, Kuzey Kore’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanırken, bir kısmı da dışsal koşulların baskısından kaynaklanmaktadır.


Yaptırımların Yıkıcı Etkisi: ABD öncülüğündeki ekonomik yaptırımlar, Kuzey Kore’nin dış ticaretini ve kaynak erişimini büyük ölçüde sınırlamıştır. Bu durum, rejimi hem ekonomik açıdan kırılgan hale getirmiş hem de iç baskıyı artırmıştır. Halkın sıkıntıları, rejimin dış tehditleri propaganda malzemesi olarak kullanmasını kolaylaştırmıştır.


İdeolojik Kuşatma: Kapitalist dünya, Kuzey Kore’yi sürekli bir tehdit olarak göstererek rejimi izole etmiştir. Bu, halkın kapitalizmi tanımasını engellemek için bir fırsat yaratırken, aynı zamanda rejimin kontrol mekanizmalarını güçlendirmiştir.


Çin ile İlişkiler: Stratejik, Ama Tehlikeli


İdeolojik Çelişkiler: Çin, kapitalist reformlarla sosyalist ideallerden uzaklaşırken, Kuzey Kore bu durumu ideolojik bir tehdit olarak görmüştür. Çin’in “piyasa sosyalizmi” anlayışı, Kuzey Kore’nin geleneksel merkeziyetçi yapısıyla çatışmaktadır.


Stratejik Ortaklık: Buna rağmen, Çin ve Kuzey Kore arasındaki ilişki tamamen stratejiktir. Çin, Kuzey Kore’yi ABD karşısında bir tampon bölge olarak kullanırken, Pyongyang yönetimi de Çin’i ekonomik ve diplomatik bir destek kaynağı olarak görmektedir. Bu pragmatik ilişki, Kuzey Kore’nin bağımsız sosyalist bir alternatif sunma kapasitesini daha da zayıflatmaktadır.


Kuzey Kore’nin Marksist Bir Eleştirisi:


Rejim neden kolektif refah sağlayamıyor?


Marksizmin hedefi olan kolektif refah, Kuzey Kore’de rejimin bekasına ve askeri önceliklere feda edilmiştir. Halkın ihtiyaçları ikinci planda kalmıştır.


Kuzey Kore gerçekten sosyalist bir model mi sunuyor?

Hayır. Kuzey Kore, sosyalist bir devlet olmaktan çok, devlet kapitalizminin otoriter bir versiyonunu temsil etmektedir. Rejim, halkın refahını artırmak yerine, ideolojik ve askeri çıkarlarını öncelemiştir.


 Dışsal baskılar olmasaydı durum farklı olur muydu?

Muhtemelen evet. Kuzey Kore, yaptırımlar ve izolasyon yerine uluslararası işbirliği içinde kalsaydı, daha kolektif bir ekonomi ve halk refahı modeli geliştirebilirdi. Ancak rejimin iç çelişkileri de bu idealin önünde bir engel oluştururdu.



 3: Dijital Çağda Sosyalist Bir Alternatif Mümkün mü?


“Her büyük kriz, içinde bir imkan taşır. Yıkımın eşiğindeki insanlık, kaybettiği hayalleri yeniden şekillendirmek için bir fırsat bulabilir mi? Yoksa bu kriz, bizi hep aynı yollara mahkum mu eder?” Dijital çağ, ideolojik kuşatma ve kapitalist hegemonyanın gölgesinde sıkışan sosyalist idealleri yeniden düşünmek için benzersiz bir zemin sunuyor. Ancak Kuzey Kore gibi örnekler, sosyalizmin adını taşıyan her uygulamanın bu idealleri hayata geçiremediğini gösteriyor. Peki, dijital çağda gerçekten halk refahını önceleyen, sürdürülebilir bir sosyalist model mümkün mü?


Zihniyet Devrimi Olmadan Sosyalizm Neden Mümkün Değil?


1. Sosyalist Bir Alternatif İçin Halkın Bilinci


Kapitalizmin en büyük başarısı, yalnızca ekonomik yapılar üzerinde değil, aynı zamanda insanların zihinleri üzerinde de bir hegemonya kurmuş olmasıdır. Sosyalist bir alternatif inşa etmek için yalnızca ekonomik modelleri değil, zihniyetimizi de değiştirmemiz gerekir:


Tüketim Kültürüne Karşı Dayanışma Kültürü: Dijital çağ, bireysel tüketimi artıran algoritmalarla örülüdür. Sosyalizm, bu döngüyü kırarak dayanışmayı merkeze alan bir kültür inşa etmek zorundadır.


Kolektif Bilinç: Halkın, sosyalizmin sadece bir ideoloji değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlaması gerekir. Bu, yalnızca devlet politikalarıyla değil, eğitim ve katılım yoluyla mümkündür.


2. Ütopik Sosyalizmin Tuzakları


Zihniyet devrimi olmadan sosyalizm, “ütopyacı” bir projeden öteye geçemez. Kuzey Kore, bir yandan baskıcı bir devlet modeli yaratırken diğer yandan halkın zihinsel dönüşümünü sağlayamamış bir sistemin en çarpıcı örneklerinden biridir:


İdeolojik Zorbalık: İdeolojiyi halkın benimsemesi yerine zorla kabul ettirmek, sosyalizmin özüne aykırıdır. Kuzey Kore’deki Juche ideolojisi, bir halk hareketi olmaktan çok, lider kültü üzerinden dayatılmış bir doktrindir.


Halkın Katılımının Eksikliği: Sosyalizmin başarıya ulaşması için halkın yalnızca üretim sürecine değil, karar alma mekanizmalarına da aktif olarak katılması gerekir. Kuzey Kore gibi örnekler, merkeziyetçiliğin sosyalizmi nasıl yozlaştırabileceğini göstermektedir.


Dijital Çağ ve Sosyalist Modeller


1. Dijital Araçların Kullanımı


Dijital çağın sunduğu fırsatlar, sosyalizmin uygulanabilirliğini artırabilir. Ancak bu araçların nasıl kullanıldığı belirleyici olacaktır:


Demokratik Katılım ve Şeffaflık: Blockchain teknolojisi, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını sağlayabilir. Örneğin, yerel yönetimlerin harcamalarını şeffaf hale getiren dijital sistemler oluşturulabilir.


Eşit Erişim: Dijital araçların tüm halka açık ve ücretsiz olması, bilgiye erişimde eşitsizlikleri azaltabilir. Bu, sosyalizmin bilgiye dayalı bir ekonomi kurma hedefini destekler.



2. Küresel Bağımlılık ve Otonomi


Dijital çağın kapitalist dinamikleri, küresel bağımlılıkları artırırken sosyalist bir alternatifin otonomi yaratmasını zorlaştırır. Kuzey Kore, bu zorluğu aşmak için dış dünyadan izole olmuş, ancak bu izolasyon halkın refahını artırmamıştır:


Teknolojik Bağımsızlık: Sosyalist bir model, büyük teknoloji şirketlerinin kontrolünden kaçınarak açık kaynaklı yazılımlar ve yerel teknolojik çözümler geliştirmelidir.

Yerel Ekonomilerin Güçlendirilmesi: Yerel üretim ve tüketim döngüleri, küresel kapitalizme karşı bir alternatif oluşturabilir.


Kuzey Kore’den Çıkarılacak Dersler


Kuzey Kore’nin deneyimi, sosyalist ideallerin nasıl yozlaşabileceği ve sürdürülebilir bir sosyalizmin hangi koşullarda mümkün olabileceği konusunda önemli dersler sunar:


1. Merkeziyetçilikten Kaçınmak


Merkeziyetçilik, Kuzey Kore’de olduğu gibi, halkın iradesini devletin çıkarlarına feda edebilir. Halk demokrasisi, ancak yerel yönetimlerin ve işçi konseylerinin güçlendirilmesiyle mümkün olabilir.


2. Milliyetçi İzolasyon Yerine Dayanışma


Juche ideolojisinin milliyetçi temelleri, Kuzey Kore’yi uluslararası sosyalist dayanışmadan koparmıştır. Sosyalist bir model, uluslararası işbirliğini ve paylaşımı öncelemelidir.


3. Lider Kültünden Uzaklaşmak


Kuzey Kore’nin lider kültü, sosyalizmin kolektiflik ilkesine aykırıdır. Sosyalist bir model, bireysel liderlik yerine kolektif liderliği teşvik etmelidir.


Gerçekçi Ol, İmkansızı İste! 


Bugün, kapitalizmin sürdürülemez olduğu gerçeği her zamankinden daha açık. Kaynakların tükenişi, çevresel felaketler ve artan eşitsizlik, bir alternatif arayışını zorunlu kılıyor. Ancak bu alternatif, geçmişin hatalarını tekrar etmeden, dijital çağın imkanlarını kullanarak inşa edilmelidir.


1. Gerçekçi Bir Sosyalist Modelin Temel İlkeleri


Stratejik Kamu Mülkiyeti: Enerji, sağlık ve ulaşım gibi temel sektörler kamu mülkiyetinde kalmalı, ancak bireysel girişimlere yer açılmalıdır.


Halk Katılımı: Karar alma mekanizmaları dijital araçlarla doğrudan demokratik hale getirilmelidir.


Eğitim ve Bilinçlendirme: Halk, sosyalist değerleri benimsemek için eğitilmeli ve bilgilendirilmelidir.


2. Kuzey Kore ve Gelecek


Kuzey Kore, bir sosyalist modelin başarısız olduğu noktaları gösteren bir ayna görevi görür. Ancak bu ayna, yalnızca eleştiri yapmak için değil, daha iyi bir yol aramak için kullanılmalıdır. Kuzey Kore’nin hatalarından öğrenmek, sosyalizmin yeni bir versiyonunu inşa etmek için bir fırsattır.


Sonuç: Umut ve Mücadele


“Felaketin eşiğinde durmak, ona teslim olmayı gerektirmez. İnsanoğlu, umudu yitirdiğinde bile, yeniden hayal etme cesareti bulmalıdır.” Dijital çağda sosyalist bir halk demokrasisi, yalnızca ekonomik bir model değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimi gerektirir. Kuzey Kore örneği, bu yolda bir uyarıdır: Sosyalizm, halkın iradesine ve refahına dayanmadığında, yalnızca bir baskı mekanizmasına dönüşür.


Bugün, “gerçekçi ol, imkansızı iste” şiarıyla yola çıkacak bir entelektüel ve toplumsal hareket, kapitalizmin ötesinde bir dünya tasavvur etme cesaretini göstermelidir. Kuzey Kore’nin hatalarını tekrarlamayan, ancak onun derslerinden öğrenen bir model mümkün mü? Bu sorunun yanıtı, bizim hayal gücümüzde ve cesaretimizde saklı.


Notlar :

(*)  Gulag: Sovyetler Birliği’nde 1930’lardan 1950’lere kadar kullanılan zorunlu çalışma kamplarını tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu terim, genellikle Kuzey Kore’deki hapishane ve çalışma kamplarına benzerlik kurmak için metaforik olarak kullanılır.


(**) Pyongyang Yönetimi: Kuzey Kore hükümeti genellikle başkent Pyongyang’a atıfla bu şekilde tanımlanır. Pyongyang, Kuzey Kore’nin siyasi, ekonomik ve kültürel merkezidir ve Kim ailesi yönetimindeki totaliter rejimin merkezi olarak görülür.


(***) Juche İdeolojisi: Kuzey Kore'nin resmi devlet ideolojisidir. "Öz güç" anlamına gelen Juche, Kim Il-sung tarafından geliştirilmiştir. İdeoloji, ekonomik, siyasi ve askeri bağımsızlığı vurgular ve dış yardımlara karşı bir duruş sergiler. Ancak, pratikte milliyetçi bir izolasyon politikasını meşrulaştırmak için kullanılmıştır.


(****) Kim Ailesi: Kuzey Kore’de yönetimi elinde bulunduran ve üç nesildir iktidarda olan aile. Kim Il-sung, ülkenin kurucusudur; Kim Jong-il ve ardından Kim Jong-un onun halefleridir. Bu aile, rejimin lider kültü etrafında şekillenmesini sağlamıştır.


(*****) The Arduous March (Zorlu Yürüyüş): 1990’lı yıllarda Kuzey Kore’de yaşanan büyük kıtlık dönemini tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Bu dönemde yaklaşık 2-3 milyon kişinin açlıktan öldüğü tahmin edilmektedir.