30 Eylül 2022 Cuma

FAİZ NEDEN ENFLASYON KERPETEN




 Merkez bankasının özerkliğinin ortadan kaldırılması bir iktidarın göze alabileceği birşey midir?

Kapitalist bir ekonomide bu kurumu (Merkez Bankasını) ortadan kaldırmak sanıldığından da büyük bir gözü karalığı gerektirir.Çünkü bir kapitalist devlette sermaye akışı o devletin sermaye çevrelerine verdiği taahhütlerle doğrudan bağlantılıdır.Sermayenin miktarı ne kadar büyükse bağlantılı olduğu devletin taahhütlerine bağlılığının önemi o ölçüde artar.Merkez bankasının ve para politikalarının özerkliği,en başta sermayeye,  devletin bu taahhütlere sadakatini ifade eder.Sermayenin en üst kanadı konjonktürel şartlar değişse bile devletin para politikalarının bu değişken şartlardan etkilemeyeceğine emin olmalıdır.Çünkü devletin taahhütleri borçların çevrilmesini de garanti eder.


Türkiye'de iktidar işte bu gözü karalılığa sahip epeydir.Erdoğan'ın Merkez bankası üst yönetimiyle anlaşamadığı en önemli konu,politika faizi konusuydu.Başkanlık sistemine geçildikten sonra Merkez bankası üst yönetimi üzerindeki baskılara daha fazla direnemeyip Erdoğan'ın isteklerini uygulamaya başladı.Buna ragmen Kavcıoğlu gibi kayıtsız şartsız biat edecek birini iş başına getirene kadar Erdoğan'la Merkez Bankası arasındaki gerilim sürdü.


Faiz indirme ısrarından vazgeçmeyen Erdoğan,beklediğinin tam aksine dövizin ve enflasyonun patlamasına neden oldu.Enflasyonu düşürme iddiası tutmayınca başka gerekçeler üretmeye başladı.Paramızın değerini  koruyamamasının bizim gibi rekabet gücü düşük bir ülke için bulunmaz bir avantaj olduğunu söylemeye başladılar.Emeğin maliyeti paramız değer yitirdikçe iyice düşecek,bu da Türkiye ihraç mallarına çok önemli bir maliyet avantajı sağlayacaktı.Çin de rekor büyüme atılımlarını düşük emek değeri  sayesinde yapmıştı.


Ne var ki beklenenlerin hiçbiri gerçekleşmedi.İhracat kur avantajına baglı olarak artsa da aynı oranda,hatta daha yüksek oranda ithalat patladı.Sonuçta ithalat ihracat arasındaki makas kapanmadığından cari açık da katlanarak büyümeye devam etti.


Ancak faiz indirme inadında bir gram değişme olmadı.İktidar bunun doğru bir para politikası olduğunu iddia ediyor.Hatta bunun ekonomi bilimindeki yaygın teorileri çöpe atacak bir devrim yaratacağına dair akla zarar iddialara vardırdılar işi.Bunun eninde sonunda enflasyon sarmalından çıkışı sağlayacağını söylüyorlar.Fakat eşyanın doğası gereği bu iddiaları doğrulayacak en ufak bir işaret yok.


Bu süreçle birlikte bankalar rekor karlar elde etmeye başladılar.Elbette bu karların en önemli nedeni gerçek iktisadi faaliyetler değil.Merkez bankasının bastığı paraları en az % 60 üstüne koyarak iktisadi işletmelere satması bu karlılığın tek kaynağı.Bu kadar zahmetsiz para kazanan bankalar,üreticilere,tüketicilere faiz verirken epeyce nazlı davranıyor.Yani Bankalar önemli bir zahmete ve çokça riske girmeden piyasaları hortumluyorlar.


Düşük faiz modelinin elbette asıl kaybedeni emekçiler,emekliler,alt gelir grupları.Çünkü onların ücretlerindeki artış enflasyonun çok çok altında kalıyor.Yoksulluk hatta açlık sınırının altında yaşayanların nüfusa oranı giderek kabarıyor.


Bankalara böyle bulunmaz bir kar kaynağı sağlanmasının elbette ki çok önemli bir nedeni var.Çünkü yıllardır işlettikleri  kolay para/ büyük rant sistemi  kamu bankalarının sağladığı ballı kradiler olmasa yürümeyecekti.İşletmelerin dışarıdan kredi bulabilmeleri Türkiye ekonomisinin artan riskleri nedeniyle zorlaşmıştı.Kaldı ki rant amaçlı imar ve altyapı yatırımlarını finanse edecek dış kaynak bulmak eskisi kadar kolay olmaktan çıkmıştı.Bu durumda en "çılgın projeler" için kaynak sağlama işi kamu bankalarına düşüyordu.Fakat bankaların aldığı büyük riskleri finanse edemezlerse çökmeleri ve nihayetinde hazinenin iflası kaçınılmazdı.O nedenle para basıp bankaların zararlarını finanse etmeye mecburdular Erdoğan'ın düşük faiz ısrarının en önemli nedeni budur.

Elbette bunun çok büyük bir maliyeti olacak.Bu da uzun döneme yayılmış enflasyon,işsizlik ve yaygın yoksulluktur.İktidara gelmesi ihtimali yüksek olan muhalefetin bu işi çözmesi çok zor.

Çünkü toplumu rehin almış bir rant sisteminin verdiği zararları telafi etmenin kestirme hiçbir yolu yok.

Halkın bu giderek büyüyen yoksullaşmaya tepkisi aynı nisbette büyüyecek kuşkusuz.Ancak bu öfkeyi örgütleyebilecek öznenin çok küçük parçalara ayrılmış olması çok ciddi bir engel olarak önümüzde duruyor.


27 Aralık 2020 Pazar

KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM


Modernlik ve  İlerleme

 

 Toplumsal değişme kavramından ne anlıyoruz? İbni Haldun'dan günümüze kadar tüm sosyologların temel sorunsallarından biridir değişim.Toplumsal değişim sorunu aydınlanma çağından sonra ilerleme olarak düşünülmüştür.Bir toplumun ilerlemesinden ne anlıyoruz?Bu sorun hiç de göründüğü kadar basit değil. Çünkü geleneksel toplumlar dahil, değişmiyor diyebileceğimiz hiçbir toplum yoktur. Katı geleneksel kurallarla belirlenmiş toplumlarda dahi, din gibi, sanat gibi kabul edilmiş değerler üzerinden ilerleme çabalarına tanık oluruz.

Ancak bizim burada ele aldığımız ilerleme Rönesansla başlayıp günümüzde  yeni bir seyir almış olan modern ilerleme kavramıdır.İlk olarak rönesans  sanatında görülen modern  ilerleme, ortaçağın Hristiyan merkezli statik toplumuna alternatif getirme iddiasında olmasa bile, yeni bir toplum, yeni bir insan ve yeni bir dünya özlemine yönelik arzu ve iradeyi güçlü bir şekilde ifade etmektedir.
Ancak yeni bir insana dair bu arzu ve özlemi bilim, teknik ve coğrafi keşifler desteklememiş olsaydı, Rönesans da Yunan şehir devletlerinin altın çağı gibi ayrıksı ve geçici bir dönem olarak tarih sahnesinde yerini alırdı.Rönesans sonrası dönemde ise, Avrupada zenginliğin arttığını, Avrupa kıtasının dünyaya giderek hakim olduğu, Avrupa dışında parlak medeniyetler kurmuş toplumların Avrupa karşısında askeri ve ekonomik anlamda  gerilediğini görüyoruz.


Kapitalizm ve ilerleme Sorunsalı

Ancak asıl büyük değişim dinamiği kapitalist üretim tarzının hakim üretim tarzı haline gelmesi sayesinde olmuştur.Daha önce emek yoğun yöntemlerle sürdürülen geleneksel üretim, kapitalist ücretim tarzı  karşısında gerilemiş,eski önemini yitirmiştir. Ancak geleneksel ve kapitalist üretim arasındaki asimetrik ilişkinin başlangıçta kıta avrupasına özgü olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir.

 Fabrikalarda, makine gücü ve nitelikli emekle ve iş bölümü anlayışı ile ortaya çıkan yoğun seri üretim, geleneksel üretime karşı büyük bir maliyet avantajı kazandı. Sanayi üretimi arttıkça geleneksel üretim geriledi. Fakat geleneksel toplumlar bu değişime adepte olamayıp gerilemeye başladılar. Böylece sanayi ve teknolojik üstünlüğü olan toplumlar ile tarıma dayalı geleneksel toplumlar arasında makas açılmaya başladı. Geleneksel toplum modern toplum karşıtlığı bu süreçte iyice belirginleşti.
Modern toplumu ilerleme dinamiğine sahip;geleneksel toplumları da durağan sayma fikri sanayi çağında ortaya çıkmıştır. Ancak sözü edilen bu durağanlık geleneksel toplumlar için de geçici olmuştur.Bu toplumlar  sanayi toplumunun getirdiği askeri, teknolojik üstünlük karşısında geleneksel yapılarını muhafaza edemez olmuşlar,sömürgeci kapitalizmin dönüştürücü gücünün etkisiyle çözülmeye başlamışlardır. Kapitalizmin getirdiği yıkıcı ve yaratıcı olanaklar, çağ ilerledikçe etkisi yerkürenin en ücra köşelerine sızmış ve küresel bir dönüşüm yaratarak tüm insanlığın kaderini birbirine bağlamıştır.

Sanayi çağı kapitalist toplumlara karşı bir alternatif kalkınma modelini de beraberinde getirdi. Kamucu bir mülkiyet anlayışına sahip sosyalist devletler, Rusya'daki Ekim devriminden sonra ortaya çıkmaya başladı. Bu devletler kapitalist toplumlara karşı
alternatif bir toplum yaratma iddiası ile toplumu şekillendirmeye başladılar. Bu yeni oluşum dünyayı birbirine rakip ve düşman iki büyük askeri kamp halinde böldü. Ancak sosyalist toplumlar 20. Yüzyılın son çeyreğinde kendi yapısal sorunları ve başka nedenlerle çökmeye başladılar. Kuzey kore ve Küba dışında sosyalist rejimle idare edilen ülke kalmadı. Çin tek partili bir komünist rejimle idare ediliyor görünse de, kapitalist ülkelerle yoğun ekonomik ilişkiler geliştirerek kapitalist dünya sistemine entegre olmuş durumdadır.
Bu nedenle kapitalizmin küresel hakim bir ekonomik sistem olduğu tezine istisna oluşturmaz.Günümüzde kapitalist sistem, rakipsiz bir ekonomik model görünümündedir. Her ne kadar kapitalist ülkeler şu an için kendi yapısal sorunlarını çözmekte zorlanıyor olsalar da, günümüz dünyasında kapitalizm, hakim ve başat ekonomik sistemdir.

Tarihin Sonu ve Postmodernizm 


Küreselleşme tartışmalarının giderek yoğunlaşması tam da kapitalizmin dünyada hakim ekonomik sistem haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Amerikalı yazar Francis Fukuyama, kapitalizmin ve batı tipi demokratik rejimlerin zaferini ilan ettiği 'Tarihin Sonu' tezini ortaya atmıştır.Fukuyama'ya göre komünist rejimlerin çökmesi batı tipi demokrasilerin ve kapitalist sistemin nihai zaferiydi. Bundan sonra tarihten bekleyeceğimiz şey, geleneksel toplumların batı tipi moderniteye teslim olması ve modern ütopyaların bu liberal demokrasi ile yönetilen kapitalist sistemler  içinde mükemmelleşmesiydi.

Amerikalı yazar Samuel Hungtington ise Fukuyama'nın rakipsiz saydığı batı tipi demokrasilere yeni bir misyon biçti. Komünizm bertaraf edildiğine göre batı demokratik dünyası için tek engel, dinsel fanatizmin çağımızdaki yüzü olan siyasal islamcılıktı.Bütün liberal demokrasiler kendi geleceklerini tehlikeye atmamak için islamcı fanatizmle mücadele etmek zorundaydı.
Bu tartışmalarda sanat ve felsefe alanında yeni bir dönem açıldığını iddia eden postmodernizm tartışmaları eşlik etti. Çok çeşitli kaynakları olsa da en çok Fransız postyapısalcılığından etkilenmiş olan postmodernizm Fukuyama'ya benzer şekilde yeni bir tarih anlayışının sözcüsü olduğu iddiasındaydı.Başta Lyotard olmak üzere postmodernizmin savunucularına göre  Modernizmin toplumu ilerletme anlayışı toplumun geldiği yeni aşamada anlamsız hale gelmişti. Çünkü tarihin ve felsefenin sözcülüğünü yaptığı ilerleme misyonu; bilimsel, teknolojik ve kültürel süreçlerin doğasına içkin hale gelmişti. Bir ilerleme dinamiğine sahip olmayan hiç bir şey, modern toplumda kalıcı olamazdı. Buna göre ilerleme, özneye ihtiyacı olmayan kendiliğinden bir süreç haline gelmişti. Filozofların ve aydınların topluma öncülük etmesi, gereksiz bir fikir haline gelmişti.
yeni sanat anlayışında (postmodern sanatta) bu öznesiz tarihin emarelerini görmek mümkündü. Sanatçılar yüksek sanat ile popüler sanatın, yeni üsluplarla eski üslupların eklektik bir şekilde bir araya geldiği bir sanat anlayışına göre üretmeye başladılar. Bu yeni sanatın öncüsü pop art sanatçısı Andy Warholl'dı.
Küreselleşme tartışmaları yukarıda ana hatlarını özetlediğimiz postmodernizm içinde sanat ve felsefe ile sınırlı bir alandan çıkıp her alana tekabül edecek şekilde  şekillenmeye başladı. Artık ulusal sınırlar anlamsızlaşmış, sermaye hareketleri devletin kontrol altında tutmasını imkansız hale getirecek şekilde küresel bir ivme kazanmıştı. Batı sermayesi devletin sıkı denetiminden, yüksek bulduğu vergilerden, emeğin yüksek maliyetinden kaçıp;Çin gibi, Hindistan gibi devletlerin avantaj ve kolaylıklar sağladığı iş gücünün çok ucuz olduğu coğrafyalara kaçıyordu. Sermayenin vatansızlaşması olgusuydu bu.
Postmodernizm ve küreselleşme savunucularına göre bilgi teknolojisi alanında da büyük bir devrim meydana gelmişti. Bilgi artık çok hızlı bir şekilde üretim süreçlerine aktarılabiliyordu. En kazançlı yatırım bilgi teknolojileri ve ar ge faaliyetlerine yapılan yatırımdı. İnternetin yaygınlaşması da küreselleşme süreçlerine bambaşka bir boyut kazandırmıştı. Artık ulusal sınırları anlamsız kılan küresel örgütlenme modelleri ile karşı karşıyaydık. Mesela Abd'deki bir şirketin güvenlik hizmetlerini İnternet üzerinden hindistanlı bir firma yürütebiliyordu. Güvenlik kameralarından halkla ilişkilere kadar
idare eden memurlara kadar bütün faaliyetler Hindistandan yürütülebiliyordu.Öyle ki İngilteredeki özel güvenlik hizmetinin Hindistandan idare edildiği halkla ilişkiler kuran görevlilerin şivelerinden bile anlaşılmyordu.

Kapitalizm ve Küreselleşme eleştirileri

Ancak kapitalizmin ve liberal demokrasinin zaferini ilan eden bu görüşlere karşı eleştiriler de giderek atrmaya başladı.Kapitalizmin daha da azgınlaştığı, emeğin sermayeye karşı kazanımlarına saldırılarının çok daha arttığı  söylendi.Kapitalizmin hiç de öyle kendiliğinden ilerleme ve özgürleşme yaramadığı, çünkü sermayenin özünde kar maksimizasyonu dışında hiç bir önceliğin yatmadığı iddia edildi. Küreselleşme hem her toplumun genelinde hem de ülkeler arasında büyük eşitsizliklere neden olmuştu. Toplam dünya servetinin yüzde 60'dan fazlasının binde bir zengin azınlığın elinde toplanması küreselleşmenin yarattığı eşitsizlik konusunda çok çarpıcı bir fikir veriyordu. Bu yeni kapitalizm orta sınıfları yok ederek gelirin çok büyük kısmının küçük bir azınlığın elinde
toplanmasına neden oluyordu. Ayrıca sermayenin ileri teknoloji yatırımlarını denetimin az ücretlerin çok düşük olduğu ülkelere kaydırması, sermayenin denetimsizliğini daha da artırmıştı.Her ne kadar batı demokrasilerinde sanayi ve diğer sektörlerdeki emekçiler
kazanımlarını büyük ölçüde korumuş olsa da, taşeronlaşmanın ve ucuz emeğin önüne geçilemiyordu. Ayrıca sermayenin üretim süreçlerini ucuz emek cennetlerine kaydırması emek sömürüsünün küreselleşmesi anlamına geliyordu.
Liberallerin savunduğu gibi sermayenin genel olarak toplumun bütünü açısından akılcı yatırımlara yöneldiği iddiası da gerçekçi değildi. Afrika ülkelerinde yetersiz beslenme ve sağlık sorunları yüzünden çoğunluğu çocuk milyonlarca insan ölürken silahlanma harcamalar öngörülmemiş derecede artıyordu. Trilyonlarca dolar bütçeye erişen silah endüstrisi,Fukuyama’nın kapitalizm ve liberal demokrasinin öncülüğünde bin yıllık barış geleceği tezlerini kolayca çürütüyordu. Ayrıca başta ortadoğu olmak üzere savaş ve çatışmalar eskisinden yoğun bir şekilde sürüp gidiyordu.
Küreselleşmeden duyulan rahatsızlık Dünya Ticaret Örgütünün Sattle'daki toplantısında dünyanın her yerinden gelen küreselleşme karşıtlarının büyük gösteri ve eylemleriyle iyice görünür hale geldi. Sattle gösterilerinden sonra DTÖ'nün her toplantısı giderek artan yoğun kitlesel gösteriler ve protestoların gölgesinde geçmeye başladı.

Arap Baharı ve Suriye iç savaşı 


Arap Baharı diye bilinen Akdeniz kıyı şeridi Arap dünyasındaki kitle patlamaları liberal demokrasi zaferi iddialarını çürüten bir turnusol kağıdı olmuştur.Arap baharında batı tipi liberal demokrasi ve dışa açık kapitalist büyüme modelinin bütün dünyanın geleceği ve tarihin sonu olduğu tezi deyim yerindeyse yerle bir olmuştur. Tıpkı 1. ve 2. Körfez savaşı sonrası büyük bir kaos, kargaşa ve İstikrarsızlığın içine düşen Irak gibi Arap baharı da, liberal demokrasi idealinin radikal İslamcılık ve güdümlü otoriter rejim sarmalında yok olduğu bir bir büyük kargaşa ve istikrarsızlık yaratmıştır.Tunus'ta zabıtaların tezgahına el koyduğu bir işportacının kendisini yakması ile başlayan kitle isyanları beraberinde hızlı rejim değişikliklerini getirdi. Mısır'a 30 küsür yıllık Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi ile yapılan seçimleri Müslüman kardeşler hareketi kazandı. Libya'da Muammer Kaddafi rejimi bir çok devletin müdahil olmasıyla yıkıldı. Kısa bir süre sonra Suriye'de İsyanlar patlak verince devlet Başkanı Beşşar Esad bu isyanları çok sert bir şekilde bastırmak istedi. Türkiye'de dahil olmak üzere birçok devlet destekledikleri isyancı gruplar aracılığı ile Esad rejimini devirmek için vekalet savaşlarını başlattılar.Memnuniyetsiz kitlelerin protestoları bir anda kanlı bir iç savaşa dönüşmüştü. Ancak beklenildiği gibi Esad rejimi vekalet savaşları aracılığıyla devrilemedi. Bir buçuk milyon civarında insanın ölümüne en az 5 milyon  kişinin başka ülkelere iltica etmesine ve Suriye'nin benzeri görülmemiş ekonomik ve toplumsal yıkımına neden oldu.
Suriye iç savaşı gösterdi ki, 20. Yüzyılda petrol bölgelerine ve batı emperyalizminin çıkarlarına göre sınırlar çiziilerek kurulmuş devletler hayli kırılgan toplum yapısına sahiptir. Bu ülkelerde isyanın tetiklenmesi büyük ölçekli mezhepsel ve etnik çatışmalara neden olmaktadır. Toplumu bir arada tutan ilkeler zayıflayınca ortaya çıkan boşluğu dinci fanatizm doldurabilmektedir. Ancak Suriye'de patlayan dinci fanatizm sadece Suriye Müslüman kardeşler hareketinin özgün dinamikleri ile değil, ondan daha da çok başta ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere yabancı devletlerin organize edip körüklemesiyle büyümüştür. Suriyeli'nin çöküşü, modern çağlar boyunca sömürgeci devletlerin
sömürgeleştirdikleri toplumlara uyguladıkları böl, yönet, sömür formülünün günümüzdeki versiyonudur.Fukuyama gibilerinin iddia ettiği gibi  Emperyalizmin gelişmekte olan ülkelerdeki halkları özgürleştirmek ve demokrasi getirmek gibi bir gündemi olmamıştır. Bu sözde idealler saldırganların gerçek niyetini gizleyen paravan işlevi görmüştür. Hatta çıkarlarına göre en gerici rejimleri ve tiranları desteklemişlerdir. Aslında Işid gibi köktendinci bir örgütü organize edip silahlandıran aktörlerden birinin CIA olmasında da şaşılacak birşey yoktur.

 Arap baharının bir ABD komplosu olduğu yaygın denilecek genişlikte bir kanaattir, ancak biz tarihi komplo teorileriyle açıklama kolaycılığından uzak durmak istiyoruz. Arap baharı küresel ısınma, nüfusun hızlı artması ve tarıma dayalı güney Akdeniz ülkelerinin
bu nüfus artışına yetişecek bir ekonomik yapıyı organize edememeleri nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde patlak vermiştir.Wikilaks belgelerine göre  Batılı istihbarat birimleri belki on yıl önceden artan sorunlara bağlı olarak bu ülkelerde geniş çaplı İsyanlar patlak vereceğini öngörmüşlerdi. Bu devletlerin  rejimlerini değiştirip onları dünya kapitalist sistemine entegre etmek için bu olası isyanlar büyük bir fırsat yaratabilirdi. Bunun için Cia'nın hazırladığı 'büyük ortadoğu projesi' bu devletleri 'ılımlı İslam modeline' göre  şekillendirme tasarısıydı. Ilımlı İslam radikal dinci hareketlere karşı batı yanlısı bir alternatif sağlıyordu. Bu modeli temsil eden en iyi örnek AKP Türkiye'siydi. Türkiye ılımlı İslami bir çizgide önemli bir ekonomik ve sosyal başarı yakalamış, gönül rahatlığıyla örnek gösterilebilecek bir siyasi model yaratmıştı. BOP'da AKP lideri ve o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a eşbaşkanlık görevi verildi. Ancak yaşayarak öğrendik : Büyük ortadoğu projesi ve Ilımlı İslam modeli Ortadoğu ve ön Akdeniz'in bitmek bilmeyen kargaşasında çöktüğü gibi, AKP rejimi de Mısırdaki Müslüman Kardeşler
harekatının anlayışına  benzer bir katı islamcılığa savruldu. Arap baharı sürecinde bu halklar tek kutuplu kapitalist küreselleşmeye entegre olmak yerine yeni bir küresel kutuplaşmanın kapısını araladı. Soğuk savaş döneminde kabuğuna çekilmiş görünen Rusya Suriye'de savaşın gidişini değiştiren küresel bir Aktör olarak sahnede yerini aldı. Rusya S 400'leri ve hava savunma sistemiyle ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye'nin planlarını en azından Suriye ölçeğinde bozmuş oldu. Tek kutuplu dünya şiarıyla çıkılan yolda soğuk savaş dönemi nüvelerine dönülmesi hayli ilginç bir ironidir.

Günümüzde küreselleşme kavramının etrafında oluşturulan ütopik hale dağılmış ve dünyanın daha fazla kutuplaşmaya açık bir yöne savrulmakta olduğu gerçeği bir hayli belirginleşmiştir. Ortadoğu, Akdeniz ve Karadenizde Rusya karşıt bir süper askeri güç olarak yer almıştır. ABD ve Çin arasında ticari rekabet Trump döneminde hayli kritik bir noktaya gelmiştir. Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir sorunu zaman zaman endişe verici bir gerginliğe sahne olmaktadır. Bu iki ülkenin de atom bombasına sahip olmaları günün birinde nükleer silahların kullanılmayacağına yönelik güvenceleri tehdit etmektedir. Yine katı bir İslami rejimle yönetilen İran; Ortadoğu da Suudi Arabistan, İsrail ve ABD'nin planlarına karşı ciddi bir rakip olarak sivrilmektedir.

Küreselleşme Karşıtlığı ve Çıkış Önerileri


 Bunca sorunlu bir soğuk savaş sonrası dünyada küreselleşmenin alternatifi nedir?
Küreselleşen dünyada emek ve demokrasi perspektiflerinden hareket edenlerin bir kısmı, yerel, etnik ve kültürel kimlikleri referans alarak küreselleşmeye karşı direniş modelleri önermişlerdir. Bu düşünceye göre küreselleşme, modernizmin öznesi olan  bireyin gerilemesini getirmiştir. Emekçilerin  kendi kimliklerini  kendi sınıflarıyla ifade etmesi, sendikal mücadeleyi baz alması eskisi gibi etkili değildir. Çünkü küreselleşme çağında esnek çalışma modelleri ve taşeronlaşma artmıştır. Sermayenin ucuz emek cennetlerine transfer edilmesi batı ülkelerinde emekçilerin kazanımlarını tehdit etmeye başlamıştır. Sermayenin bu denetimsizliği ulus devletlerin ulusal sınırlar içinde büyüme modellerini tehlikeye atmıştır. Ulus devletin gerileyerek yerini küreselleşmiş dünyanın pratiklerine bırakacağı artık öngörülebilir bir gerçektir.Bu değişime alternatif özneler yerel ve etnik kimlikler, kadın hareketi, çevreci hareketler,gay ve lezbiyen hareketi gibi marjinal kimliklere vurgu yapan hareketler küresel dünyada etkili direniş modelleri üretebilir.Bu direniş modeli, Sattle'daki küreselleşme karşıtlarının çok ses getiren eylemlerinde olduğu gibi yarattığı etki sayesinde diğer öznelere davetiye çıkarmıştır. Küreselleşme çağında yerel, etnik ve marjinal kimliklerin ortak paydası küreselleşme karşıtlığı olacaktır.
Ancak bu tür kimlik siyasetini savunan görüşler çeşitli eleştirilerle karşılaşmışlardır. Çünkü kimlik bazlı bir siyasetin yüceltilmesi, küreselleşme çağında zaten gerileyen ve kazanımları tehlikede olan birey özenin o yerel ve özel  kimliklerin içinde tamamen yok oluşuna yol açabilecektir.Kimlik bazlı siyaseti ulus devletlerin tek alternatifi gördüğümüz zaman çok hukuklu bir modeli de hoşgörüyle karşılamak zorunda kalabiliriz. Örneğin bir yerel topluluk kendine modern hukuk uygulanmasını isterken başka bir topluluk kendisine şeriat hukuku uygulanmasını isteyebilecektir. Bu durumda kimsenin kimseye karışma hakkı olamaz. Böyle olunca kadınlar, çocuklar, engelliler gibi korunması gereken dezavantajlı grupların hakları da bu topluluklar içinde derdest edilebilecektir.
Etnik, dinsel ya da marjinal kimliklerin yüceltilmesinin sakıncaları Suriye iç savaşında Işid gibi el kaide kökenli silahlı grupların pratiklerinde dehşet verici bir tarzda ortaya çıkmıştır. Bu silahlı gruplar yerel halkı köleleştirmişler ve modern çağdaki tüm değerli saydığımız şeyleri barbarca yok etmeye çalışmışlardır. Üstelik bu toplulukların 'öteki' saydığı her şey yok edilmesi gereken düşman, şeytanın yeryüzünde kılıktan kılığa girdiği birer tağuttur. Işid örneğinde gördüğümüz gibi  yerel toplulukların modern toplumun ve ulus devletin alternatifi olamayacağı acı verici bir şekilde deneyimlenmiştir.
Toplulukları, cemaatleri küreselleşmenin getirebileceği yıkımlara karşı alternatif bir siyasetin adresi sayan bu görüşün yanlışlığını gösteren örnekleri Türkiye özelinden de verebiliriz. Gülen Cemaati denilen topluluk, cemaatlere biçilen ilerici misyonun geçersizliğini ispat eden pratikler sergilemiştir. Yeterince güçlenip siyaset alanında etkisini artıran bu topluluğun, toplumun yüz yıllık kazanımlarını tehdit eden bir siyaset mafyası haline gelmesi ibretliktir. Onu destekleyip önünü açanların bir kısmı sivil toplum denilen şeye aşırı güven besleyen liberallerdir.
Bu sivil toplumcu reformist görüşlere yöneltilebilecek son bir eleştiri, küreselleşmeye karşı ilerici bir siyaset geliştirilecekse, bu ancak bireyi cemaatlerin insafına terkeden değil bireyi cemaatlerden kurtarmayı hedefleyen bir siyaset anlayışı ile mümkün olacağıdır.
Öte yandan bunca olumsuz etkilerinden söz ettiğimiz Küreselleşmeden tam anlamıyla vazgeçmenin mümkün olup olmadığı da tartışılmaya değer bir sorundur. Bir kısım görüşler de bu yöndedir. Ulus devletlerin güçlendirilerek küreselleşmenin yıkıcı sonuçlarından kaçınılabileceğini savunanlar az değildir. Bu fikrin savunucuları, anti emperyalist bir perspektifle ulus devletlerin güçlendirilebileceği iddiasındadır. Bu görüşün savunucuları ulus devlet anlayışını zayıflattığı gerekçesi ile Avrupa Birliği gibi yapılara da karşıdırlar. Ancak bu görüşün savucuları, ulus devletin özü itibarıyla bir sermaye örgütlenmesi biçimi oluğunu gözden kaçırmaktadırlar. Ulus devlet sermayenin birikimi süreçlerinde kaçınılmaz bir yapı olarak ortaya çıkmışlardır.Ulus devletlerin ilk dönemlerinde  yerel sermaye hem gümrük  duvarları ile küresel sermayeye karşı korunmuş hem de yerel sermayenin yatırım yapamadığı sektörlere yatırım yapılarak özel birikim dolaylı olarak desteklenmiştir. Ulus devletlerin kurumsal kimlik kazanması sermaye birikim süreçleriyle paralel bir seyir izlemiştir.Bu nedenle  Ulus devletlerin kaderi sermayenin kaderinden bağımsız değildir. Küreselleşme sürecinde ulus devletler,iyice güçlenen  sermayenin çıkarlarına tam anlamıyla uydurulmuş; özelleştirmeler, yabancı sermayenin teşviki, sermayenin küresel hareketlerinin kolaylaştırılması gibi yollarla sermayenin bir uzantısı haline gelmiştir.
Oysa sermayenin güçlenmesi ile herkes için  'kazan kazan' durumu yoktur.Küreselleşme herkesin kazançlı çıktığı bir dünya yaratmak şöyle dursun, mevcut eşitsizlikleri daha da artırmış ve derinleştirmiştir. Bu süreçten en zararlı çıkanlar emekçi kesimleridir. Emeğin değeri büyük bir hızla düşmüş, nitelikli emek pazarı vasıfsız işgücü ile neredeyse denk hale gelmiştir.(örnek : mesleğe yeni başlayan hekimlerin özel hastanelerde asgari ücrete yakın bir ücretle çalıştırılması) Esnek çalışma modelleri emeğin değerini artırmadığı gibi, çalışma saatlerindeki esneklik bireyin sosyal hayatını yok edecek noktaya getirmiştir. Bu süreçte işsizlik sayısı artmış, taşeronlaşma emekçilerin kazanımlarını ve sendikal mücadeleyi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Diğer yandan teknolojinin getirdiği robotlaşma ve otomasyon, işsizlik sayısını her geçen gün daha da artırmaktadır. Bu koşullarda emekçilerin  ulus devletler içindeki  kazanımlarının korunması bile  mümkün olmaktan çıkmıştır.
Fredric Jameson'un 'Postmodernizm ya da geç kapitalizmin kültürel mantığı' adlı makalesinde söylediği gibi kapitalizmin her aşaması, insanlığa yıkım ve felaketler getirirken yaratıcı ve özgürleştirici olanakları da beraberinde getirmektedir.Jameson'un söylediği gibi Marks'ın Kapital'de işçi sınıfına verdiği en temel öğüt, kapitalizm eleştirisinde, onu yaratıcı ve yıkıcı olanaklarıyla bir arada ele almak gerekliliğidir. Küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir tarihsel aşaması yani geç kapitalizm
olarak  adlandırmayı tercih eden Jameson, geç kapitalizm çağında öznenin zaman ve mekan algısının tamamen değiştiğini söylemektedir. Ona göre Postmodernizm bir sanat akımı olarak geç kapitalizme denk düşen zihinsel ve entelektüel faaliyetlerin toplamıdır.
Modernizm, Munch'un çığlık adlı tablosunda en derin ifadesini bulmuştur.Çığlık tablosunda öznenin bastıramadığı acısı, zamanı ve mekanı parçalayan bir çığlığa dönüşmüştür.. Postmodernizmde ise zaman ve mekanın parçalanması olarak deneyimlenen bu şey, hastalıklı bir semptom olarak değil başlıbaşına bir fetiş haline dönüşecektir.
Kanaatimce Jameson, bu yeni zaman ve mekan algısına dayalı dünyada öznenin yitip gitmesine değil geri dönüşüne vurgu yaparak ilerici bir sanatın yaratılabileceği düşüncesindedir. Jameson bireysel ve sınıfsal kimliğin bu yeni postmodern sanatın pratikleriyle yeniden yaratılabileceğini düşünmektedir.Bireyi ve özneyi (emekçi sınıf kimliğini, devrimci direniş pratiklerini) yeniden yaratmak, daha iyi bir dünya arzusu duyanların en temel sorunudur. Artık ne arkaik  sermaye birikim dönemlerine ne ulus devletlerin ideallerine geri dönmeyi arzulamak bir çözümdür. 

Bu yeni, karmaşık, insana ve doğaya yabancılaşmış, kontrol edilemez bir heyulaya dönüşmüş düzende ayakta kalmanın ve bu dünyayı dönüştürmenin yolunu/yollarını bulmak zorundayız.Doğanın sömürülmesi ve insanın sömürülmesi hiç de birbirinden alakasız şeyler değildir. Koronavirüs salgını bile tesadüfen ortaya çıkmış küresel bir felaket değil, doğanın ölçüsüz bir şekilde yağmalanması sonucu ortaya çıkmış bir felakettir Üstelik bu salgın bütün karantina çabalarına karşın yerel ve lokal bir etkiyle sınırlı kalmamış, çok kısa sürede dünyanın hemen hemen  her yerine yayılmıştır. Şimdilik bu felaketin orta ve uzun dönemde ne gibi sonuçları olacağını kestirmek güçtür, ama bu geç kapitalizm çağında bundan sonra benzeri  küresel felaketlerle yüzleşmek zorunda kalacağımız açıktır.Kapitalizmin Yeni sermaye birikim süreçleri yaratarak bu felaketlerden fırsatlar yaratmak isteyeceği şüphe götürmese de dünyanın mevcut olanaklarının bu yeni sömürü süreçlerine dayanıklı olup olmayacağı son derece kuşkuludur. Emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı yeni direniş modelleri yaratarak bu yıkım sürecini tersine çevirmeye çalışmaktan başka insanlık için bir kurtuluş yoktur.

5 Aralık 2020 Cumartesi

POLİSİN VİCDANI VİCDANIN POLİSİ



Vicdan kavramı


Emniyet Genel  Müdürlüğü binasında kolayca göze çarpan bir yazı vardı. Hala duruyor mu bilmiyorum.


"Herkesin polisi kendi vicdanıdır.

Polis vicdanı olmayanların karşısındadır.."



Polis,  vicdan kavramından hareketle kendine vicdanın sözcüsü ve koruyucusu misyon biçmiş.Gerçekten etkileyici! 


Vicdan nedir?Vikipedia'ya göre vicdan, kişinin kendi niyeti veya davranışları hakkında kendi ahlaki değerlerini temel alarak yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik özelliğidir.

Genel olarak kimi zaman merhamet duygusu, kimi yerde ahlaki ölçüt, kimi yerde adalet isteği anlamında kullanılabilir.

Wikipedia'nın tanımından da anlaşılacağı gibi vicdan  kişinin iç dünyasına ait, kişiden koparılması pek mümkün olmayan bir kavramdır.

Vicdan, kişiye kendisini sınırlamasını, bir talepten vazgeçmesini, bir şeyi hak olarak görmemesini buyuran içsel bir emirdir. Her ne kadar dışsal gerçekliği hedeflese de, kişinin iç dünyasını sınırlayan, kişiyi eylemden alıkoyan olumsuz bir ilke yani.

Merhamet duygusundan türeyip anlık arzulara göre davranma isteğini engel olan, başkalarının hak ve hukuklarına duyulan saygı ile temellenen bir kavram. Ancak vicdani davranış her zaman bir şeyi yapmama gibi olumsuz bir ilke sayılmamalıdır. Yardıma muhtaç bir insana ya da bir hayvana yardım eli uzatmak söz konusu olduğunda aklımıza ilk gelen vicdan kavramıdır. .Güçlünün değil haklının yanında yer alma duygusu biçiminde tezahür edebilir. 


Ancak emniyet teşkilatı, bu türden aktif boyut içeren vicdan kavramı ile ilgilenmiyor.Bir şey yapma değil yapmama edimidir polisin ilgilendiği vicdan. Emniyet'in sloganındaki vicdan bir polise benzetilmiş, vicdan duygusu ile özdenetim arasındaki ilişki ön plana çıkarılmıştır.  Buna göre 'vicdansız' olarak tanımlanan şahıs merhamet duygusu ile kendini frenlemeyen, anlık arzularına göre hareket eden, kişisel çıkarları dışında bir şeyi önemsemeyen şahıstır.Kanunun yasakladığı ve suç saydığı bir edimi vicdan duygusunun da kabul etmeyeceği varsayılmıştır. 

Peki yasalar ahlaki ölçütlere tam uymuyorsa, adaleti sağlamakta yetersiz kalıyorsa, eşitlik ilkesine aykırı ise ne olacaktır?

Bu durumda kişisel bir ilke olan vicdan ile yasaların uyumlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Yasalar kısmi ve haksız çıkarları, adil sayılamayacak imtiyazları kolluyor sa,bunlara karşı çıkmak da pekala vicdan duygusunun bir gereği olacaktır.Yine de  yasalara uymakla vicdanlı olmanın çelişmeyeceği iddia edilebilir. Çünkü demokratik olduğu iddia edilen bir siyasal düzende yasaların değiştirilmesi imkanı kapatılmış değildir. Genel oy hakkından daha sınırlı meşru mücadele yollarına kadar yurttaşlar çeşitli yollarla beğenmedikleri yasaların değiştirilmesi sürecine katılabilirler. Bunlar değiştirilene kadar beğenmedikleri yasalara saygılı olmaları, onlara uymaları beklenir.

 Fakat yasaların değiştirilmesinin çok uzun zaman aldığı da  bir gerçektir. Üstelik temel insan hakları, yüzlerce yıllık sürelerde ancak toplumun geneli tarafından kabul edilmiştir. Köleliğin kaldırılması, kadınların oy hakkına kavuşmasının ne kadar uzun sürdüğü ne çetin mücadelelerin, ne büyük acıların mahsulü olduğunu bir göz önünde bulunduralım. Bu durumda yasalara uymak ile vicdan ilkesine göre hareket etmek birbirine zıt bir durumu temsil edebilir. Böyle yasaların vicdan ve adalet ilkelerine uymadığı bir durumda bireyler yasalara vicdanları gereği değil, korktukları için uyduklarını söylemek daha doğru olacaktır. . Hatta yasalara uyuyormuş gibi görünüp onları fırsat bulduklarında ihlal etmelerinin vicdana uygun olduğunu iddia etmek pek tutarsız sayılmayacaktır. 


Kişinin kendi kendinin  polisi olması


Emniyetin sözünü ettiği 'vicdan polisi' kişinin zorla içine sızmış bir devlet gücü, otoritenin saldığı mütemadi bir korku değilse nedir? 

Kişinin kendi kendisinin polisi olması sürecinin  genellikle eğitimsel/pedagojik bir süreç olduğu yakın zamana kadar genel kabul görmüş bir fikirdi . Fransız düşünürü Faucault,  bunun ahlaki ve pedagojik bir süreç olarak değil, modern iktidarın denetim teknolojisi olarak yorumladığı görüşleri ile bu  genel kabul tartışmalı hale geldi.

Hapishanelerin Doğuşu adlı yapıtında  mahkumların görmediği, ama gözetlendiğini bildiği, dairesel bir hapishane metaforu ile anlatmıştır bunu. Mahkum günün her anında hapishane otoritesinin kendisini gözetleme ihtimali olduğunu bilir. Bu sürekli bir gözetlenme

kaygısına neden olur. Bu kaygının aşırı baskısı ile başetmek isteyen mahkum, kendi kendini otoritenin buyruklarına göre denetlemeye başlar. Giderek hapishane otoritesini içselleştirir, onu kendinin bir parçası haline getirir. Artık kendi kendinin polisi olmuştur.


Fakat insanın gözetlenme kaygısı ile başa çıkması için bu kadarı yeterli değildir. Çünkü bu baskı kendine dışsal bir nesne bulmadıkça bireyi ufalayıp yok eden, mütemadiyen zehirleyen ölümcül bir hal alabilir.Kişi üzerine çullanan bu gücü büküp dışşallaştırmak, dış bir objeye nişanlamak zorundadır. Bunun en aşırı biçimini paranoya hastalığında gözlemleyebiliriz. Paranoyak kendisini takip ettiğine inandığı düşmanlarına karşı planlar yapar, onları gafil avlamaya çalışır.

Kendini tanrı, peygamber ya da azametli bir kral olarak algılayan paranoya hastası, içindeki gözetleyen otoriteyi fantastik bir benlik algılamasına dönüştürür. Gücü otoriteden son damlasına kadar çalmış, o gücü kendine ait kılmıştır.

Gözetleyenin mutlak üstünlüğünü büküp kendi dışında bir nesneye nişanlayan normal dediğimiz insan , bu süreci bir paranoya hastası gibi fantastik boyutlarda yaşamaz. Paranoyak gibi kendi benliği ile otoritenin buyruğunu birbirine karıştırmak yerine  gözetleyici otoriteyi taklit ederek hem ona uyum sağlar, hem de o dış gücü kendinin bir parçası haline getirir.

 Anlık arzularını otoritenin isteklerine göre düzenleyen kişi her zaman bir mahkum olmak zorunda değildir. Gözetenme ilkesi sadece mahkumlar için değil, gözetleyicinin kendisi için de geçerlidir. O da başka bir göz tarafından gözetlenmekte, bu gözetleyicinin isteklerine göre kendi benliğini organize etmektedir. Gözetlenme metaforu, modern zamanlarda iyice anonimleşmiş, gözle görülmeyen ama varlığından kuşku duyulmayan anonim bir ilke halini almıştır. 


Rıza üretimi ve Türkiye


Modern devlet otoritesi meşruiyetini vicdan gibi soyut, tartışmalı bir kavramdan almaz. 

Onun gücünün özü daha somut, daha algılanabilir bir şeydir. O da rıza üretebilme kapasitesidir.Rıza üretimi, toplumdaki çoğunluğun iktidarı meşru saymasına bağlıdır. Bu rıza üretimi kişilerin kendisini gözetlenen konumu ile birlikte gözetleyen konumuna yerleştirmesi ve iktidarın bir parçası saymasını gerektirir.

Günümüz Türkiye'si sistemin devamlılığı için yeterince rıza üretebiliyor mu? Yoksa polisiye tedbirlerin teyakkuzda  bulunduğu adı konulmamış bir polis devleti usulleriyle güç bela ayakta mı tutulmaya çalışılıyor?

Türkiye gezi olayları adı verilen çok çalkantılı bir süreç yaşadı. Toplumun tabanında meydana gelen olağanüstü yaygınlıkta hareketlilik çok sert polisiye yöntemlerle bastırıldı..Gezi olayları iktidarın toplumun  rızasına  dayandığı savını son derece kuşkulu hale getiren  toplumsal tepkiler silsilesiydi.Kısa bir zaman sonra devletin katmanlarında yeni bir kargaşa patlak verdi. Gülen Cemaati adı verilen toplulukla hükümet arasında bir kavga patlak vermişti. Devletin her kademesinde kadrolaşmış olan cemaatçiler bu güçlerine güvenerek Erdoğan hükümetini tasfiye etmeye çalışırken, hükümet de  Gülencileri devlet kadrolarından tamamen tasfiye edip ekonomik olarak da çok güçlü bir birikimi olan cemaatin bütün kaynaklarını kurutma harekatına girişmişti. Bu savaşı en azından şimdilik kimin kazandığını biliyoruz. Gezi benzeri bir başka sarsıntı Kobani olayları diye bilinen kürt kökenli vatandaşların isyanı ile patlak verdi. İktidar bu olayı da toplumda baskıyı artırmak için kullandı. Bir süre sonra kürtlerle müzakere edilen çözüm süreci askıya alındı. Kürt vatandaşları ve destekledikleri partiye karşı seferberlik başlatıldı.Bütün bunlar toplumda rejimin krizini artıran, otokratik bir polis devletine benzetmesine neden olan sarsıntılardı.


Kendini sistemin asıl sahibi  sayan AKP, muhalefeti bölüp parçalama, dayanışmalarına engel olma taktiğine hapsolmuş durumda.Böyle bir taktiğe hapsolmuş bir hükümetin, rıza üretebiliğini söylemek zor. Hatta yakın bir tarihte şaibeli seçim iddialarını görmezden gelsek bile aldığı oy oranını bile rıza üretebiliğinine kanıt olarak göstermek mümkün değil. Çünkü rıza üretebilen bir iktidar kendisini ülkenin bekası için toplumun geri kalanıyla amansız bir savaş veriyormuş gibi göstermez. En barışçıl sayılabilecek toplumsal hareketlilikleri bile aşırı polisiye güç kullanarak ezmeye çalışmaz. Vicdansızlıkla mücadele ettiğini iddia eden polisin  toplumsal hareketlilikler söz konusu olduğunda en vicdansız uygulamalara kaymaya başladığını görüyoruz. Öte yandan iktidarla bağlantılı olanlar tarafından her türlü suçun işlendiği, bunların düpedüz himaye gördüğü bir sistemsizliğin de  inşa edildiğini görüyoruz. İktidar artık kendi bekası için toplumun kendini savunabileceği her türlü demokratik vasıtalara karşı savaş veriyor. Bu savaşının en ibretlik halini koronavirüs pandemisi döneminde çıkarılan kısmi af ve infaz sisteminde yapılan değişikliklerde gördük. Koronavirüs salgınını hapishanelerde 'önlemek adına' adi suçlar ve çete  suçlarında indirim ve tahliyeler yapılırken terörle mücadele adına hapse attıkları tutuklu ve hükümlüler için hiç bir iyileştirme yapılmadı.Mahkum ve tutukluların koronavirüse yakalanmaları, hatta ölmeleri bile iktidara geri adım attırmadı. Buna karşın tahliye olan mafya babası Çakıcı ile iktidarın fiili ortağı Bahçeli'nin el ele kol kola poz verdiği görüntüler devletin geldiği durumu gösteren ibret vesikası olarak  şimdiden tarihe geçti. Bir kaymakamla görüşmek isteyen çiftçileri,gizlice  ses kaydı aldıkları gerekçesiyle bir savcılık kararına bile gerek duymaksızın gözaltına aldırıp telefonlarına el koydurduktan sonra idari para cezası yağdırması  günümüzdeki suç işleyen kamu görevlilerine karşı cezasızlık politikasının sayısız örneklerinden biridir. Bu cezasızlık anlayışından emniyet mensupları da fiilen yararlanmakta ve terörle mücadele adı altında cinayet işlemeye varan aşırı güç kullanımlarında göstermelik soruşturmalar ve kamu davaları cezasızlık diyebileceğimiz şekilde sonuçlanmaktadır.


Polis Devletinin Yükselişi


Bu cezasızlığın karşılığında polislerden iktidarara kayıtsız, şartsız bir itaatkarlık beklenmektedir. Emniyet mensupları ise iktidarı kullananların  keyfiliğine ve yasa tanımazlığına karşı vicdanlarının sesini dinleyerek karşı çıkan, bunu çeşitli eylem biçimlerine dönüştürenlere karşı kalkan olmaktadır. Aslında kalkan değil kılıç benzetmesi yapmak daha yerinde olur. Polisin vatandaştan beklediği, itaatten başka birşey değildir. Vicdan dediği şey, bireysel vicdanı susturmak için her türlü baskıcı yöntemi kullanma şekline dönüşmüştür. 

 

Vicdanın koruyucusu olduğunu iddia eden bir güç, en başta kendisinin vicdan sahibi olması gerekmez mi? Kamu gücü gibi nesnel bir ölçüte dayanan emniyet mensuplarının vicdan gibi öznel ve bireysel bir kavrama sahip olması gerektiğini iddia etmek yadırgatıcı gelebilir.

Ancak buradaki söz ettiğimiz vicdan nesnel bir kavramdır. Bu da 'kamu vicdanı' dediğimiz şeydir. Kamu vicdanı dediğimiz şey kaynağını hukuktan alır, ancak 'kamu vicdanı' salt yazılara dökülmüş metinden ibaret sayılmamalıdır. Kamu vicdanı manevi bir ilkedir. Benzetme yapılacak ise ruha benzetilmelidir. Kamu vicdanı teknik ve uzmanlık isteyen bir kavram da değildir. Sağduyu yoluyla, temel eğitimle, vatandaşlık bilincine sahip olmakla kavranabilir. Yalnızca eğitimli kamu görevlileri değil, ortalama bir vatandaş da kamu vicdanının  bir parçasıdır. 'herkes evinin önünü süpürürse ülke de temiz olur' biçimindeki yaygın özdeyiş kamu vicdanı denilen kavrama gönderme yapar. Ancak kamu vicdanı dediğimiz zaman 'ortalama sağduyu' değil 'yasalara saygı' anlaşılmalıdır.


Ne var ki, yasalara saygı yalnızca vatandaştan beklenirse; yasaları uygulamakla yükümlü görevliler bunlardan feragat ederler, kitabına uydurarak ya da arkasından dolanarak yasaları çiğnerlerse, kamu vicdanı diye bir şeyden bahsetmenin olanağı kalmaz.Hukuk devleti ve polis devleti karşıtlığı üzerinden söyleyecek olursak, hukuk devletinin ve kamu vicdanının yok olup keyfi bir zorbalığın egemen olduğu devlet anlayışına 'polis devleti' deniliyor. Polis devleti yasaların ortadan kalktığı bir durumu anlatan bir kavram değil. Yasalar yürürlüktedir, salt yazılı yasalara bakıldığında modern bir hukuk devleti izlenimi bile verebilir. Ancak bu yasalar giderek artan bir sıklıkta, organize bir şekilde ihlal edilmekte, hukukla bağdaşmayan uygulamalar kılıfına uydurulup hukuki imiş gibi gösterilmektedir. Yasaların organize bir şekilde ihlal edilmesi o kadar yaygınlaşmıştır  ki, vatandaşlar  bu durumu garipsemez olurlar. Bu çeşit bir fiili yasasızlık durumunda en çok zarar gören elbette temel insan haklarıdır.Diğer yandan bütün o kaotik görünümüne rağmen bu yasasızlık, belli sınıfların, kliklerin ya da çıkar gruplarının lehine işleyen yeni bir düzendir aslında. Can Yücel'in deyişiyle "davacı da davalı da yoksulsa ancak o zaman yasa işlemektedir."  Polis devletinde kamu vicdanı kaybolmuş, herkesi kuşatacak ortak bir  vicdandan söz etmek imkansız hale gelmiştir.


 Son dönem Türkiye'nin polis devleti vasıflarına tam uyup uymadığı tartışılabilir. Ancak keyfi uygulamaların arttığına, yasaların uygulanması önüne türlü engeller çıkarıldığına dair çok sayıda örnek göstermek mümkündür.Zaten polis devleti, hukuki bir kavramı değil fiili bir durumu ifade eder. Bu konuda rağbet edeceğimiz ölçüt, polis devletini andıran uygulamaların artması, istisna değil yaygın hale  gelmesidir.  Başkanlık sistemine geçildiğinden beri keyfi diyeceğimiz uygulamalar artmış;işkence, kötü muamele, hukuki dayanaktan yoksun tutuklamalar bir çeşit cezalandırma şekline dönüşmüştür. .

Bunun alt yapısı 'terörle mücadele kanunu' ile hazırlanmış, kobani olaylarından sonra 'terörle iltisaklı saymak' kolaylaşmıştır. Bugün hükümetin beğenmediği haber ve eleştiriler 'terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör örgütüne yardım kastıyla davranmak' gibi muğlak ifadeler tutuklamak ve mahkum etmek için gerekçe yapılabilmektedir. 


Polis devleti uygulamaları Fetullah Gülencilerin yargıda ve emniyette egemen oldukları dönemde artmış;onlara karşı bir temizlik harekatı yapıldıktan sonra bile kanunsuz uygulamalar aynı şekilde devam etmiştir.Diğer yandan polis devleti uygulamaları Gülencilerle birlikte ortaya çıkmış değildir.12 Eylül rejiminin devletin güvenlik konseptine göre toplumu zapturapt altına alması polis devletine giden yolda bir milad sayılabilir.12 Eylül rejimi, yerleşip kök saldıkça  Türkiyeyi 'polis devleti' nin eksiksiz bir örneği haline getiren kronik bir hastalık şeklini almıştır.

Rejimi güçlendirmek adına  topluma karşı depolitizasyon stratejisi uygulanırken, devlet kadrolarına milliyetçi dinci  ve muhafazakar toplum kesiminden kadrolar devşirilmiştir.  12 Eylül  rejiminden bu yana emniyet mensuplarının belli bir siyasi çevreye ait olmasına özellikle dikkat edilmiştir. 12 Eylül öncesi sol eyilimli  polis yapılanması (Pol-der) merkezi siyaseti öyle ürkütmüştür ki;dindar, muhafazakar ve  milliyetçi toplum  kesiminden gelenlerin bu mesleğe alınmasına özellikle dikkat edilmiştir. 


13 Aralık 2000 tarihinde  polislerin - çok nadir olarak yaptıkları-bir  toplu eylemde kullandıkları dil ve attıkları sloganlar, polis memurlarının siyasal mensubiyetlerini açıkça göstermektedir. İstanbul'da 4000 çevik kuvvet mensubunun katıldığı bu eylem, teröre kurban gitmiş iki polis memurunun cenaze töreninde sahneye konulmuştur. İçişleri bakanı Saadettin Tantan, İstanbul valisi Erol Çakır ve İstanbul emniyet müdürü Kazım Abanoz aleyhine sloganlar atarak yürüyüşe geçmişler;emniyet müdürünü ve içişleri bakanını polise sahip çıkmamakla suçlamışlardır. Arada bir maaş ve özlük haklarının yetersizliğinden söz etseler de, asıl öfkelerinin polisin aşırılıklarına müsamaha göstermeyen emniyet müdürlüğü, valilik,içişleri bakanı ve çeşitli siyasilerdir. Polislerden biri maaş ve çalışma koşullarının yetersizliğinden dem vurmuş, zor kullanma yetkisinin ölçülü kullanımı için getirilen kısıtlamaları eleştirerek 'ben sosyal patlamamı nerede yaşayacağım?' diye sormuştur.Valiliğe doğru yürüyüşe geçen polisler 'kahrolsun insan hakları' diye slogan atmışlar, tekbir getirmişler, Rahşan Ecevit affı diye bilinen düzenlemeye, Abdullah Öcalan'ın idam edilmemesi için yapılan düzenlemelere tepki göstermişlerdir.Polisler Vali ve Emniyet Müdürünün ikazlarına rağmen eylemlerine devam etmişlerdir. Ertesi gün de İzmir'de, Mersin'de ve başka şehirlerde destek eylemleri yapılmıştır. . Silahlı olarak ve görev başında yapılan bu eylemler ve ortaya konulan itaatsizlik emniyet mensuplarından beklenmedik bir davranıştır ve kamuoyunda oldukça ilgi çekmiştir.Üstelik bu eylemler, yasa dışı ve hapis cezası ve meslekten atılmaya varacak bir mahiyettedir. Fakat daha sonra bunun kendiliğinden gelişmiş spontane bir eylem olmadığı, polislerin çoğunun bağlı olduğu ülkü ocakları tarafından organize edildiği anlaşılmıştır.

Bu eylem polislerin 12 eylülden beri sahneye koyduğu 3 eylemden biridir. Polislerin asıl istedikleri zor kullanma yetkisinin istediği gibi kullanmasının engellenmemesi olduğu görülüyor. Öfkesi yasaları uygulayarak zor kullanma yetkisi denetlemek isteyen üst düzey görevliler ve kanun yapıcılardır . Çalışma koşullarının  ve  özlük haklarının iyileştirilmesi gibi talepler de burada yarım ağızla dile getirilse de eylemin bu amaçla yapılmadığı anlaşılmaktadır. 

 

Çevik kuvvet polislerinin  eylemlerinin yankıları sürerken f tipi cezaevine karşı açlık grevlerinin sonlandırılması için devletin 'şevkat operasyonu' diye adlandırdığı kanlı bir operasyonla katliam yapıldı.Bu operasyonla birlikte düşünüldüğünde sanki öncesindeki   polis eylemleri  siyasilere ve üst düzey yöneticilere verilen bir gözdağı gibi görünüyordu


. Polisin sağcı ve ırkçı bir siyasi hareketle kendini özdeşleştirdiği, bu hareketin militanları gibi davrandığı  bir durumda polisin vicdansızlara karşı hareket ettiği savı ne derece inandırıcı olduğu epeyce tartışmalı bir konu..

Polisin terörizmle savaştığı, bunun siyaset dışı bir görev sayılması gerektiği iddia ediliyor, ama bunun hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığına 2020'lerin Türkiye ortamında artık yüzde yüz eminiz.Polis bugün her türlü hak arayışını şiddetle bastırmak isteyen bir iktidarın sopası olmuş durumda. Kendileriyle benzer çalışma ve ekonomik koşullarının düzeltilmesi için eylem yapan kamu emekçilerinin eylemlerine karşı gaddarlığına hayret ettiğimiz emniyet güçleri, hiç kuşkusuz iktidarların tercihi yönünde, iktidarın ve temsil ettiği egemen güçlerin sopası olarak evrilmiştir. Polis, günümüz iktidarı için kendi güvenliğinin en önemli teminatıdır. . Baskıcı yönü iyice sivrilmiş günümüz iktidarı  rızaya değil zor'a, zorbalığa, militanlaşmış polis gücüne dayanmaktadır.


Polisin Vicdanı ve Pol-Der deneyimi


Polisin vicdan sahibi bir unsur gibi göründüğü dönem, yalnızca 12 Eylül öncesinin koşullarında ortaya çıkmış Pol-der'in sahnede olduğu dönemdir. . Egemenleri en çok korkutan, 12 Eylül faşizmini hazırlayan en önemli bahanelerden biridir Pol-der.Sağ siyaset tarafından  Pol-Der, hala 12 Eylül propagandasına uygun bir şekilde polislerin bir bölümünün belli bir ideolojinin hizmetine girdiği  partizanca hareket olarak anılmaktadır. Ancak asıl partizanlık günümüzdeki emniyet örgütlenmesi için söylenmelidir. Polisin vicdanından söz edilecekse, bunun için belki de tek örnek Pol-der dönemidir. O günkü polisler iktidarların toplumsal eylemleri ezmek için keyfi ve hukukdışı kararlarına baş kaldırmışlar, kanunsuz emirlere uymayı reddetmişlerdir.

 

Pol - Der 70'li yılların başlarında emniyet mensuplarının özlük haklarını savunmak için kuruldu. O zamanlar ilkokul mezunu komiserlerin emniyet amiri olmalarının önünü kapatan yasal düzenlemeyi değiştirmek en önemli amaçlarıydı. Başlangıçta her türlü siyasi  görüşten üyeleri olsa da, zamanla sol görüşlü polisler ön plana çıkıp etkin oldular. Solculara karşı girişilen işkenceleri, faili meçhul cinayetleri protesto etmişler, halka karşı kanunsuz emirleri uygulamayacaklarını deklare etmişlerdir.Emniyet teşkilatı içinde bu demokratikleşme hareketi yalnız sağ cenahta  değil sol olduğunu iddia eden, en azından solcuların önemli bir kısmının desteklediği CHP tarafında da rahatsızlık yaratmıştır. Nitekim ilk kapatma girişimi Başbakan Ecevit zamanında vuku bulmuş,Ancak bu kapatma kararı Danıştay tarafından iptal edilmiştir. Pol-Der'e karşı Pol-Bir adlı milliyetçi polis örgütü kurulmuş ve sonra da bu örgütlenme polis örgütünün parçalanması olarak propaganda malzemesi yapılmıştır. 12 Eylül döneminde Pol-Der kapatılmış, üyelerin çoğu polislik mesleğinden atılmış, kalanlarsa devletçi polis yapılanmasına uyum sağlamışlardır. Pol - Derle birlikte Pol-bir'de kapatılmış olsa da, bundan sonraki polis örgütlenmesi ülkücü-milliyetçi ve islamcı  kesimden devşirilen polislerce oluşturulmuştur . Bu yapı her türlü demokratik eylem biçimlerine karşı devletin  acımasız bir sopası olarak dönüştürülmüştür.


Ancak emniyetteki  bu sağcılaşma egemenler için sorunsuz bir süreklilik arzetmedi. Yakın zamanda sistemin sahipleri için son derece ürkütücü gelişmelere neden oldu. Fetullah Gülen cemaati, 2000'li yıllarda, özellikle AKP'nin iktidar olduğu dönemde polis örgütünde etkinliğini artırıp kendinden olmayanları tasfiyeye yöneldi. Fetullah Gülen cemaatine karşı yapılan tüm istisbarat raporlarına rağmen onların emniyet teşkilatını ele geçirmesi önlenemedi. Çünkü başta AKP, toplumun çok önemli bir kesimi 'alnı secdeye değdiği' söylenen bu insanları, MİT  raporlarına ve Silahlı kuvvetler temsilcilerinin brifinglerine rağmen toplum için bir tehlike saymıyordu. Çünkü bu yapı milliyetçi ve muhafazakardı. İran'daki gibi şeriatçı bir darbe peşinde oldukları yönünde çok sayıda istihbarat olsa bile  Fetullahçılar bunu ustalıkla gizlemişlerdi. Fetullah Gülen Abd'ye göçtükten sonra bu cemaat kendi planına göre  tasfiyeler yapıp AKP'yi de devre dışı bırakacak davranışlara yöneldi. Ulusalcı subaylara karşı düzenlenen kumpaslarda cemaatin emniyet yapılanması kilit rol oynadı. Başlangıçta Gülencilerin tasfiye faaliyetlerini kendi çıkarına uygun görse de,sonradan ortaya çıkan durumu  kendi bekası için de tehlikeli gören AKP, ulusalcı güçlerle anlaşarak Gülencilere karşı benzersiz denilebilecek bir tasfiye harekatına girişti.Fetullahçıların büyük bir kaosa sebep olacak kadar güçlenmelerinin en önemli nedeni, sol ve demokratik güçlerin emniyet teşkilatından tamamen tasfiye edilmiş olmasıydı. 12 Eylülden sonra milliyetçi ve muhafazakar kadroların devletin selameti için zorunlu olduğuna inanılmış ve bu kapı sonuna kadar açık tutulmuştu.Gülen cemaati de bunu, devleti tamamen ele geçirip laiklik yanlısı çekirdek devleti tasfiye etmek için büyük bir fırsat olarak görmüş, sabırla kozasını ören bir örümcek gibi devleti ele geçirme harekatına girişmişti.


Solu kriminalize edip devlet kademelerinden dışlayan ve dinci ve milliyetçilere  sonuna kadar kapısını açan bu devlet anlayışı, Türkiye burjuvazinin çıkarlarına göre devleti dizayn ederken toplumun ilerlemeye  ve gelişme potansiyelini öyle bir sakatladı ki, denize düşen yılana sarılır örneği cemaati tasfiye etmek için aynı ideolojik kökene sahip Akp'ye teslim oldu. Geldiğimiz nokta insan hak ve özgürlüklerine, emekçi sınıflara düşman, devlet düzeninin asgari ölçüde bile işletilemediği siyaset mafyasının insafına terk edilmiş  bir toplumdur. Bu yapıyı sürdürmek uğruna getirilen başkanlık sistemi toplumun sorunlarını iyice içinden çıkılmaz bir cendereye sokmuş, sürdürülemez bir yapıyı inşa etmiştir. Günümüzde en ufak bir sokak eylemine tahammül edemeyen, her an toplumsal patlama korkusu ile  teyakkuzda  bulunan bir polis devleti fiilen gerçek bir toplum düzeninin yerini almıştır.


Sonsöz Yerine


Polis örgütünün demokratikleşmesi egemen sınıflar için hiçbir zaman gündem maddesi olmamıştır. Onlar için iktidarın biricik güvencesi olarak polisin zor kullanma yetkisinin mümkün olduğunca geniş tutulması, polisin bulaştığı çeşitli suçların hasıraltı edilerek kollanması yeğlenmiştir. Toplumsal olaylarda polisin ceza alma korkusu olmaksızın olaylara müdahalesi garanti altında tutulmak istenmiş, açıkça yasal yetkiyi aşan zor kullanma davranışları yargı yoluyla da himaye edilmiştir. Kamuoyu tepkisi nedeniyle dava açılmaya mecbur kalındığı durumlarda da davalar zamana yayılarak cezalandırma aşaması derdest edilmiştir. Sadece Türkiye gibi polis devletini ayan beyan yaşayan ülkelerde değil, hukuk devleti diyebileceğimiz batılı örneklerde  de polisin kollandığına ve imtiyazlandırıldığına dair çok sayıda örnekler mevcuttur. Bu nedenle düzen içinde reform yapılarak polisin yasal bir hizaya çekilmesine ilişkin beklentiler gerçekçi değildir. Bu ancak Pol-der örneğinde görüldüğü gibi polisin demokratik örgütlenmesi sayesinde mümkün olabilecek bir husustur. Ancak Pol-Der, Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu çok özel bir tarihsel konjonktürün ürünü olarak ortaya çıkmıştı. 12 Eylül rejiminde işçi hareketi ile birlikte sosyalist hareketler ve Pol -Der ve diğer demokratik kitle örgütleri  de ezildi.Emek hareketinin zayıflamasının bir sonucu olarak kamu emekçilerinin sendikalaşma çabalarının önlenmesinde polis vurucu güç olarak kullanıldı.

2020 yılında küresel koronavirüs salgını sonrası dünya çok ilginç kitlesel eylemlere sahne oldu. George Floyd adlı siyahi bir ABD vatandaşının polis şiddeti sonucu öldürülmesi ABD çapında büyük kitle protestolarına sahne oldu. Irkçı polis şiddetine karşı alt ve orta sınıfların ırkçılık ve polis şiddeti karşıtı eylemleri yalnızca ABD ile sınırlı kalmayıp birçok Avrupa şehrine destek eylemleri biçiminde sirayet etti. Polis şiddetinin küresel bir sorun olduğunu gösteren bu örnekler, polis teşkilatının küresel çapta reformize edilebileceğine dair umutların yeşermesine neden oldu. Ne var ki emek hareketinin güçlü olmadığı dünya koşullarında kitle hareketleri ile polis örgütlerinin demokratikleşebileceği beklentisinin gerçekçi olduğunu düşünmüyoruz.Polis örgütü, küreselleşmiş kapitalizmin saldırılarına karşı direnç gösteren emekçi kitlelere karşı bezdirici güç olarak kullanılırken bu gücü frenleyecek reformları hakim sınıfın kabul etmesi, kendi ayağına kurşun sıkmasından farksızdır.Kitle  eylemleri uzadıkça  kontrolden çıkıp yağma ve kundaklama gibi provakatif davranışlara savrulmakta , kitle desteğini kaybedip polisiye önlemlerin artırılmasına vesile olmaktadır. Sermayenin ölçüsüz saldırıları karşısında emek hareketinden bağımsız reformlarla toplumun iyileştirilmesi günümüz koşullarında gerçekçi bir beklenti olmaktan büsbütün uzak olduğu tespit edilmelidir.