Geleceğin ekonomisi üzerine bir dijital ütopya
Metaverse'ü Geçtik, Yine Aynı Yerdeyiz
2045 yılında insanlar dünyanın pek çok sorununu sanal gerçeklikte unutmaya alışmıştı. Dev teknoloji şirketleri, sınırların ötesine geçen dijital evrenler inşa etmeyi başarmıştı. Meta, bu dünyalardan birine sahipti. Süslü avatarlar, devasa etkileşim salonları, kendi para birimine sahip ekonomiler... Her şey "yeniden yaratılıyormuş" hissi veriyordu. Ancak bir şey değişmiyordu: çalışmanın değeri.
Metaverse, ilk bakışta herkese açık gibi görünse de içerik üretmek için gerekli kaynaklara sahip olanlar, yine aynı oyunculardı: büyük ajanslar, kurumsal içerik makineleri ve sermaye destekli dijital varlık sahipleri. Gerçek bir sanatçı ya da bağımsız bir anlatıcı için sistem, yenilikten çok eski sömürü tekniklerinin dijital versiyonuydu.
Kimi insanlar kendilerini bu evrende "dijital zanaatkârlar" olarak tanımlıyordu. Onlar çiziyor, yazıyor, model tasarlıyor, seslendiriyor; yani içerik yaratıyorlardı. Ancak bu üretimlerin karşılığına aldıkları, ya platformların sunduğu sembolik puanlar, ya da izleyici beğenisine bağlı görünmez algoritmik şanslardı. Sistemin ana damarlı ekonomisi, yine reklam gelirine ve önceden büyük verilerle donatılmış olan kurumsal çıkılardı.
Yıllar önce internette "içerik özgürlüğü" olarak lanse edilen kavram, artık sadece sermaye destekli içeriklerin görünürlüğüne hizmet ediyordu. Küçük sanatçılar, hem içeriklerini yaratıyor hem de reklamını yapmak zorunda kalıyordu. Hatta reklam algoritmalarında dönüşüm yaratmak için içeriklerini belli duygusal kategorilere uydurmak zorunda kalıyorlardı: "nostaljiye oynayan video", "agresif çıkış yapan sanatçı", "viral karşı tepki."
Metaverse, yaratıcılığın sözde özgürleştiği ama gerçekte daha da pazarlanabilir kalıplara sıkıştırıldığı bir evrene dönüşmüştü. Sanat, artık deneysel bir çağrı değil, "optimize edilmiş dikkat tasarımı" idi. Ve bu evrende, yaratıcıya "senin payın bu kadar" diyen sistem, hesaba en başta girmeyen binlerce emeği hiçe sayıyordu.
2045'te sanal dünyalar gerçekliği unutturuyordu belki, ama sömürü gerçeği asla kaybolmuyordu. İş burada başlıyordu: Gerçekten adil bir dijital evren kurmak için sadece teknolojiye değil, yepyeni bir zihniyete ihtiyaç vardı.
Dağınık Umut, Merkezli Gerçeklik
Metaverse devlerinin merkezileşmiş sömürü yapılarına bir alternatif olarak, bazıları umudunu blockchain teknolojisine bağlamıştı. Dağıtık, merkeziyetsiz, şeffaf... Bu kelimeler uzun yıllar boyunca yan yana gelmemişti. Bir dijital sistem düşünün ki, ne banka gibi aracılara ihtiyacı var ne de tek bir merkeze bağlı çalışıyor. İşte blockchain bu umudu temsil ediyordu.
NFT'ler, DAO'lar, akıllı sözleşmeler... Her biri kendi başına bir "ekosistem" vadetti. Sanatçı eserini dijitalleştiriyor, onu bir token olarak sunuyor, telifini kendi belirliyor ve doğrudan alıcısıyla buluşuyordu. Arada reklam yoktu, algoritmik sansür yoktu, kör şirket filtreleri yoktu. En azından teoride.
Ama bu ekosistemlerin de kendi sorunları vardı. Teknolojik bilgi eşiği hala çok yüksekti. Kripto cüzdan açmaktan, gaz ücreti hesaplamaya kadar her şey birçok yaratıcı için karmaşık ve göz korkutucuydu. Ayrıca blockchain sistemleri de zamanla "balina" denilen büyük oyuncular tarafından manipüle edilmeye başlandı. Merkeziyetsizlik ideali, bazen yeni bir merkezsiz kartelin maskesine dönüşüyordu.
Yine de bu yapılar, geleceğe dair en umut verici fikirlerin prototiplerini barındırıyordu. Örneğin, dijital eserlerin her satışında sanatçıya otomatik pay aktarılması gibi uygulamalar, klasik telif düzenine kıyasla radikal bir özgürleşme vadediyordu.
Blockchain henüz "herkesin" sistemi değildi. Ama belki de olması gereken ilk adım buydu: merkezi olmayan, ama ortak fayda merkezli bir yapıyı deneyimlemek. İnsanlar daha adil bir sistemin nasıl işleyebileceğini gözleriyle görüyor, el yordamıyla bu sistemin içinde yer almaya çalışıyordu. Bu, bir teknolojiden çok bir zihniyet meselesiydi.
Belki de tam bu noktada, bu adil düzenin mimarı olarak yapay zekaya da yeni bir rol düşüyordu.
Yapay Zekâ ile Fiyatlandırılan Emeğin Ekonomisi
Yapay zekâ, 2045'e gelindiğinde sadece bilgi veren bir araç olmaktan çıkmış, kullanıcılarıyla birlikte karar alan, teklif sunan, yönlendiren bir muhataba dönüşmüştü. Artık sadece bir içerik üreticisinin ne yapabileceğini söylemekle kalmıyor, onun yaratıcılığının ekonomik değerini hesaplayabiliyor, ona dijital piyasada nasıl bir yer edinebileceğini de anlatabiliyordu.
Kimi platformlarda yapay zekâ, kullanıcının verdiği yaratıcı isteme (prompt) karşılık şöyle diyordu:
"Bu içeriği oluşturmak için kullandığım veriler şu kadar telif ödemesi gerektiriyor. Tahmini kazancınız şu kadar olur. Fiyat teklifini onaylarsanız, üretimi başlatabilirim."
Bu sistemde her yaratım, sadece duygusal bir ifade değil, hesaplanabilir bir ekonomik hamleye dönüşüyordu. Çünkü yapay zekâ, kullandığı verilerin telif durumunu biliyor, hangi kaynaklardan ne kadar bilgi alınacağını hesaplayabiliyor ve bu içeriklerin yaratıcıya potansiyel olarak ne kazandıracağını öngörebiliyordu. Tıpkı dijital bir muhasebeci gibi.
Bu sayede, içerik üreticileri ilk kez yaratıcılıklarının bedelini görebiliyorlardı. Gelir ve gider tablosu oluşturuluyor, söz konusu içerikten kim ne kazandı, kim ne kadar katkı sundu, tümü sistem tarafından izlenebilir hale geliyordu.
Tabii bu düzenin uygulanabilmesi için tüm internetin, ya da en azından yaratıcı içerik alanlarının bir fiyatlama sistemine entegre edilmesi gerekiyordu. Bu, devrim niteliğinde bir dönüşümdü. Her şeyin bedelinin olduğu ama bu bedelin de şeffaf olduğu bir evrende, emeğin gasbının önü kesilebilirdi.
Bu noktada yapay zekâ, sadece yaratıma yardımcı değil, emeğe adalet dağıtan bir akıl haline gelebilirdi.
Elbette bu sistemin kurulması, küresel şeffaflık, yeni dijital yasalar, uluslararası protokoller ve en önemlisi etik duyarlılık gerektiriyordu. Ama hayal bu değil miydi zaten? Emeğin silinmediği, adaletin sadece duygusal değil ekonomik olarak da işlediği bir sistem...
Belki de 2045 yılında nihayet şu soruya daha sahici cevaplar verilmeye başlanmıştı:
"Bu içeriğin bedeli ne?" yerine, "Bu emeğin hakkı nedir?"
Yorumlar