Adını Bilmediğin Fikirlerle Büyümek


Sessizce Buluşan Fikirler

Adını anmadan yaşadığımız düşünceler vardır. Bir filozofun, bir manifestonun, bir kuşağın ya da bir devrimin içine doğmamış olsak da, onların bıraktığı kırılgan izlerle yürürüz. Bazı fikirler bizden önce içimize sinmiştir. Sadece kelimelere dökülmeyi beklerler.



Benim yaşamımda, Erich Fromm’un ya da Wilhelm Reich’in adını ilk kez ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Ama onların sorularını daha çocukken içimde taşıdığımı biliyorum. “Niçin insanlar özgürlükten korkar?”, “Neden birileri kendini ezene bağlanır?”, “Sevgi neden çoğu zaman kontrolle karıştırılır?”... Bunlar, büyümekle birlikte değil, fark etmekle birlikte içimi kemiren sorulardı.


Felsefeyi bir öğretim değil, bir aktarım biçimi olarak yaşadım. Kimse bana özgürlük hakkında ders vermedi. Ama bana hiçbir şeyi zorla yaptırmayan bir babam vardı. Kimse bana itaatin kötülüğünü anlatmadı ama ben, annemin öfkesini yutarkenki suskunluğundan bir şey öğrendim. O suskunluk, bana yüksek sesle atılan hiçbir nutuğun veremeyeceği bir şey öğretti: Direncin bazen ses değil, sessizlikle örüldüğünü.


Ben bu fikirleri çocuklarıma da anlatmadım. Ama bu düşünceler, onların gözlerinin önünde benim yüzümde yaşandı. Empatiyle, tereddütle, bazen ağlayarak ama çoğu zaman gülümseyerek. Belki Fromm’un ismini duymayacaklar hiçbir zaman. Ama bir gün biri onlara “özgürlük bazen yalnızlıktır” dediğinde, içlerinden bir ses “bunu biliyorum” diyecek. Adını bilmedikleri bir şeyin çocukları olacaklar.


Hayat bana göre bir mutluluk arayışı değil, bir anlam taşıma çabası. Belki bu yüzden, yaşamı bir bayrak yarışı gibi görürüm. Herkes bir iz bırakır, bir ışık taşır. O ışığı nereye bıraktığımız, kim olduğumuzdan daha önemlidir. Ve ben, çocuklarıma parlak cümleler değil ama içi dolu bir sessizlik bırakmak istiyorum.


68 kuşağını yaşamadım. Ama onların bıraktığı gölgeyi üzerimde taşıdım. Bizim kuşağımız için 68, bir hatıra değil, bir sızıydı. Onlar devrim istediler; biz, onların neden başaramadığını düşünmekle meşgul olduk. Onlar meydanlara çıkarken kolektif düşler kurdular; biz içimize çekildik, bireysel direnme biçimleriyle yetinmeyi öğrendik. Ama bazı düşler vardır ki, söylenmese de geçer bir nesilden diğerine. Benim üzerimdeki dolaylı etkiler, belki o sessiz düşlerin yankısıydı.


Fromm, Reich, Sartre, Vian... Hepsi farklı zamanlarda, farklı dillerde ama benzer yaralara parmak bastı. Belki de bu yüzden onların adı, ben daha düşünmeye başlamadan içime yerleşmişti. Onlar bana kalıcı bir şey bırakmadı. Ama bazı geçici şeyler, insanı sonsuza kadar biçimlendirir. Belki bir cümle, belki bir bakış, belki bir soruyu başka türlü sormak.


Yazının devamında belki bu soruların etrafında biraz daha dolaşacağım. Cevaplar aramak için değil, bazı izleri yeniden yoklamak için. Çünkü bazı yazılar, okuyanı aydınlatmaz. Ama birlikte yürünürken bir şeyleri sezdirir.

Yıldız Gibi Parlayan Umut

Umut, çoğu zaman yüksek sesle söylenmez. Ama bir yazının içinde yankı bulduğunda, okuyanın içini bir anlık ısıtır. Ben umudu hiçbir zaman bir slogan gibi taşımadım. Ama asla da bırakmadım. Çünkü umudu olmayan bir insan sadece karamsar değil, aynı zamanda sorumsuz olur. Umutsuzluk kolaydır. Umut, çabaya mecbur kılar.


Bunu ilk fark ettiğimde, bir yolun sonundaydım. Özgürlük fikrini kurcaladıkça, aslında özgür olmanın ne kadar yalnız, ne kadar yorucu, ne kadar da muamma dolu olduğunu fark ettim. İnsan özgür olmayı ister ama bazen o özgürlükle ne yapacağını bilmez. Fromm'un sezgisi burada çok tanıdıktı bana: özgürlük, bazen kaçılacak bir yüktü. Fakat ben kaçmayı hiç öğrenmedim. Öğrenseydim, daha az üzülürdüm belki. Ama daha az insan kalırdım.


12 Eylül’ün ardından büyüyen bizim kuşağımız, umut etmeyi değil, hayatta kalmayı öğrenmiş bir kuşaktı. Fakat hayatta kalmak, bazen öyle bir hale gelir ki insan, hayatta kalabilmek için içini terk eder. O yüzden umut, yaşamakla ilgili değil, yaşarken kim kaldığınla ilgilidir.


Ben kim kaldığımı çocuklarıma anlatmadım. Ama onların gözlerinin içine bakarken bir şey söylemek istedim: “Direnmenin yolu illa bağırmak değildir. Ama sustuğunda neye razı geldiğini unutma.”


Günümüzde çokça kullanılan bir kelime var: özgürlük. Ama çoğu zaman, reklam afişlerinden, sosyal medya profillerinden ibaret bir göstergeye dönüştü. Herkes kendi bireysel “ifade alanı”nı özgürlük sanıyor. Oysa hakiki özgürlük, yalnız kalmakla, dışlanmakla, kaybetmekle yüzleşmeyi göze alabilmektir. Çünkü senin yalnız kaldığın yerde, bazen bir başkası yürümeye cesaret bulur. Yıldızlar da en çok gece parladığı için umut, karanlıkla gövde gövdeyken değer kazanır.


Benim umudum, asla bugüne dair olmadı. Ben umudu, bir gelecek tahayyülünde, belki hiç tanımayacağım insanlar için kurdum. Onlar bir gün bir karar alırken, içlerinden geçip giden bir duygunun kendilerine ait olmadığını fark edebilirler. Belki o an, ben çoktan gitmiş olacağım. Ama o karar, benim hayatımdan sızmış bir duygunun yankısı olacak.


Bir düşüncenin taşıyıcısı olmak demek, onun hakkında konuşmak değil, onu yaşamaktır. O yüzden çocuklarıma fikirleri öğretmedim. Ama kendimi saklamadım da. Hayatta kalmaya çalışırken özümden vazgeçmemeye çalıştım. O öz, belki bir gün onların rüyasında konuşur onlarla. Belki kendi çocuklarının gözlerinde parlayan bir şefkatle.


Umut, ben öldükten sonra bile sürebilecek bir şeyse eğer, işte o zaman gerçek bir şeydir. Bu yazıyı okuyan biri, belki şimdi, belki çok sonra, kendi içindeki yıldızın ışığını fark eder. Ve karanlık, birdenbire o kadar da sessiz olmaz.

Küçük Seçimlerin Büyük İzleri



Zamanla insan bazı fikirleri unutmaz, onları konuşmaktan vazgeçer. Çünkü anlar ki bazı fikirler konuşulunca büyümez; yaşanınca çoğalır.  

Ben hep inandım: en derin düşünceler, en sessiz yollarla aktarılır.  

Belki bir çocuğun gözünde beliren bir kaygı, belki birlikte susarak geçirdiğiniz bir an, belki kalabalık bir sofrada bir lokmayı bölüşme biçimi...  

Fikirler bazen kelime değil, bakış olur.


Çocuklarıma Fromm’u anlatmadım. Onlara Reich’tan söz etmedim. Ama bir sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlarken içimde taşıdığım o huzursuz düşünce, onların belleğine yazıldı belki.  

Çünkü özgürlük sadece ideolojik bir talep değil; bazen kimin önce konuşacağına karar vermek, kimi susturmamak, kimin ne zaman yorulduğunu fark etmek demektir.


Benim taşıdığım düşünceler büyük sistemlerin değil, küçük seçimlerin içindeydi.  

Birinden özür dilemek, birine hayır demek, bir hakkı savunmak, bazen bir hakkı geri vermek.  

Bunların hiçbirinde büyük bir cümle yoktu. Ama belki gelecek dediğimiz şey, bu küçük ama ahlaki kararların izinden büyüyen bir şeydir.


Kendime hep şunu sordum:  

“Özgürlük, çocuklarının gözlerinin içine bakarken utanmamak olabilir mi?”


Ve cevabım çoğu zaman bir sessizlik oldu.  

Çünkü ne kadar özgür olabildiğimi bilmedim. Ama ne zaman özgürlükten uzaklaştığımı hissettim.  

Ve işte o anlar bana kim olduğumu hatırlattı.


Belki günün birinde onlar bir şeyi savunurken, birini severken, bir yerde haksızlığa “dur” derken...  

O sesin kendilerine ait olup olmadığını sorgulayacaklar.  

O zaman anlayacaklar: düşünceler yalnızca ağızdan değil, bir hayatın toplamından geçer.


Ben bir ideoloji bırakmadım onlara.  

Ama yanlış yerde susmadım.  

Ve bu bile, bir gün, bir şeye dönüşebilir.  

Çünkü fikirler, konuşulunca değil, yaşandıkça anlaşılır.  

Ve ben biliyorum: bazen bir insan, hiç tanımadığı bir düşüncenin taşıyıcısı olabilir.

Sıra Sende



Umudu, bugüne değil, yarına duyduğum bir sorumluluk olarak taşıdım hep.  

Çünkü umut, bana göre yalnızca bir beklenti değil; bir ahlaki duruştur.  

Geçici kazançlara aldanmamak, kalıcı değerleri kaybetmemek için gösterilen bir çaba.  

Umut, sesin çıkmadığı ama bakışın sarsılmadığı andır.  

Kimi zaman elini bir çocuğun omzuna koymak, kimi zaman hiçbir şey yapamıyorsan bile birine “yalnız değilsin” diyebilmektir.


Karanlık zamanlar hep oldu.  

Ve her karanlık, kendi ışığını da doğurdu.  

Ama o ışık bazen bir düşünürün cümlesi, bazen ismini bilmediğimiz bir annenin sabrı, bazen de bir öğrencinin kararsızca attığı ilk adım oldu.


Ben, kendi karanlığımda yürürken, yolun sonunda bir gelecek olup olmayacağını bilmiyordum.  

Ama bir şey biliyordum: Yürürken başımı eğmedim.  

Çünkü o sırada biri bana bakıyor olabilir diye düşündüm hep—belki çocuklarım, belki henüz doğmamış bir ses, belki benliğimin bir parçası.


Bugün arkamda bıraktığım iz, ne kadar görünür bilmiyorum.  

Ama bir şey kalmasını istedim.  

Yalnızca bir düşünce değil, bir his.  

Yalnızca bir söz değil, bir sezgi.  

Yalnızca bir fikir değil, bir ışık.


Umut, söylenince değil, taşınınca görünür.  

Ve ben bu yazıyı umut taşıyanlara bırakıyorum.  

Çünkü bazen bir cümle, bir ömrün bütün sessizliğini duyurabilir.  

Ve eğer bir yazı geleceğe seslenebilecekse, bu, onun içinde susulmuş bir şey olduğu içindir.


Benim umudum da böyle:  

Sarsak ama sarsılmaz.  

Kırılgan ama yılmaz.  

Söylenmeden de anlaşılabilecek kadar canlı.


Ama her düşünce gibi bu da tamamlanmamış bir şey.  

Bu yazı yalnızca bir başlangıç olabilir.  

Belki başka yazılarda, başka seslerde, başka sorularda devam edeceğim.  

Belki aynı duyguyla birileri başka bir yerden yola çıkar.  

Ama bildiğim şu:  

Bazı cümleler sonlanmaz, yalnızca durur.  

Bir nefes gibi.  

Devamı için bir başkasına, bir başka zamana ihtiyaç duyar.  

İşte bu yazı da öyle bir şey olsun istedim:  

Bir virgül.  

Bir noktalı virgül.  

Bir sessizlik ve ardından gelen o tanıdık çağrı:  

“Sıra sende.”


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN..

KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Oğlumun arkadaşı ile oyuncak kavgası!...