Kahrolası Pazartesi
Apartman kapısından çıktım. Sokak hâlâ uykuda, ben de yarı uyanığım.
İki adım gitmeden beynim alarm çaldı: “İlaç!” Günlük almam gereken ilaçları unutmuştum!
Geri döndüm, kapıyı açtım, ilaçları kutuya koydum, tekrar çıktım.
Tam “Bu sefer tamam” derken…
Hah! Anahtar kapıda kalmış.
Otomatik kapı aparatı anahtara bağlı, o nedenle apartman dış kapısından içeri giremem.
Mızmız oğlumu telefonla defalarca aradım, nihayet açtı.
"Oğlum… Anahtarı kapıda unutmuşum. Getirir misin?"
Anahtar geldi, durağa yürüdüm.
Sabah rüzgârı yüzüme hafifçe vuruyor, bana sadece şunu fısıldıyordu:
“Bugün daha yeni başlıyoruz…”
........
Ofise girdim. Kahve kokusu, klavye tıkırtıları…
Arkadaşlarım canlı, şakalaşıyor, birbirlerine enerji yayıyorlar.
Onlar işlerini sevmeseler de uyum sağlamışlar. Ben ne sevmişim ne benimsemişim bu işi.
Negatif enerji yaymamak için kendi içime çekildim.
Ama içerisi de huzurlu değil.
Kendi kendime “Hadi canlan!” baskısı yapıyorum. Biraz toparlanıyorum ama sinirlerim geriliyor.
Yaratıcı tarafım bunu fırsat biliyor. Bir anda hayalimde Clint Eastwood beliriyor. Doksan yaşında, eskiden seslendirdiği bir şarkıyı söylüyor.
Arkasında on iki tane twerk yapan iskelet…
Her vuruşta bir kemik fırlıyor, masaların altına, pencerelere, kahve fincanlarının içine düşüyor.
Clint gaza geliyor, twerk’e o da katılıyor.
Ve fırt!
Hasta bezi poposundan fırlayıp, havada zarif bir yay çizerek mesai arkadaşımın masasına düşüyor.
Bu sahne gözümde öylesine net ki, omuzlarım titriyor, gülmemi tutamıyorum.
Tam o sırada bir mükellef içeri giriyor.
İçimden bağırmak istiyorum:
“Ne bakıyorsun ulan? Hiç mi deli görmedin? Götveren!”
Ama boğazımı temizleyip ekrana dönüyorum.
---
Ekranda liste açık: Bankalara Haciz Konulacak Borçlular.
Adı, soyadı, yaptığı iş, borç tutarı…
“Ohhh çekiyorum alçağa… Paran varsa hesabında, geldin benim üç kancalı oltama… Bir… iki… üç…”
Ama sonra sinirleniyorum.
Ne biçim iş lan bu?
Adam belki hafta sonu ailesiyle küçük bir kaçamak yapmak istiyordu o parayla…
Ben onu blokladım.
Hatta bokladım!
Tam o anda kafam sahneyi yeniden devralıyor.
Bu kez Orhan Gencebay var.
Ama devasa bir hidrojen bombasına sarılmış, gökyüzünden aşağı doğru düşüyor.
Gözyaşları içinde, rüzgâr saçlarını savururken şarkısını söylüyor:
“Batsın bu dünya, bitsin bu rüya, aşksız geçen ömrüme yazıklar olsun…”
Bulutların arasından süzülüyor, şehre doğru iniyor.
Ekranda hâlâ borçlular listesi var.
İçimden hem işime hem bombaya aynı şeyi söylüyorum:
“Batsın bu dünya.”
---
Öğle yemeğinde yediğim uyduruk şeyler midemde şişlik yaratıyor.
Bir ağrı çörekleniyor içime.
Bir kadın karnıma bakıyor, sanki hayvanat bahçesinde maymuna bakar gibi.
İçimden ona erkeklik organımı göstermek geliyor.
Ama en kibar versiyonunu yapıyorum: dil çıkarıyorum.
Kadın bakışlarını kaçırıp adımlarını hızlandırıyor.
Rezilliğin de tadı çıkarılası bir şey olabileceğini düşünüyorum.
Ama bu kısa nefes alma ne anksiyeteme ne de mide ağrıma iyi geliyor.
---
Neyse ki mesai bitiyor.
Ekrandaki listeler, Clint ve iskeletler, Orhan ve bombası… yavaşça perde arkasına çekiliyor.
Ofis ışıkları soluyor, pencereden akşam ışığı sızıyor.
Bilgisayarı kapatıyorum, çantamı alıyorum.
Koridordan geçerken “Bugün de bitirdik” diye mırıldanıyorum. "hem zafer hem mağlubiyet tonuyla."
Dışarı çıktığımda hava sabahkinden daha ferah.
İçimde hâlâ biraz şişkinlik, biraz gerginlik var…
Ama en azından pazartesi artık bitmiş.
Yarın salı.
Henüz iyi sayılmaz… ama en azından pazartesi değil.
Yorumlar