Bastırmanın Estetiği, Huzursuzluğun Dehası

 

Dali


Sanatın tarih boyunca en çok açığa çıkardığı şey, insanın huzursuzlukla ne yaptığıdır. Kimi bu huzursuzluğu dini bir teslimiyetle yatıştırır, kimi felsefi bir sistemin içine hapseder, kimi ise tuvalin, notaların, kelimelerin üzerine taşır. Freud’un dilinde bu huzursuzluk bastırılmış arzuların eseridir; Lacan için boşluk, Kierkegaard için kaygı, Nietzsche için güç istenci. Herkes başka ad koyar ama insanın içinde taşıdığı bu sarsıntı, yaratıcılığın da en güçlü yakıtıdır.

Salvador Dalí bu yakıtı en gösterişli, en kışkırtıcı biçimde kullananlardan biridir. Onun tablolarında gördüğümüz dev yapılar, incecik bacaklara yaslanmış filler, eriyip akışkanlaşan saatler, parçalanmış bedenler… Bunların her biri rasyonel dünyanın kanunlarına meydan okur. Seyirciyi huzursuz eder ama aynı anda büyüler. Çünkü Dalí’nin yönteminde bir çelişki vardır: en grotesk, en saçma olanı bile klasik sanatın mükemmel estetik kabuğuna yerleştirir.

Catherine Millet



Catherine Millet, kendi cinsel hayatını ayrıntılı biçimde anlattığı kitabıyla bir döneme damgasını vurmuş bir Fransız entelektüelidir. Röportajlarında Dalí’ye dair yaptığı bir yorum hatırlanır: Dalí’nin sanatsal gücünü, onun çözümlenmemiş oidipal karmaşalarına, yani bastırılmış ve tatmin bulmamış arzularına bağlamıştı. Ona göre Dalí, “normal” bir cinsel hayat yaşamakta zorlanmış, korkular, fetişler ve yasaklarla çevrili bir zihin kurmuştu. Ama bu zihin, doyum bulamamış enerjisini tablolarına aktarmıştı. Bastırma, sanatı beslemişti. Millet’in kendisi özgürlüğü uç deneyimlerde ararken, Dalí’nin özgürlüğü sınırlardan devasa imgeler inşa ederek bulduğunu ileri sürüyordu.

Bu bakış, indirgemeci bulunabilir. Yaratıcılığı yalnızca tatmin edilmemiş cinselliğe indirgemek, Dalí’nin dehasını küçültmek olur. Ama mesele basit bir açıklama değil, bir ipucudur: bastırma olmadan sanat hangi şekle bürünür? Millet’in kitabı, deneyimlerin sınırsızlığında bir sıradanlık ve boşluk duygusuna işaret eder. Dalí’nin tabloları ise, bastırmanın doğurduğu enerjiyle patlayan bir mükemmeliyetçilik. Biri serbestlikten gelen yorgunluk, diğeri bastırmadan doğan üretkenlik.





Ekspresyonistler bu huzursuzluğu farklı bir yoldan aktardı. Munch’un Çığlık’ı, seyirciyi rahatsız etmek için vardır. Fırça darbeleri çığlık gibidir, renkler kan gibi akar, figürler parçalanır. Çarpıklık, olduğu gibi, bütün dehşetiyle önümüze konur. Dalí’deyse aynı çarpıklık, Raffaello’nun ellerinden çıkmış gibi durur. Işık düzenlidir, anatomi kusursuzdur, perspektif yerindedir. Seyirci kâbus görür ama bu kâbus barok bir kilisenin kubbesi kadar göz kamaştırıcıdır. İşte Dalí’nin farkı: huzursuzluğu kabullenmek ve onu güzelliğin içine hapsetmek. Belki de bu yüzden Van Gogh gibi trajik bir çöküşe uğramadı; çünkü kaosunu bir oyun alanına çevirdi. Deliliği estetikle ehlileştirdi.

Dalí’nin iktidara bakışı da bu ikilemin bir yansımasıdır. Fillerinin sırtında yükselen saraylar, görkemli yapılardır; ama bacaklar incelmiş, neredeyse yok denecek kadar kırılgandır. İktidarın gücü heybetlidir, ama saçma bir mucizeye benzer. Dalí bunu isyanla değil, kabullenişle resmeder. “Evet, böyle absürd bir şey var” der gibidir. Seyirci hem büyülenir hem huzursuz olur. İktidarın rasyonel tanımlara sığmadığını, aklın kendi sınırlarının bir illüzyona çarptığını hisseder. Bu da Dalí’nin politik tavrının çelişkisini gösterir: Franco’ya karşı açıktan tavır almadı ama tablolarında iktidarı grotesk bir kırılganlıkla temsil etti. İsyan etmeden, saçmalığını gözler önüne serdi.

Burada Freud’un kavramı bir kez daha devreye girer: sublimasyon. Bastırılmış enerji, başka bir alana yönlendirilir. Dalí’nin cinselliğe dair korkuları, sanatında simgesel bir ihtişama dönüştü. Van Gogh’un bastırılmış yalnızlığı, tablolarında patladı ve sonunda onu tüketti. Millet’in cinsel özgürlük deneyimleri, kitapta serbestliğin de bir doyum üretmediğini gösterdi. Yani huzursuzluk kaçınılmazdır; yalnızca biçim değiştirir.

Bugün ise başka bir sorun ortaya çıkar: Cinsellik ve ifade özgürlüğü çok daha geniş. Bastırmanın doğurduğu yaratıcı enerji, belki de artık aynı biçimde işlemiyor. Çağdaş sanat sahnesinde Dalí gibi tekil dâhiler yerine çoğul üreticiler, kolektif projeler, dijital işler öne çıkıyor. Belki de yeni “huzursuzluk” artık cinsellikte değil, teknolojide, hızda, piyasanın kıskacında yatıyor. Cinsel serbestliğin sanatı sıradanlaştırdığı düşünülebilir; ama piyasanın dayattığı aşırı üretim ve görünürlük zorunluluğu, bambaşka bir bastırma biçimi yaratıyor. Bu yüzden yeni Dalí’ler belki de tuvalde değil, algoritmalarda, yapay zekâ estetiğinde, biyoteknoloji şiirlerinde ortaya çıkacak.

Dalí’nin sanatında gördüğümüz çelişki hâlâ güncel: insanın huzursuzluğu bitmez, yalnızca sahne değiştirir. Bastırmanın ürettiği yaratıcı enerji, bazen çarpık imgelerle, bazen sınırsız deneyimlerin boşluğuyla, bazen de iktidarın grotesk temsilleriyle karşımıza çıkar. Kesin olan tek şey, huzursuzluğun sanatın en sadık yol arkadaşı olduğudur. Dalí’nin tabloları, aklın sınırlarını aşmak isteyen ama deliliğin içine düşmeden onu en parlak estetik oyuna çeviren bir dehanın izleridir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VERESİYE SATAN PEŞİN SATAN..

Sınıf Sendikacılığı Bağlamında Türkiye'de Memur Sendika Hareketi

Oğlumun arkadaşı ile oyuncak kavgası!...