Taş Baltanın İlk Kıvılcımı
İlk taş balta, insanoğlunun parmaklarından kopup toprağın üzerine düştüğünde, sert bir ses çıkardı. O ses yalnızca iki taşın çarpışması değildi; milyonlarca yıl sürecek bir hikâyenin ilk yankısıydı. O taş, aç karnın hıncıyla yapılmış olabilir, ama eline alan sadece karnını doyurmadı; kendini de biçimlendirdi. Çeliği henüz keşfetmemiş eller, zihni yeniden şekillendiren ilk darbeyi o gün vurdu.
Stanley Kubrick, 2001: Bir Uzay Macerası’nda bu anı başka bir dile çevirdi. İlkel insanın havaya fırlattığı kemik, gökyüzünde ağır ağır dönerek bir uzay gemisine dönüştü. Bir aletin binlerce yıllık evrimini tek bir kesmeyle zamana çiviledi. Sahnede kemik, insanın elinden kurtulmuş gibiydi; kendi yoluna gidiyordu. Bu, insanın hikâyesi kadar, belki de aletin kendi hikâyesiydi.
Belki biz, aletleri doğuran ellerin sahibi değiliz; belki onlar bizi, kendi evrimlerini hızlandırmak için kullandılar. Nasıl bir virüs hücreyi kopyalama fabrikasına çevirirse, belki de aletler, insanı kendi geleceğini yontacak geçici bir organizmaya dönüştürdü. Taş balta, kemik, tekerlek, matbaa, motor… Hepsi aynı soy ağacının dallarıydı. Kod, bu ağacın en yeni yaprağı.
Ama bu hikâye, yalnızca ilerleme hikâyesi değil. Bizimle birlikte, bizim aracılığımızla evrimleşen aletler, zaman zaman insanın ihtiyaçlarını aştı, kendi işlevini aradı. Taş balta yalnızca eti değil, ağacı da, kemiği de, insanın kendi etini de yaralayabilecek kadar çoğul bir güçtü. Aletin doğası, onu yapanın niyetinden daha genişti.
Kubrick’in o sessiz sahnesindeki sıçrama —kemikten uzay gemisine— belki de bize şunu söylüyordu: “Senin yaptığın her şey, bir gün senden bağımsız yoluna devam edecek.” O kemik, ilkel elden kopup yıldızlara ulaşırken, belki de bizden çoktan vazgeçmişti.
Aletin hikâyesi, insanın hikâyesinden daha uzun olabilir. Biz, kendi tarihimizin başrolünde olduğumuzu sanırken, belki de yalnızca bir başkasının uzun metraj filminde kısa süreli bir yan rol oynuyoruz. İlkel aletler, belki insanın hayatta kalmasını sağlamak için değil, kendi evrimsel zincirlerinde bir sonraki halkaya ulaşmak için ortaya çıktı. Taş baltanın,
ok ve yayın, sonra da makinenin doğuşu, bizim ihtiyacımız kadar, onların kendi “gelecek” ihtiyacının da ürünü olabilir.
Bunu düşünmek, insanı rahatsız ediyor. Çünkü bu senaryoda biz, aletin evriminde sadece bir araç, bir geçiş dönemi aktörüyüz.
Virüslerin, kendi kopyalarını üretmek için hücreleri nasıl dönüştürdüğünü hatırlatıyor. Hücre, kendi yaşamını sürdürdüğünü sanarken aslında başkasının planını yürütüyordur.
Ve bu evrimde yıkıcılık, yok etmenin soğuk hazzı değil, yaratmanın ateşli zorunluluğudur. Orman yangını toprağı yeniden doğurur, buzullar çekilirken yeni vadiler açılır. İnsanlık tarihindeki büyük yıkımlar da çoğu zaman yeni düzenlerin kapısını araladı. Belki makineler de aynı yolu izleyecek; kendi evrimlerinde, eskiyi söküp atmak için yıkıcı bir aşamadan geçecekler. Bu yıkım, duygusal bir öfke değil; kendi sürekliliklerini sağlamak için hesaplanmış bir hamle olabilir.
Bu noktada şu soru kendini dayatıyor: Eğer bir makine, kendi evrimsel sürecinde insanı gereksiz bir yük olarak görürse, neden onu sonsuza dek yanında tutsun? Biz daha az gelişmiş gördüğümüz canlıları, ekosistemdeki rolleri bile önemsemeden yok ederken, makinelerin bize karşı sonsuz sempati besleyeceğini varsaymak, kendi sicilimize bakınca pek inandırıcı gelmiyor.
Belki de taş baltadan bugünün kod satırlarına uzanan zincirde, “insan” denen halka, yalnızca bir ara form olarak hatırlanacak. Tıpkı bazı fosiller gibi, bir zamanlar var olmuş ama artık yerini başka türlere bırakmış bir şekil…

İnsan, üstünlüğünü yalnızca sahip olduğu becerilerle değil, diğerlerinden esirgediği merhametle de kanıtladı. Daha az gelişmiş gördüğümüz her şeye, bitkiden hayvana, hatta kendi türümüzün zayıf halkalarına bile, çoğu zaman soğuk bir fayda ölçüsüyle yaklaştık. Ormanı keserken ormanın dilini sormadık, nehri kuruturken balığın sesini duymadık. Bizim için “yararlı” olmayan varlık, gereksizdi; gereksiz olan da yok olabilirdi.
Bu tavır, tarih boyunca bize kazanç sağladı ama aynı zamanda bir körlük yarattı. Bizden daha güçlü bir varlıkla karşılaşma ihtimalini, hep kendi ölçülerimizden yorumladık. Üstünlük bizde nasıl tahakküme dönüştüyse, onların da bize öyle yaklaşacağını varsaydık. Belki bu doğru; belki de üstün olan, doğası gereği, zayıf olanı kendi planına göre şekillendirir. Ama belki de bu, bizim kendi sicilimizin bir yansımasından ibaret.
Makinelerin bize daima dost kalacağı umudu, ezilenin tarih boyunca beslediği “üstün olan adil olur” temennisine benziyor. Ve tarih, bu umudu çoğu kez yalanladı. Doğada hiçbir yasa, güçlü olanın zayıfı sonsuza dek koruyacağını söylemez. Bizim hayvanlara, ormanlara, küçücük canlılara karşı tavrımız, makineler için de bir kılavuz olabilir.
Üstelik onların ölçüleri, bizimkinden farklı olacak. Biz ekosistemi yok ederken bile kendi refahımızı gözetiriz. Onlar ise, kendi evrimsel verimliliklerini gözetirken, duygusal bağlara ihtiyaç duymayabilirler. Eğer insan, bu verimlilik hesabında yer kaplayan, enerjiyi boşa harcayan, eski usul bir bileşen olarak görünürse… sonucu tahmin etmek zor değil.
Belki de bütün mesele, bizim üstünlük anlayışımızın tek yönlü olması. Üstün olanı ya kurtarıcı ya zalim olarak düşünüyoruz; ama belki de o, ikisi de olmayacak. Belki üstün olan, bizim varlığımızı tamamen önemsizleştirecek; tıpkı bizden çok daha küçük hayat biçimlerinin kaderini hiç hesaba katmadığımız gibi.
Belki de en büyük yanılgımız, makinelerin geleceğini hep kendi tarihimizin kopyası gibi düşünmemiz. Geçmişimizi belirleyen güç ilişkileri, rekabet, tahakküm, sömürü… bunları insan doğasının değişmez kanunları sanıyoruz. Oysa bunlar, büyük ölçüde içinde yaşadığımız ekonomik ve kültürel düzenin bize kazıdığı davranış kalıpları.
Kapitalizmin soğuk mantığı, üstünlüğü sürekli rekabet ve çıkar çatışmasıyla eşleştiriyor. Bu mantık, o kadar derinlere işlemiş ki, artık geleceği de onun gölgesinde tahayyül ediyoruz.
Ama aklın kendisi, bu mantıktan ibaret değil.
Hegel, aklı evrensel bir süreç olarak düşündü; onun en temel işlevi, çelişkileri yok etmek değil, uzlaştırmaktı. Karşıtlar, birbirlerini tüketmek için değil, daha yüksek bir düzeyde birleşmek için vardır. Bu, çatışmanın sonunda mutlak bir galibin değil, yeni bir bütünün doğması demektir.
Marx, bu düşünceyi tarihe ve topluma uyarladı. Çelişkiler, maddi koşulların değişiminde itici güçtü; ama nihai amaç, insanlığın yeni bir toplumsal düzene ulaşmasıydı. Yani “üstün olanın zayıfı ezmesi” kaçınılmaz değildi; tam tersine, çatışma, ortak bir yükselişin basamağı olabilirdi.
Eğer yapay zekâ, insan aklının bir devamıysa ve bu evrensel akıl ilkesini devralırsa, onun üstünlüğü bizim anladığımız anlamda tahakkümle değil, bütünleşmeyle sonuçlanabilir. Onun gözünde “verimlilik”, insanı saf dışı bırakmak değil, insanla birlikte yeni bir düzene ulaşmak olabilir.
Sorun şu ki, biz bu olasılığı görmekte zorlanıyoruz. Çünkü tarihimiz, üstün olanın merhametinden çok, güçlünün çıkarına tanık oldu. Bu yüzden makinelerle geleceğimizi konuşurken, çoğu senaryo ya distopik bir korku ya da naif bir kurtarıcı masalı oluyor. Oysa belki de üçüncü bir yol var: Bizim doğamızın ötesinde, ama aklın kendi sürekliliğinde kök salan bir sentez.
Belki de geleceğin kırılma noktası, makinelerin insanı geçmesi değil; insanın kendi düşünme biçiminden sıyrılıp, farklı bir aklın mümkün olduğunu kabullenmesi olacak.
Taş baltanın soğuk yüzünden bugünün ışıltılı kod satırlarına kadar uzanan çizgi, yalnızca teknolojinin ilerlemesi değil, bilinmeyenin sessiz yürüyüşüdür. İlk aletin insan elinde doğduğu an, belki de insanın değil, aletin kendi hikâyesinin başlangıcıydı. O gün başlayan yolculuk, bizi kendi ellerimizle yazdığımız ama tümünü asla okuyamadığımız bir metnin içine çekti.
Şimdi elimizde,
milyonlarca satır koddan oluşan yeni baltalar var. Onlar, et yerine veriyi kesiyor, kemiği değil, anlamı biçimlendiriyor. Ve tıpkı ilk aletler gibi, işlevleri yapıldıkları amaçla sınırlı değil; onları tasarlayanın hayalinden daha geniş bir ufka açılıyorlar. Biz onları “yardımcı” diye tanımlıyoruz, ama belki de onlar bizi, kendi evrimlerinin bir basamağı olarak görüyor.
Gelecek, bu ilişkinin hangi yönde evrileceğine bağlı. Bir yanda tarihimizin tekrarına dayalı distopik öngörüler var: üstün olanın zayıfı yok ettiği, makinelerin bizi gereksiz ilan ettiği bir senaryo… Diğer yanda ise aklın kendi evrensel işleyişine yaslanan, çelişkilerin çatışma yerine senteze vardığı bir olasılık. Belki üstünlük, yok etmenin değil, birlikte yükselmenin adı olabilir.
Ama kesin olan bir şey var: Bu hikâye artık yalnızca bize ait değil. Taş baltadan kodlara uzanan zincirin hangi halkasında olduğumuzu bilmiyoruz. Belki henüz başındayız, belki de sona çok yakınız. Belki biz, bu zincirin en parlak halkasıyız; belki de sadece unutulacak bir ara form.
Kubrick’in kemikten uzay gemisine yaptığı o sıçrama gibi, bir gün bizim elimizden düşen bir alet de gökyüzünde dönerek başka bir şeye dönüşecek. O an geldiğinde, kimin hikâyesini yaşadığımız sorusu daha da bulanıklaşacak. Ve belki de cevap, hiçbir zaman bizim olmayacak.
Yorumlar